18 Haziran 2023 Pazar

Dil ne kadar dönse de sözler duyguların tercümesi olur mu?

        Acı çekmek için illa kan mı dökmeli insan... Varoluş amacını bilen birey için en zoru düşüncelerin de acı çekmekti.Farkın da iken tüm oluşumun; hiçbir şey yapamıyorsun ve bu huzursuzluk seni hârekete geçirecek iken güven veriyor olması ise en büyük yanılgını doğuruyor.

        Baş ucum da sen de olmasan bu yaşam ne kadar renksiz olur benim için düşünemiyorum. Rüzgar da savrulup uçan yaprak, dalın onu tutmadığına kızgın ve kırgın, rüzgar ile oradan oraya savrulur iken artık boş vermişliği, yaşama karşı umursamazlığı, yüz tutmuş vurdum duymazlığı ile uçar iken bir o taşa bir bu taşa vurar iken habersizce bağlı olduğu dalın köklerinden aldığı o vitamin ve minarellere sarılmıştı. Belki de yolcuğu hep böyle geçecek iken, can vereceğini bile bilmeden bir tohuma.. O kış örtü olup, ağaçtan getirdiği minareller ile tohuma can oluşu ilahi bir kudret değilde nedir.

        Hayatta öyle değil mi, önce bırakmıyacakmış  gibi sahiplenip, besleyip, sonra fütursuzca bırakılıp yaşam da kırgınca hâreket eder hâle getiriliyoruz. Devam eden süreçte ise başka bir hayata yaşam kaynağı oluyoruz. Uzun bir yolculuk olan bu yaşantımızın belki de şuan o umursamazca terk edişilimiz ile başka bir yaşama can verilen kısım ile bir yerdeyiz... 


#ÇIĞAY 

1 Haziran 2023 Perşembe

29 Aralık 2022 Perşembe

Markalaşma ve Kalite Algısı

 


Markalaşmanın en parlak dönemini yaşıyor çağımız, önemli olan kaliteli bir ürün ya da hizmet tüketmek mi? Yoksa marka bir ürün ya da hizmet tüketmek mi ?

 

Burada kalitenin tanımlanması bireylere ve düşünürlere ( İshikawa,Juran, Deming ) göre değişmesi elbette en büyük etkenler arasında yer almakta.Ancak alanlarında popüler markaları düşünürsek aslında kalite algısının da bir ortalamasının olduğunu bunun da reklamlar ve dönemsel güven  aracılığı ile oluşturulduğunu görebiliriz.Gerçekte bir marka bir canlı değildir bir markanın değeri yoktur ancak burada o markanın bize yaşattığı doyum ve haz bizlerin bu markanın bir değerinin olduğunu düşündürür.

 

Evrensel anlamda markalaşmış bir markanın gelişim ve markalaşma süreçleri elbette zorludur ancak bu süreçleri atlatan marka o zirveyi tırmandığında dönemsel olarak kazandığı güveni kullanalarak size dönem dönem kalitesiz ürün sunabilmektedir.Dünyadaki hiç bir marka yoktur ki böyle bir sunum ile aslında sizin güveninizi kullanmasın, neredeyse her marka bunu yapmaktadır aslında, çünkü kaliteyi birbirinden ayırt edecek bireylerin çoğunlukta olmaması ve bu bireylerin marka takıntıları bu olaylar zincirini tetiklemektedir.

 

Çoğunluk evet, demokrasinin bile iki çeşidi var Çoğunluk mu ? Çoğulculuk mu ?

 

Popüler kültürü oluşturan o çoğunluk,toplumumuzun yeni kavramlara sahip olmasının başmimarları. Peki popüler kültür aynı zamanda tek bir kültürün olmasını da sağlamayacak mıdır zamanla ? Bunu ancak zamanla öğreneceğiz galiba.Dünyada tek bir kültürün olmasını istemek tek bir kültür tek bir para birimi, tek tip bir insan modeli ve onları yönetenler.Bu durumun elbette avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır.

 

Peki bu nasıl bizlere demokrasi ve özgürlük kavramları ile dayatılmakta ? Çünkü demokrasi nedir ?  bilmiyoruz.Çünkü özgürlük nedir ? bilmiyoruz...

 

Aynı kültürü paylaşan insanların arasında oluşan iletişimin kalitesi ile ilgili araştırma yapan ABD'li Antropolog Edward T Hall aynı kültürü paylaşan insanların iletişimlerinin kalitesinin daha da iyi olduğu fikrini ileri sürmüştür.

