31 Mart 2016 Perşembe

Jül Sezar

Jül Sezar

Jül Sezar (MÖ100-44), MÖ I. yüzyılda şimdiki Fransa, Belçika ve Batı Almanya’yı işgal ederek şöhreti yakalayan Romalı bir generaldi. Pompey tarafından idare edilen Roma Senatosu’nu büyüyen popülaritesiyle tehdit etmeye başlayınca, Sezar’a ordusunu dağıtması emredildi. Sezar bunu reddetti. Birlikleriyle Rubicon Irmağı’nı geçerek Capitol’e yürüdü ve artık geri dönemeyeceği bu kader anından sonra bir iç savaş başladı. Düşmanlarını Avrupa üzerinden Pompey’in öldürüldüğü Mısır’a dek kovaladı. Mısır’dan ayrılmadan önce Sezar, Kleopatra’ya âşık olarak onu kraliçe ilan etti. Roma’ya döndüğünde de toprakları bir diktatör gibi yönetti. Sezar, en iyi arkadaşı Brutus’un da karıştığı bir komployla MÖ 44 yılında Roma takvimine göre 15 Mart’ta öldürüldü.

Sezar’la ilgili sayısız efsane bulunmaktadır. Daha yirmili yaşlarındayken Doğu Akdeniz’de korsanlar tarafından esir alınmıştır. Adamları tarafından fidye karşılığında kurtarıldıktan sonra, yerli liderlerden küçük bir ordu toplamış, korsanların yerini saptamış ve hepsini çarmıha gererek öldürmüştür.

Sezar yıllar sonra, MÖ 62’de, Roma’daki siyasi basamakları tek tek tırmanırken bir skandal patlak verdi. Publius Clodius isimli bir soylunun, erkeklerin katılmasının yasak olduğu dini bir ritüelde bulunduğu ortaya çıktı. Ritüel Sezar’ın evinde yapılmıştı ve sonradan, Clodius’un Sezar’ın eşi Pompeia’yla aşk yaşadığı için orada bulunduğu dedikoduları etrafa yayıldı. Sezar, dedikoduların doğru olmadığını biliyor ve böyle de söylüyordu. Ancak hiçbir şeyin Sezar’ın karısı ve ailesini şüphe altında bırakmaması gerektiği gerekçesiyle karısını boşadı.

Sezar, Pompey’e karşı yürüttüğü iç savaşın tam ortasında Senato tarafından diktatör ilan edildi. Bu bir kriz dönemiydi ve liderin olağanüstü hallerde belirleyici kararlar verebilmesi gerektiği düşünülüyordu. Fakat olağanüstü hal hiç bitmedi, cumhuriyet yeniden kurulamadı.

Sezar ülkeyi bir diktatör olarak yönetti ama (artık kendi taraftarlarını doldurduğu) Senato’ya danışıyor ve cumhuriyetin geleneklerine saygı gösteriyormuş gibi görünmeye çoğunlukla dikkat etti. Ancak yaşamının son yıllarında tedbiri elden bırakarak Asyalı tebaasının kendine bir tanrı gibi tapınmasına izin verdi ve paralara resmini bastırdı. Henüz hayatta olan bir Romalı ilk kez bu kadar onurlandırılıyordu. Resmini taşıyan paraların üzerinde “Ölümsüz Diktatör” yazıyordu. Bu gereksiz yüceltmelerin, Sezar’ın iktidardan düşürülerek öldürülmesiyle sonuçlanan kini alevlendirdiği düşünülüyor.

EK BİLGİ:

1. Asya’ya düzenlediği başarılı bir askeri seferden sonra Sezar ünlü sözünü söylemiştir: “Veni, vidi, vici” (Geldim, gördüm, yendim.)

Büyük İskender

Büyük İskender

Büyük İskender (MÖ 356-323), Yunanistan’ın dağlık bir bölgesindeki bir krallık olan Makedonya’da doğdu ve ünlü Atinalı öğretmen Aristoteles’ten eğitim aldı. Babası Kral II. Philip, Makedonya’nın topraklarını Atina da dahil Yunanistan’ın antik şehir devletlerinin çoğunu alarak genişletmişti. Philip’in bir tiyatroda suikasta kurban gitmesinin ardından İskender yirmi yaşında babasının tahtına geçti.

Kral olarak İskender, hayret verici bir dizi fethe imza atıp, o zamanlar Akdeniz’in çoğunu kapsayan bir imparatorluk yaratarak babasını aşmıştır. Başka hiçbir kral antik dünyada böylesi geniş bir coğrafyada egemenlik kuramamıştır. İskender’in orduları Makedonya’yı üs alarak Yunanistan, Suriye, Mısır, Mezopotamya ve Pers İmparatorluğu’nu istila ettiler. İskender, kral olduktan altı yıl sonra MÖ 330’da Pers kralı Darius’u yendi. En sonunda krallığını Hindistan’a kadar genişletti. Otuz üç yaşında, Babil antik şehrinde öldüğünde hükümranlığı aniden sona ermiş oldu.

İskender’in yarattığı imparatorluk onun ölümünden sonra devlet yöneticileri arasında paylaşıldı fakat Romalılar tarafından işgal edilene dek yüzlerce yıl varlığını sürdürdü. Fethedilen topraklarda İskender ve orduları farklı gelenekleri olan yeni medeniyetlerle karşılaşmışlardı. Yunanlılar, yenilen milletlerin kültürlerini basit bir şekilde yok etmekten ziyade benimsediler ve Helenizm olarak bilinen yeni, melez bir kültür ortaya çıktı. Tarihte ilk kez güneydoğu Avrupa’nın geniş bir kısmı ile Yakındoğu aynı dili konuşup tek bir kültürel altyapıyı paylaştı. Yunanca yüzyıllarca antik dünyada lingua franca, ortak dil oldu, Yeni Ahit kitapları başlangıçta Yunanca yazıldı. Ordularının hareketiyle ortaya çıkan kültürel maya belki de İskender’in modern dünyaya bıraktığı en anlamlı mirastır.

İskender, bugün hâlâ dünyanın ilgisini çekmektedir. Çağdaş tarihçiler onun acımasız komutanlığını, atlara duyduğu sevgiyi ve felsefe çalışmalarını incelemeye devam etmektedirler. Son zamanlarda İskender’in cinsel eğilimleri de merak konusu olmuştur.

EK BİLGİLER:

1. Babasının fetihleri, küçük bir çocukken İskender’in canını sıkıyordu. Plutarch’a göre, genç İskender, kral olduğunda kendisine fethetmek için çok az yer kalacak diye üzülüyordu.

2. Mısır’ı fethettikten sonra İskender, Akdeniz kıyısında kendi ismini verdiği bir düzine şehirden biri olan İskenderiye’yi kurdu. Yunanlılar İskenderiye’de binlerce parşömen barındıran devasa bir kütüphane inşa ettiler. Birkaç yüzyıl sonra kütüphanenin yanmasıyla beraber antik dünyaya ait birçok önemli bilgi de yok oldu.

3. İskender hırslı bir avcıydı. Günümüzde Özbekistan sınırları içerisinde kalan topraklarda, tek bir av sırasında aralarında aslanlar da olmak üzere 4000 hayvan avladığı söylenir. Antik Yunanlılar hayvanları avlamak için mızrak ve ağ dışında pek az şey kullanırlardı.

Parthenon

Parthenon

Ünlü devlet adamı Perikles tarafından siparişi verilen Parthenon, Yunanlıların Perslere karşı kazandığı zaferi kutlamak için MÖ 447 ile 432 yılları arasında inşa edilmiştir. Atina Akropolü’nde daha önceki tapınak alanı üzerine yerleştirilmiş, şehrin koruyucu tanrısı Athena Parthenos’a (Bakire Athena) adanmıştır. Bina, bugüne kadar gelebilenler arasında en iyi korunmuş Yunan tapınaklarından biridir.

Antik Yunanlı yazar Plutarch’a göre Parthenon mimar Ictinus ile Callicrates tarafından yapıldı. İçerideki on bir buçuk metre uzunluğundaki heykel, yapının dış bölümündeki birçok heykelin yapılışını da denetleyen klasik dönem heykeltıraşı Phidias tarafından yaratılmıştır.

Antik Yunan tapınakları genelde dikdörtgendir ve yapıya dört tarafından merdivenlerle erişilebilir. Parthenon’da olduğu gibi birçoğunun etrafı sütunlarla çevrilidir. Yunanlılar tapınak inşa ederken Dor, İyon veya Korint olmak üzere üç mimari üsluptan birine bağlı kalıyorlardı. Bu üsluplar değişen oranları ve oymalı başlıklarıyla kolayca ayırt edilebiliyorlardı. Belirli bir üslubun kurallarınca inşa edilen çoğu Yunan tapınağının aksine Parthenon iki üslubu, Dor ve İyon üsluplarını bir araya getirir. Mimarları aynı zamanda optik düzeltmelerden de faydalanmıştır; yani, yapının görünüşünü daha güzel bir hale getirmek için biçimini hafifçe bozmuşlardır. Örneğin, binanın zemini ve tavan hattına yukarı doğru yumuşak bir kavis verilmiştir, çünkü bu kısımlar dümdüz olsalardı çıplak gözle bakıldığında çökük gibi görüneceklerdi. Benzer şekilde, sütunların da alt kısımları üste nazaran kalın tutulmuş, böylelikle aşağıdan bakanların sütunları daha uzun olarak algılaması sağlanmıştır.

Başlangıçta Parthenon’un ahşap bir tavanıyla kiremit örtülü bir çatısı vardı ve parlak renklerle boyanmıştı. Sütunların üzerinde tapınağı baştanbaşa saran kare rölyefler veya metoplarda Yunanlıların Perslere karşı kazandıkları zaferlerin metaforları olan mitolojik savaş sahneleri betimlenmişti. Sütunların ardında ve binanın dört duvarı üzerinde, her yıl Athena Parthenos’un şerefine düzenlenen festivalleri tasvir eden aralıksız bir friz görülmekteydi.

Parthenon, Atina şehrinin düşmesinden sonra yüzyıllar boyu bir tapınak olarak kullanıldı. Altıncı yüzyılda bir kiliseye, ardından 1458 yılında Yunanistan’ı işgal eden Türkler tarafından camiye dönüştürülmüştür. Türklerin tapınakta muhafaza ettiği bir barut fıçısına savaş sırasında bir Venedik topunun isabet etmesiyle 1687’de binanın çoğu yıkılmıştır.

İstanbul’da görev yapan İngiliz elçisi Lord Elgin, Parthenon’un en iyi durumdaki heykellerini gemiyle İngiltere’ye götürmek için Osmanlı Devleti’nden izin almıştır. Sonunda Lord bu heykelleri İngiliz hükümetine satmıştır. Yunanlıların bu eserlerin iade edilmesi yönündeki çabalarına rağmen heykeller halen British Museum’da sergilenmektedir. Tapınaksa 1832’de Yunanlıların Atina’yı tekrar ele geçirmelerinden bu yana sayısız turist tarafından ziyaret edilmiştir.

29 Mart 2016 Salı

Sokrates

Batı felsefesinin kurucusu olarak kabul gören Sokrates (MÖ 470-399) hayatı boyunca tek bir kitap bile yazmamıştır. Bizler onu dolaylı olarak, yani sadece diğer insanların onun hakkında yazdıklarından tanıyoruz.