 

Diğer yandan kültür nedir ? Kültürlü bireyler arasındaki iletişimin gücü nedir ? Bu da elbette farklı bir iletişim çeşididir.Burada aynı kültür seviyesini paylaşan bireyler arasındaki iletişimin boyutunu küçümsememek gereklidir...

 

Reklamları bile alıcılarına göre sınıflandırıldığı dönemimizde kuşakların isimlendirilmesi elbette sosyoloji bilimi için yeni bir adım değildir, ancak bu isimlendirmenin bu dönemde daha da çarpıcı şekilde topluma inerek önümüze sunulması dikkat çekicidir.

Salih Yücel GÜR

27 Ağustos 2022 Cumartesi

Suriye Meselesi

 

Suriye Meselesi

 

İkinci Dünya Savaşı sonunda Suriye Fransa'dan yakasını tamamen  kurtararak tam bağımsızlığına kavuşmakla birlikte, uzun müddet  içerde siyasi istikrara kavuşamamıştır. 1945-1949 arasında nisbeten  sakin geçen Suriye'nin siyasi hayatı, 1949'dan itibaren tam  bir karışıklık ve düzensizlik içine girmiştir. 1949-1953 yılları arasında  Suriye'de üç defa hükümet darbesi, 21 kabine değişikliği olmuş ve  bu arada iki defa askeri diktatörlük kurulmuştur.

           

1949 yılı başlarında Albay Hüsnü Zaim bir hükümet darbesi yaparak  iktidarı ele geçirmişse de, iktidarı uzun ömürlü olmamış ve  14 Ağustos 1949 da Albay Sami Hınnavi tarafından devrilmiştir. Fakat  Hınnavi'nin iktidarı da uzun sürmemiş ve 20 Aralık 1949 da Albay  Edip Çiçekli Hınnavi'yi devirmiştir. Çiçekli'nin iktidarı biraz daha  uzun ömürlü olmuştur. Fakat 1953 Ekiminde yapılan genel seçimlerde  Çiçekli'nin Kurtuluş Hareketi Partisi'nin çok büyük çoğunluk  elde etmesi, Çiçekli'nin diktatörlüğüne ve Baas Partisi de dahil diğer  siyasi partilerle arasının açılmasına sebep olmuştur. Bunun neticesi  olarak da, Çiçekli, 25 Şubat 1954 de askeri bir darbe ile iktidardan  düşürülmüştür. Bu tarihten sonra Suriye'nin siyasi hayatında  Baas Partisi'nin birinci plana çıktığını görüyoruz. Bu gelişmede,  Baas'ın 1955'ten itibaren Nasır'ı desteklemeye başlaması bilhassa  büyük rol oynamıştır. Nasır'ın Bağdat Paktın'a cephe alması ve silah  alış-verişi ile Sovyetlere doğru kayması, Baas ile Nasır'ın  münasebetlerinin gelişmesine yol açmıştır. 1956 Nisanından itibaren  de Baas, Mısır'la birleşme fikrini savunmaya başlamış ve bu konuda  bir çok gösteriler düzenlemiştir. 1956 Süveyş buhranı ve İngiltere ve  Fransa'nın Mısır'a saldırmaları, Baas ile Mısır'ı birbirine daha da  yaklaştırdığı gibi, Arap dünyasında hem Batı aleyhtarlığını ve hem  de sol akımların tesirini arttırmıştır.

           

Nitekim 1957 yılı başından itibaren Suriye'nin gittikçe sola kaymaya  ve bu ülkede komünistlerin tesirinin artmaya başladığını görüyoruz.  Bu gelişmenin liderliğini Suriye kabinesinin kuvvetli adamlarından  ve komünist sempatisi ile tanınan Halit el-Azm yapmaktaydı.  Halit el-Azm 1956 Temmuzunda Savunma Bakanı olarak bir heyetle  Moskova'ya gitti ve orada Sovyetlerle bir takım anlaşmalar  imzaladı. Bu anlaşmaların 6 Ağustosta açıklanması iledir ki, 1957  Suriye buhranı patlak verdi. Zira bu anlaşmalara göre, Sovyetler  Suriye’ye 500 milyon dolarlık ekonomik ve askeri yardım yapacaklardı.  Bu yardım, Lazkiye'de yeni bir limanın yapımı, Suriye'de karayolları  ve demiryolları inşası, sulama ve enerji projelerinin finansmanı  ve yine Suriye'de 6 tane yeni havaalanı inşası için kullanılacaktı.  Ayrıca Suriye'nin silahlandırılması da bu yardım çerçevesi içinde  yer alıyordu.