MÖ 5. yüzyılda Yunanistan’da, Atina şehir devletinde doğan Sokrates, Atina’nın girdiği savaşların birinde asker olarak kendini gösterdi ve sonraları Atina toplumunda sıra dışı bir şahsiyet oldu. Karşısına çıkan herkesle, özellikle de şehrin delikanlılarıyla sohbet ederdi. Tüm ülkeyi gezerek gençlere retorik ve diğer siyasi becerileri öğreten Sofistlerin aksine, Sokrates kimseden para almaz ve daha da önemlisi öğretecek hiçbir şeyi olmadığını iddia ederdi! Sokrates hakiki bilgiye sahip olmadığını ve eğer başkalarından daha bilgeyse, bunun yalnızca kendi cahilliğinin farkında olmasından kaynaklandığını belirtirdi.

Sokrates hakkında bilinenlerin çoğunu en bilinen öğrencisi Platon’a (MÖ 427-347) borçluyuz. Bu alandaki araştırmacıların çoğu Platon’un gençlik diyalogları Sokrates ve Sokrates’in felsefeye karşı tutumunun tarihsel olarak en doğru temsili olduğuna inanır. Bu diyaloglarda genellikle Sokrates bir şeylerin, örneğin adaletin ne olduğunu bildiğini iddia eden Atinalı bir vatandaşla karşı karşıya gelir. Ardından, iddia ettiği şeyi hiçbir şekilde bilmediğini ona kanıtlamaya koyulur.

MÖ 399’da Sokrates genç Atinalıları ‘doğru yoldan saptırmak’ suçundan yargılandı. Platon tarafından Sokrates’in Savunması diyalogunda kaydedilen duruşmasında Sokrates, sorgulanmayan hayatın yaşamaya değer olmadığına dair ünlü iddiasını ortaya atar. Masum olduğunu öne sürerek kendisini savunur ama suçlu bulunur. Bir tür zehir olan baldıran otunu içmeye zorlanarak ölüme mahkum edilir. Sokrates’in arkadaşları ve hayranlarıyla felsefe tartışarak geçen son saatleri Platon’un diyalogu Phaidon‘da dokunaklı bir biçimde belgelenmiştir.

EK BİLGİLER:

1. Pek çok hukuk fakültesinde profesörlerin halen kullanmakta olduğu Sokratik Yöntem, Sokrates’in öğrencilerini ısrarcı bir şekilde sorgulama tarzına dayanır.

2. Çağdaşlarının çoğu Sokrates’in çok çirkin olduğunu belirtmiştir.

3. Komedya yazarı Aristofanes (MÖ 448-380) Bulutlar adlı oyununda Sokrates’le dalga geçer.

Eratosthenes


Antik Yunan’da çoğu bilim insanı dünyanın yuvarlak olduğuna inanıyordu. Fakat hiçbiri, İskenderiye’nin baş kütüphanecisi Eratosthenes’in (MÖ 276-194) dünyanın büyüklüğünü ölçmek için dahiyane bir yöntem geliştirdiği MÖ III. yüzyıla dek onun ne kadar büyük olduğunu bilememiştir.

Eratosthenes, Mısır’da Asvan yakınlarında özel bir kuyu biliyordu. Yılın en uzun günü olan 21 Haziran günü tam öğle vaktinde güneş ışınları kuyunun dibine kadar ulaşıyordu. Bu, güneşin tam tepede olduğu anlamına geliyordu. Eratosthenes, eğer güneş Asvan’da tam tepedeyse, o zaman ışınların biraz daha kuzeyde olan İskenderiye’de belli bir açıyla yere düşmesi gerektiğini fark etti. Güneşin merkezden sapış açısını ölçebilirse, o zaman yeryüzünün büyüklüğünü tahmin etmek için gereken ipucuna sahip olacaktı. Bunun için, İskenderiye’de bir 21 Haziran günü güneş tam tepedeyken bir sopa aldı ve sopanın gölgesinin yere düşme açısını hesapladı.

Eratosthenes, bu açının iki şehir ile dünyanın merkezi arasındaki açıya eşit olduğunu biliyordu. Dolayısıyla, iki şehri birbirinden dünyanın kaçta kaçlık bir bölümünün ayırdığını belirleyebilmek için, bulduğu açı ölçüsünü bir dairenin iç açılarının toplamı olan üç yüz altmışa böldü. Cevap ellide birdi. Diğer bir deyişle, Asvan ve İskenderiye arasında elli defa gidip gelirseniz o zaman dünyanın çevresi kadar yürümüş olacaktınız.

Geriye kalan tek şey, iki şehir arasındaki mesafeyi tam olarak ölçmekti. Eratosthenes, şaşmaz bir şekilde eşit adımlar atmak için eğitilmiş profesyonel bir yürüyüşçü tuttu. Yürüyüşçünün adımlarının ölçüsünden yola çıkarak dünyanın çevresinin tahmini olarak 24.700 mil olduğunu tespit etti. Bugün Eratosthenes’in iki bin yıl önce geliştirdiği ilkeleri kullanan modern araçlar ekvatorun uzunluğunu 24.902 mil olarak hesaplıyor.

Eratosthenes’in zamanında bilinen dünya İspanya’dan Hindistan’a uzanıyordu. Eratosthenes dünyanın geri kalanını çok geniş bir okyanusun kapladığına inanıyordu. Okyanus bu denli devasa olmasaydı, Eratosthenes batıya doğru yelken açarak İspanya’dan Hindistan’a ulaşmanın mümkün olabileceğini düşünüyordu. Kristof Kolomb’a 1492 yılında o ünlü yolculuğa çıkmak için ilham veren de işte bu fikir oldu.

EK BİLGİLER:

1. Eratosthenes tarihi olayları kronolojik bir sıraya koymaya ciddi bir biçimde teşebbüs eden ilk tarihçiydi. Bugün ilkçağa dair tarihlerin çoğu için onun belirledikleri temel alınıyor.

2. Enlem, boylam, gam (müzik) ve asal sayılar gibi pek çok modern kavramı da Eratosthenes’e borçluyuz.

3. Eratosthenes’in zamanında bilim insanları ona “Beta” lakabını takmışlardı; ama içlerindeki en karizmatik kişi olduğu için değil. Eratosthenes’in o kadar fazla ilgi alanı vardı ki çağdaşları onu her şeye yüzeysel yaklaşan bir amatör olarak görüyorlardı. Onlara göre o ikinci sınıf biri, bir “beta” idi.

Nefertiti Büstü


Mısır sanatının en ünlü çalışmalarından biri olan kireçtaşından yapılmış Nefertiti büstü, 1912 yılında Alman arkeolog Ludwig Borchardt tarafından modern Mısır’daki Tell el-Amarna kasabası yakınlarında keşfedilmiştir. Büst antik çağ heykeltıraşlarından Thutmose’nin atölyesinde bulunmuş ve kırık çömlek parçaları gibi gösterilerek gizlice ülke dışına çıkarılmıştır.

Nefertiti, MÖ 1353 ile 1335 arasında Mısır’ı yöneten Firavun IV. Amenhotep’in gözde kraliçesiydi. Amentohep, yönetimi sırasında ismini “Güneş Tanrısı Aten’e hizmet eden” anlamına gelen Akhenaton olarak değiştirdi ve ahlaka vurgu yapan yeni, tektanrıcı bir dini benimsedi. Nefertiti, neredeyse kocasınınkine denk, yüksek bir mevkiye sahip oldu. Bazı uzmanlar yeni dinin arkasında onun olduğuna ve hatta bir süreliğine ülkeyi firavunla beraber yönettiğine inanmaktadır. Akhenaton’un ölümünden sonra o ve güçlü karısının neredeyse tüm izleri belki de reddettikleri dinin rahipleri tarafından yok edilmiştir.

Yaklaşık 50 santimetrelik ve 3400 yıllık Nefertiti büstü neredeyse hiç zarar görmemiş bir halde bulunmuştur. Büstün sadece kulakmemeleri kırıktır. Ancak bu eser tamamlanmadan bırakılmıştır, çünkü sol göz çukuru hiçbir zaman doldurulmamış gibi görünmektedir. Thutmose’nin bu büstü öğrencileri için bir model olarak kullanmış olması da muhtemeldir. Büstün kraliçeye mi benzediği, yoksa ideal bir güzelliği mi tasvir ettiği net olarak bilinmemektedir.

Discovery Channel tarafından desteklenen İngiliz arkeolog Joann Fletcher, 2003 yılında daha önceden keşfedilen bir mumyanın Nefertiti’ninki olduğunu öne sürerek tartışma yarattı. Önemli kanıtlar sunmasına rağmen, Mısırlı otoriteler onun iddialarını reddettiler.

Büst günümüzde Berlin’deki Neues Müzesi’nde görülebilir. Sadece Mısır’ın en tanınmış sanat eserlerinden biri değil, aynı zamanda kadın güzelliğinin de bir modeli olmayı sürdürmekte ve “Güzel olan geldi” anlamındaki Nefertiti ismine yeni bir anlam katmaktadır.

EK BİLGİLER:

1. II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde Nefertiti’nin büstü Berlin’in Sovyet işgali altındaki bölgesinden çıkarıldı ve kime ait olduğu konusunda büyük tartışmalar yarattı. Büst, 2005’te iade edildi.

2. Nefertiti adı bir google aramasında 472.000[1] sonuç veriyor. Bu, imajını yirmi birinci yüzyılda da gücünü koruduğunun bir göstergesidir.

3. Kendilerini “Little Warsaw” olarak adlandıran bir çift Macar sanatçı, şeffaf bir giysi giymiş, kafası olmayan bir kadın heykelinin üzerine Nefertiti’nin büstünü yerleştirerek yakın zamanda yeni bir tartışma yarattılar.

Ernest Hemingway


Yirminci yüzyılın en önemli Amerikalı yazarlarından çok azı Ernest Hemingway (1899-1961) kadar etkili olup taklit edilmiş, yine çok azı onun kadar kötülenmiştir. Romanları ve kısa öyküleri ile bilinen Hemingway, hayatı boyunca öyle tanınmış biri olmuş ve kendi hakkında öyle efsaneler yaratmıştır ki bazen bunları gerçeklerden ayırt etmek hayli zordur.

1899’da İllinois, Oak Park’ta dünyaya gelen Hemingway yazarlığa olan tutkusunu erken yaşlarda keşfetti. On sekiz yaşında Kansas City Star’da muhabir olarak çalışmaya başladı. Birkaç ay içinde I. Dünya Savaşı’nda, sonradan yaralanacağı İtalyan cephesinde Kızılhaç ambulans şoförü olarak göreve alındı. Savaştan sonra, Gertrude Stein gibi yurtdışında yaşayan, savaşın zalimliğinden dolayı hayal kırıklığına uğramış Kayıp Kuşak’tan diğer Amerikalı yazarlarla beraber uzun süre Paris’te yaşadı. Paris’te Hemingway kendi tarzını; görünüşteki basitliğiyle insanı yanıltan, yinelemeli, erkeksiliğinin bilincinde olan o yalın yazım tarzını iyice belirginleştirdi.