           

 

Anlaşmaların açıklanmasından bir süre sonra, 17 Ağustosta,  ılımlı bir kişi olarak bilinen Suriye Genelkurmay Başkanı General  Nizameddin, emekliye sevkedildi ve yerine, gençliğinde Fransız Komünist  Partisine üye olmuş bulunan Albay Afif el-Bızri getirildi.

           

 

Bu gelişmeler, Suriye'nin komşuları Türkiye, Irak ve Ürdün ile  İsrail ve Lübnan'da büyük heyecan uyandırdı. Bu ülkelerin inancı  Sovyetlerin şimdi Suriye'de bir "köprübaşı" kurdukları ve Suriye'nin  bir "Moskova uydusu" haline geldiği idi. İsrail Başbakanı Ben Gurion  Başkan Eisenhower'e gönderdiği mesajda, "Suriye'nin milletlerarası  komünizmin bir üssü haline gelmesi, zamanımızda hür dünyanın karşısına  çıkan en tehlikeli hadiselerden biridir" diyordu. Gerçekten,  işin aslına bakılırsa, çarlık Rusyası zamanındanberi ilk defa  olarak Sovyetler bu anlaşma ile bir Orta Doğu ülkesine ayak basmak  imkanını elde ediyorlardı. Zira, bu anlaşma ile bir çok asker ve  sivil Sovyet uzmanı Suriye'de bulunmak imkanına sahip oluyordu.

           

 

Ağustosun son haftasında, Irak Kralı Faysal ve Ürdün Kralı Hüseyin  İstanbul'a gelerek Türkiye Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan  Adnan Menderes ile görüşmelerde bulundular. Bu görüşmelere  Amerika Dışişleri Bakan Yardımcısı Loy Henderson da katıldı.  Başkan Eisenhower ise, Başbakan Menderes'e gönderdiği mesajda,  Suriye'nin bir saldırısı karşısında Türkiye Irak ve Ürdün'ün bu  ülkeye karşı askeri bir harekata girişmek zorunda kalması halinde,  Amerika'nın kendilerine derhal silah yardımı yapacağını bildirdi.  Amerika Batı Avrupa'daki hava kuvvetlerinden bir kısmını Adana  hava üssüne gönderdiği gibi, Vİ'ıncı Filo da Doğu Akdeniz'e gelmek üzere  harekete geçti. Türkiye ise, bir yandan ihtiyatları silah altına çağırarak,  bir yandan da Suriye sınırları yakınında askeri manevralar  düzenleyerek, Suriyeye bir uyarmada bulunmak istedi. Zira şimdi Türkiye,  yıllardanberi kuzeyden hissettiği baskıyı, aynı zamanda güneyden  de hissetmek durumunda kalıyordu. Yani Türkiye, Sovyetlerin  hem kuzeyden ve hem de güneyden baskısı altına girmek üzereydi.

           

 

Lakin, Türkiye'nin bu tedbirleri Suriyeyi yumuşatmak yerine, aksine  Türkiye-Suriye münasebetlerini gerginleştirdi. Gerek bu gerginlik,  gerek Birleşik Amerika'nın ağırlığını Türkiye tarafına koyması,  Sovyetleri Suriye tarafında bütün ağırlıkları ile yer almak üzere  harekete geçirdi. Bütün ağırlıkları ile diyoruz, zira Sovyet Başbakanı  Bulganin, 10 Eylül 1957 de Türkiye Başbakanı Adnan Menderes'e  gönderdiği mesajda, Türkiye'nin Suriye sınırlarına yaptığı kuvvet  yığınağı ile Amerika'nın Türkiyeye yaptığı silah sevkiyatından  Sovyetlerin duyduğu endişeyi belirtti ve Suriyeye karşı girişilecek  askeri bir "macera"nın mahalli çapta kalacağı sanılıyorsa, bu hesabın  çok tehlikeli olduğunu, zira İ'inci ve İİ'inci Dünya Savaşlarının böyle  mahalli askeri hareketlerden çıktığını söyledi. Yani Bulganin, Türkiye'nin  herhangi bir askeri hareketinin bir dünya savaşına yol açabileceği  tehdidinde bulunmaktaydı.

           

 

Başbakan Menderes, Bulgan'in mesajına 30 Eylülde cevap verdi.  Menderes, cevabında, Suriye'nin "makul savunma" ölçülerinin  dışında silahlanmasının Türkiye bakımından uyandırdığı endişeleri  belirterek, Suriye'nin "ihtiyaç halinde muhtemelen başkaları tarafından  kullanılabilecek bir silah deposu" haline getirildiğine dikkati  çekti ve Türkiye'nin Sovyetlerle iyi komşuluk münasebetlerini  arzu ettiğini, lakin İİ'inci Dünya Savaşı sonundanberi Sovyet Rusya'nın  takip ettiği baskı politikasının karşılıklı itimadın yerleşmesine engel  olduğunu ifade etti.