Kuzey Michigan’da ergenlik dönemindeyken geçirdiği yazlara ve sonraları Avrupa’ya yaptığı yolculuklara dayanan birçok kısa öykü yazdıktan sonra, Hemingway ilk ve en önemli romanı Güneş de Doğar’ı kaleme aldı (1926). Zamanını İspanya ve Fransa’da geçiren asi, genç bir Amerikalı hakkında olan bu kitap Hemingway’e anında şöhreti getirdi. Bu kitabı, I. Dünya Savaşı sırasında Amerikalı bir ambulans şoförü ile İngiliz bir hemşire arasındaki trajik aşkı konu alan Silahlara Veda (1929) ve İspanyol İç Savaşı sırasında bir gazeteci olarak çalışan Hemingway’in kendi işinden ilham alarak yazdığı bir gerilla hikâyesi olan Çanlar Kimin için Çalıyor? (1940) romanları izledi. Bu romanlardan ikincisinin baş karakteri, birçok kişinin “Hemingway’in ideal kahramanı” olarak nitelendirdiği, şiddet ve zorluklar karşısında merhamet ve asalet gösteren, hayal kırıklığına uğramış ancak acılara dayanıklı erkek karakteri örneklendirir.

Şöhreti artan Hemingway sadece savaş, boğa güreşi, avcılık, balıkçılık ve diğer bariz şekilde erkeksi konular hakkında yazmakla ünlenmiştir. Bazı eleştirmenler Hemingway’in eserlerini maço bir tutum sergilendiğini düşünerek görmezden gelse de, Yaşlı Adam ve Deniz (1952) adlı kısa romanın anlatımındaki tartışılmaz ustalık Hemingway’e 1954 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü’nü kazandırmıştır. Bu önemli başarısına rağmen, Hemingway son yıllarında sağlığını yitirmiş, depresyona gömülmüş ve nihayet 1961 yılında bir tüfekle intihar etmiştir. Ancak, modern roman tarzı üzerindeki etkisi varlığını sürdürmektedir.

EK BİLGİ:

1. Her yıl düzenlenen Hemingway Taklit Yarışması’na, yazarın kolay anlaşılır tarzına dalgacı bir üslupla yaklaşan yüzlerce başvuru yapılmaktadır. Önceki yıllarda ödül alan kitap başlıklarından bazıları The Old Man and the Flea (Yaşlı Adam ve Bit) ve For Whom the Cash Flows? (Paralar Kimin için Akıyor)‘dur.

Görünüş ve Gerçeklik



Tarih boyunca felsefenin en önemli konularından biri görünüş ile gerçeklik arasındaki ayrım olagelmiştir. Bu ayrım, Yunan filozofu Sokrates’ten (MÖ 469-399) önce yaşadıkları için “Sokrates Öncesi Filozoflar” olarak adlandırılan erken dönem filozoflarının görüşlerinin merkezinde yer alıyordu.

Sokrates Öncesi Filozoflar gerçekliğin nihai doğasının görünen şeklinden büyük ölçüde farklı olduğuna inanmışlardı. Örneğin, Thales adındaki bir filozof görünüşler değişse de tüm gerçekliğin nihayetinde sudan oluştuğu görüşündeydi; Herakleitos ise dünyanın ateşten meydana geldiğini düşünüyordu. Dahası, Herakleitos her şeyin devamlı olarak hareket halinde bulunduğunu ileri sürüyordu. Diğer bir düşünür Parmenides ise hiçbir şeyin gerçekte hareket etmediği ve görünen tüm hareketin bir yanılsama olduğu konusunda ısrarcıydı.

Sokrates Öncesi Filozoflar tüm gerçekliğin nihayetinde temel bir ana maddeden yapılmış olma ihtimali üzerinde durdular. Ve eleştirel olmayan, günlük gözlemlerin bize dünyanın genellikle aldatıcı bir resmini sunduğundan şüphe duydular. Bu nedenlerden dolayı, onların görüşleri çoğu zaman felsefe kadar modern bilimin de öncüsü olarak görülmektedir.

Sonraki dönemlerde Platon, Spinoza ve Leibniz gibi birçok filozof bu geleneğin takipçisi oldular ve gerçekliğe sıradan, genel dünya görüşünden daha yakın olduklarını iddia ettikleri, alternatif gerçeklik modelleri ortaya koydular.

28 Mart 2016 Pazartesi

Ulysses


Ulysses

James Joyce’un Ulysses (1922) adlı eseri yirminci yüzyılda yazılmış en önemli İngilizce roman sayılmaktadır. Homeros’un Odysseia’sını İrlanda’nın Dublin kentinde geçen tek bir güne, 16 Haziran 1904’e uyarlar ve Odysseus’u, günü getir götür işleriyle geçirip geç saatlerde evine dönen, yaşlanmaya yüz tutmuş, boynuzlanmış bir reklam satıcısı olan Leopold Bloom’un aldatıcı görünüşünde canlandırır.

Bloom mütevazı ve sıradan görünmesine rağmen, tanıştığı tuhaf karakterlerin hemen hemen hepsine merhamet, bağışlayıcılık ve cömertlik gösteren kahraman bir kişilik olarak ortaya çıkar. Göze çarpmayan, alelade davranışlarıyla belki de modern dünyada ancak mümkün olabilen, basit kahramanlıklarda bulunur. Çoğunluğun Katolik olduğu İrlanda’da bir Yahudi olarak kendisini dışlanmış hissetse de iyimser kalmaya devam ederek güvensizliklerini bertaraf eder.

Ulysses karakterlerinin inanılmaz zengin portreleri, diğer edebi ve kültürel eserlere yaptığı şaşırtıcı göndermeler ve dile kazandırdığı pek çok yenilikle ünlenmiştir. Joyce roman boyunca tiyatrodan eski İngilizceye ve reklam metinlerine kadar çeşitli edebi türler ve yapılar üzerinde durur. Roman belki de en çok bilinç akışı yönteminin, yani Joyce’un karakterlerin aklından geçenleri herhangi bir şekilde düzenleyip sıraya koymaksızın oldukları gibi verme girişiminin yaygın kullanımıyla ünlüdür. Bu teknik modern edebiyata damgasını vurmuştur ve eserlerinde bu tekniği kullanan Virginia Woolf ve William Faulkner gibi sayısız yazarı da etkilemiştir.

Ulysses’in, özellikle Bloom’un eşi Molly’nin düşüncelerinin dile getirildiği ünlü son bölümünün, zorlayıcı bir okuma olması şaşırtıcı değildir. Molly’nin hayalleri 24.000’den fazla kelime ile anlatılır ve sadece sekiz cümlede yer alır. Zor bir bölüm olsa da bu bölümde, özellikle de Molly’nin sadakatsizliğine rağmen eşine duyduğu sevgiyi ortaya koyan son satırlar, Joyce’un en lirik ifadeleri olarak kendini gösterir:

“ve bana sordu yapıp yapamayacağımı evet dedim evet benim dağ çiçeğim ve önce kollarımı ona doladım evet ve onu kendime çektim böylece göğüslerimdeki parfümü hissedebilirdi evet ve kalbi deli gibi çarpıyordu ve evet dedim evet diyeceğim,”

Entelektüelin Kutsal Kitabı

27 Mart 2016 Pazar

Son Paragraf



Son olarak, aşırılık yerine yeterliliği kabul edip bu şekilde yaşamak, kültürel anlamda insanın yuvası olan yere dönüş olanağını sunmaktadır Eski aile, toplum, iyi çalışma ve iyi yaşam düzenine dönüş; yeteneğe, yaratıcılığa ve yaratılışa gösterilen hürmete dönüş; günbatımını izlemeye ve su kenarında yürüyüş yapmaya olanak verecek kadar yavaş bir günlük ritme dönüş; içinde bir yaşam geçirmeye değecek toplumlara ve nesillerin anılarıyla dolu olan yerel mekanlara dönüş. Belki de Henry David Thoreau, Walden Pond'un yanında defterine şunları karalarken haklıydı "Bir insan, kendi haline bırakmayı başarabildiği şeyler oranında zengindir." 

Zaman denilen nehirde yıkanmak.


İnsanın en kalıcı olarak öğrendiği bilgi yaşayıp gördüğü bilgidir.Zaman nehir gibidir.Aslında hep kızarız ona ama zaman olmasa insanların gerçek yüzleri ortaya çıkmazdı.

Zaman denilen nehirde yıkanmak acı doludur ancak eğer unutulmazsa tecrübeye dönüşür.İnsan hayatında önce kendini kaybetmemeli yoksa herkes insan zaten.

İnsan denilen kelimenin yanına eğer bugün karakteri koyamıyorsak zaten bitmişiz demek değil midir?

Bazen verilen bir söz bizi insan kılar.Bazen o sözü unutmak ve yaşamaya devam etmek.Peki insan kendi içinde neden sorgulamaya çekemez kendisini.Çünkü kendisinden kaçar.Kaçılan en büyük varlıktır aslında insanın kendisi.Sanki bir yere ulaşacak gibi kaçar ancak zaman onu yakaladığında belki her şeyi anlar. 

Anlamadığında ise zaman ona her şeyi yavaş yavaş anlatacaktır elbet.Kesin olan budur aslında.Yaşamak karakterli ve insan olarak yaşamak ve öyle kalabilmek en önemlisidir.Yoksa sizi diğer insanlardan farklı kılan yüzünüz eliniz cebiniz değildir.Çünkü herkes ölür bu dünya denilen ilginç kavramda.

Düşünsenize öldükten sonra arkanızdan birilerinin konuştuğunu.Önemli değil benim için dersiniz değil mi ? En başta böyle diyebilirsiniz.Ancak sonradan bir şeyler değişir içimizde.

Hayat en büyük maceramız galiba.

s.yücelgür

26 Mart 2016 Cumartesi

Para



" Para bir insanı hiçbir zaman mutlu etmedi, etmeyecek de. Paranın yapısında mutluluk sağlayacak  hiçbir şey yoktur. Bir insan ne kadar fazla şeye sahipse, o kadar daha fazla şey ister. Para, bir boşluğu doldurmak yerine yeni bir boşluk yaratır." sözlerini yazan, Benjamin Franklin'in ta kendisidir. Tasarruf yapmak yerine tüketmek, ancak bu yüzyıl içinde bir yaşama biçimi olarak kabul görmüştür. Simon Nelson Patten 1907'de, "Yeni ahlak kuralları tasarruf etmekten değil, tüketimin artırılmasından oluşuyor." dediğinde hala yerleşik inançlara karşı geldiği düşünülmekteydi.

23 Mart 2016 Çarşamba

'' Çağdaş kinikler '' Ne Kadarı Yeterli ? Alan DURNİNG


Çağdaş kiniklerin, daha kısa çalışma saatlerinin yalnızca televizyon izleyerek geçirilen daha fazla vakit yaratacağı anlamına geldiğini öngörmelerine rağmen, bunun tam tersine inanmak için pek çok sebep vardır. Birçok kişi için televizyon izlemek, yaratıcı enerjileri düşük olduğunda, daha çok hoşa giden bir şey yapamayacak kadar yorgun olduklarında yaptıkları bir şeydir. Avrupalılar, Amerikalılardan hem daha az çalışmakta, hem de daha az televizyon izlemektedirler; Japonlar ise, hem daha fazla çalışmakta, hem de daha fazla televizyon izlemektedirler. Daha önceki bir dönemde kinikler ve çalışanlar boş zamanlarını içki içerek ve kumar oynayarak harcamaktaydılar; fakat W.K. Kellogg şirketi, ABD'deki Büyük Kriz sırasında işgününü sekiz saatten altı saate indirdiğinde, toplumsal girişimler çoğalmıştır. Bu dönemle ilgili olarak çağdaş gözlemci Henry Goddard Leach şunları fark etmiştir "Bahçecilik artıyor ve toplum güzelleşiyordu... Atletik sporlar ile hobiler giderek daha çok rağbet görüyordu... Kütüphanelerin iyi müşterisi vardı... ve bu talihli işçilerin zihinsel altyapıları... zenginleşiyordu."