           

 

Sovyetler bu şekilde Türkiye üzerinde baskı yoluna giderken,  öte yandan da Suriyeyi destekleme gösterilerine giriştiler. Eylül  ortalarında bir Sovyet ekonomik ve teknik heyeti Suriyeye geldi. Bazı  Sovyet savaş gemileri de Lazkiye limanına demir attı.

            Ekim ayında Türk-Sovyet gerginliği ve Suriye krizi daha da şiddetlendi.  Kruşçev 9 Ekimde bir Amerikan gazetecisine verdiği bir  demeçte, "Eğer savaş patlak verirse, biz Türkiye’ye daha yakınız  ve siz değilsiniz. Silahlar ateş almaya başlayınca roketler uçacak  ve o zaman düşünmek için vakit çok geç olacak" diyordu. Kruşçev'in  bu demecine Amerika Dışişleri Bakanlığı 11 Ekimde yayınladığı  bir bildiri ile cevap verdi. Bu bildiride, "aradaki mesafeye rağmen",  Birleşik Amerika'nın, bir müttefiki ve dostu olan Türkiye’ye  karşı NATO içinde yüklenmiş olduğu taahhütleri "hafife alamayacağı"  belirtilmekteydi.

           

 

Sovyetlerin tehditleri karşısında Amerika'nın Türkiyeyi destekleyen  bu tutumu Sovyetleri yumuşattı. Diğer yandan, Suudi Arabistan  Suriye ile Türkiye arasında aracılık teşebbüslerine giriştiği gibi,  Suriye üzerinde yatıştırıcı faaliyetlerde de bulundu. Buna karşılık,  Ürdün Kralı Hüseyin de, içerden gelen baskılar dolayısiyle, tutumunu  değiştirerek Suriyeye karşı yumuşak bir tavır aldı. Bütün bir faktörler  birleşince, Ekim ayı sonunda buhran ortadan kalktı.

           

 

Buhranın sona ermesinde rol oynayan bir başka sebep de, 14  Eylül 1957 de Suriye ile Mısır'ın imza ettikleri bir anlaşma ile, 1 Şubat  1958'den itibaren Birleşik Arap Cumhuriyeti adı ile bir birlik  kurmaya karar vermeleri idi. Başkan Nasır bu birleşmeyi kabul konusunda  uzun müddet tereddüt etmiştir. Lakin Suriye'nin, bilhassa  1957 yazında, bir komünist kontrolu altına girmesi ihtimali, Nasır'ın  kararını kesinleştirdi. Nasır, Suriyeyi kendi kontrolu altına almak  suretiyle, bu ülkenin komünizmin kucağına düşmesini önlemek istemiştir.

           

 

Fakat bu yeni birleşik devletin ömrü uzun olmadı. Birleşik Arap  Cumhuriyeti'nin kurulması üzerine, Suriye Devlet Başkanı Şükrü el-Kuvvetli  Başkan Nasır'a şöyle demişti: "Siz bir politikacılar milleti  devraldınız. Bunların % 50'si kendilerini milli lider sanır. % 25'i  kendilerini peygamber ve en azından % 10'u da kendilerini Allah sanır".  Gerçekten, daha ilk günden itibaren Suriye ile Mısır arasında sürtüşmeler  başladı. Çünkü, Mısır Suriyeyi Mısır'ın bir eyaleti gibi idare  etmeye başladığı gibi, Suriye'deki bütün siyasi partilerin faaliyetine  son verdi. Hele Baas'cılar kısa zamanda gördüler ki, kendilerinin  sosyalizm anlayışı ile Nasır'ın sosyalizmi arasında büyük farklılıklar  vardır. Birlik bu şartlarda fazla dayanamadı ve Suriye'de 1961 Eylülünde  muhafazakarlarla askerler tarafından yapılan bir darbe neticesi  Suriye Mısır'dan koptu ve Birleşik Arap Cumhuriyeti de sona erdi.

           

1957 Suriye buhranını neticelerinden biri de şu oldu: Bu kriz  sırasında Amerika şunu da gördü ki, kendisi komünizmin Orta Doğu'da  yayılmasını önlemeye çalışırken, Araplar için endişe kaynağı  bu değildi, esas mesele onlar için İsrail davası idi.