Ne Kadarı Yeterli ? Alan DURNİNG

22 Mart 2016 Salı

GENERAL MOTORS NAZIS


Kitabın kapağına konulan fotoğraf bile tek başına herşeyi anlatmaya yeterliydi.Bulgular şaşırtıcıydı: Amerikan General Motors,Avrupa'nın en büyük otomobil fabrikası olan Alman Opel'i 1920'lerde satın almış: II.Dünya Savaşı'na dek elinde tutmuş Alman ordusunda kullanılacak sayısız uçak ve tank Amerikalıların sahibi olduğu bu fabrikada üretilmişti.

Türkiye'nin Siyasi İntiharı Cengiz ÖZAKINCI 264.Sayfa

Türklerde Kut İnanışının Günümüze Yansımaları



Türklerde Kut İnanışının Günümüze Yansımaları
Salih Yücel Gür tarafından gönderildi 22 Mart 2016 Salı

Osmanlı Şehzadeleri

Osmanlı şehzadeleri en çok boğularak öldürülmüştür.Bu yöntemin kullanılmasının sebebi ise hanedana bağlı olan hanedan ile akraba olan insanların kanlarının dahi akıtılmasının yasak olmasıdır.

Kaldı ki bu inanış Eski Türklerde Kut İnanışı olarak ortaya çıkmış ve Osmanlı'da da bu inanış devam ettirilmiştir.

Detaylar bu yüzden önemlidir.

Salih Yücel Gür

Fotoğraf eski Türkler'de Tuğ...



14 Mart 2016 Pazartesi

Görgü Etik İlerleme


'' Görgü ''  kelimesinin anlamı 

Bir toplum içinde var olan ve uyulması gereken saygı ve incelik kurallarına görgü denir. 

► '' Etik ''  kelimesinin anlamı

Etik sözcüğü, Yunanca "karakter" anlamına gelen "ethos" sözcüğünden türetilmiştir.

Etik: İnsanların kurduğu bireysel ve toplumsal ilişkilerin temelini oluşturan değerleri, normları, kuralları, doğru-yanlış ya da iyi kötü gibi ahlaksal açıdan 

araştıran bir felsefe disiplinidir.

     Bana göre bir toplumun en aydın kesimi öğretmenlerdir.Bunu söylerken akrabalarımın ya da en iyi arkadaşımın öğretmen olmasından değil.Gerçekten öğretmenlerin aydın bir kesim olmasından bahsediyorum.Ancak ülkelerin ekonomik durumlarına ve toplumlarına göre öğretmenlerin de arada etiksiz ve görgüsüz davranışlar sergilediği görülebilmektedir.

   Normal bir vatandaşın etiksiz yada görgüsüz bir davranışı sergilemesi o kadar göze çarpmaz belki.Çünkü onlarda bilinç dediğimiz kavram tam anlamıyla yerleşmemiş yada sonradan görmüş bir insan olabilir.Ancak toplumumuzda ne yazık ki en aydın olması gereken kesim yani öğretmenlerimizde bu olay belirdiğinde ise toplum zaten zıvanadan çıkmaktadır.

    Öğretmenin ne yaparsa sende onu yaparsın.Eğitimde gerçekten ailenin katkısı büyüktür.Ancak bir yaştan sonra bir öğretmenin bir bireye katkısı daha büyüktür.Biz bireylerimizi sorgulamayan ve düşünmeyen kişiler olarak yetiştiren bir toplumuz.Bu yüzden öğretmenlerimiz de topluma uyarak öğrencilerini böyle yetiştirebiliyor.Böylelikle toplum kötü durumda iken vasat duruma kadar düşüyor.

     Bireyler arasında saygı neden gereklidir ? 

     Bireyler arasında saygının gerekliliği insanların kendisinden kaynaklanan bir durumdur.Yani her insan kendisine saygı duyulmasını ister ancak eğer bir toplum bu saygıyı makam mevki para v.b gibi küçük kavramlara sıkıştırdığında en tepeden tutunda en aşağıya kadar o toplumun ilerlemesi tıkanır.

     İlerlemek nedir  ? 

     İlerlemek insanların dünden bugüne daha hızlı düşünmesi daha hızlı karar vermesi etik olmayanı onaylamamasıdır.İlerlemek budur.İlerlemek görmek demektir bakmak demek değildir.İlerleyen toplumların devletleri de ilerler bireyleri de aynı oranda ilerler.Ancak biz ilerlemeyi para kazanma, kısa yoldan zengin olma olarak tanımlamakta ve toplumumuzun ilerlemesine kendi bireylerimizin dahil olmamasını sağlıyoruz.

     Bir öğretmenin kaldırıma araç park etmesi demek.Bir sınıfın da bu düşünceden gideceği demektir. Bu sınıfın yetiştirdiği bireyler de kaldırıma araç park edeceklerdir demektir.Bakınız bir kişinin hatası toplumda ne kadar büyük bir hataya yol açtı.Bu sadece bir örnek ancak her türlü konuya uyarlanabilir.Örneğin yola çöp atmak.

     Artık toplumumuz görgü ve etik denilen kavramlar ile tanışmak zorundadır.Eğer ilerleme ve çocuklarımıza gerçekten güzel bir ülke bırakabilmek istiyorsak...

Salih Yücel GÜR

8 Mart 2016 Salı

Ne Kadarı Yeterli ? Alan Durning '' III. Tüketimin Sözde Ödülleri ''



III. Tüketimin Sözde Ödülleri

Bundan 23 yüzyıl önce Aristoteles, istekler tatmin edildikçe yerlerine yenilerinin nasıl geldiğini, "insanoğlunun hırsı doymak bilmez." diyerek açıklamıştır. Bu gözlem, ekonominin ilk kuralını oluşturmaktadır ve insan deneyimlerinin çoğuyla da doğrulanmıştır. İsa'dan bir yüzyıl önce, Romalı düşünür Lucretius şöyle  yazmıştır "Meşe palamutlarından aldığımız zevki kaybettik. Böylece yeşilliklerle çevrili ve yapraklarla dolu o sedirleri de terk ettik. Bu yüzden vahşi hayvanların kürklerini giymenin modası geçti... Dün deriler, bugünse mor (Mor, kraliyeti simgeleyen bir renk olduğu için seçilmiştir) ve altın. Bu tür şeyler insan yaşamını acılaştıran ucuz aksesuarlardır."

Yaklaşık 2000 yıl sonra Leo Tolstoy, Lucretius'un düşüncesini tekrar etmiştir "Dilencisinden milyonerine kadar tüm insanlar arasında sahip olduğuyla yetinen birini arayın; bin kişide bir kişi bile bulamazsınız... Bugün bir palto ve bir çift çizme almak zorundayız, yarın bir saat ve zincir; bir sonraki gün, kanepesi ve bronz lambası olan bir daireye taşınmamız gerekir; sonra halılarımız ve kadife elbiselerimiz olmalıdır; sonra da atlarımız, at arabalarımız, tablolarımız ve süs eşyalarımız."

 Zenginliğin tarihini inceleyen çağdaş araştırmacılarda aynı fikirde birleşmektedir. Bir petrol servetine sahip olarak doğan Lewis Lepham, yıllardır insanlara mutlu olmak için ne kadar paraya ihtiyaçları olduğunu soruyor. Lepham "Gelirlerinin ne olduğu önemli değil," diye belirtiyor, "üzüntü verecek kadar çok sayıda Amerikalı, kazandıklarının iki katına sahip olsalar, Bağımsızlık Bildirisi'nde vaat edilen mutluluk malikanesinin varisleri olacaklarına inanıyor. Yılda 15 bin dolar alan birisi, acısını yılda yalnızca 30 bin doları olsa hafifletebileceğinden emin; yılda 1 milyon dolar kazanan ise, yılda 2 milyon doları olsa her şeyin yolunda gideceğini biliyor..." Lepham sözlerini şöyle tamamlıyor "Hiç kimse, hiçbir zaman yeterli paraya sahip değil."

 İnsanların arzuları sonsuza kadar artabildiği sürece, tüketim tatmin sağlamaktan acizdir ki bu da, ekonomi kuramının ihmal ettiği bir sonuçtur. Aslında toplumbilimciler yüksek tüketime sahip toplumların, aynen yüksek yaşam standardına sahip bireyler gibi, tatmin elde edemeden giderek daha fazla tükettiğine ilişkin çarpıcı ipuçları bulmuşlardır. Tüketim toplumunun cazibesi güçlüdür, hatta dayanılmazdır, fakat aynı derecede de yüzeyseldir.

Doların bu günkü değeriyle ölçüldüğünde, dünyadaki insanların 1950'den bu yana, daha önceki tüm nesillerin tükettiği kadar mal ve hizmet tüketmiş oldukları görülür. 1940'dan beri yalnızca Amerikalılar, dünyanın mineral kaynaklarını kendilerinden önceki herkesle eşit oranda kullanmışlardır. Yine de bu tarihi, muazzam tüketim çağı, tüketici sınıfını daha mutlu etmekten aciz kalmıştır. Chicago üniversitesi ulusal Kamuoyu Araştırma Merkezi'nin düzenli olarak yaptığı araştırmalar, örneğin şu anda 1957'dekinden daha fazla sayıda insanın "çok mutlu" olduğunu belirtmediğini ortaya çıkarmıştır. Gayri safi milli hasılanın ve kişi başına düşen özel tüketim giderlerinin yaklaşık iki katına çıkmış olmasına rağmen, nüfusun "çok mutlu" bölümü ellilerin ortasından bu yana üçte bir civarında değişmiştir.

 1974'te yapılan önemli bir çalışma, Nijeryalıların, Filipinlilerin, Panamalıların, Yugoslavların, Japonların, İsraillilerin ve Batı Almanların tümünün mutluluk ölçeğinde kendilerini ortaya yakın bir yere koyduklarını ortaya çıkarmıştır. Maddi zenginlik ile mutluluk arasında bir ilişki kurma çabasından çekinen düşük gelirli Kübalılar ve zengin Amerikalılar kendilerini normalden çok daha mutlu olarak değerlendirmişlerdir ve Hindistan ile Dominik Cumhuriyeti vatandaşları da kendilerini az da olsa mutlu kabul etmektedirler. Psikolog Michael Argyle, "zengin ve çok yoksul ülkelerde bildirilen mutluluk düzeyleri arasında çok az fark vardır." diye yazmaktadır.


Gelir ile mutluluk arasındaki ilişki mutlak değil, görecelidir. İnsanların tüketimden duydukları mutluluk, komşularının tükettiğinden ya da kendilerinin geçmişte tükettiklerinden daha fazla tüketip tüketmediklerine bağlıdır. Bu yüzden ABD, Birleşik Krallık, İsrail, Brezilya ve Hindistan gibi çeşitli toplumlardan derlenen veriler en üst gelir düzeyinde bulunan tabakanın orta tabakadan biraz daha mutlu olduğunu ve tabandaki grubun da daha az mutlu olduğunu göstermektedir. Herhangi bir toplumdaki üst sınıf, hayatından, alt sınıfa oranla daha fazla memnundur; fakat çok daha yoksul ülkelerin üst sınıflarından -ya da daha az zengin olan geçmişteki üst sınıflardan- daha fazla memnun değildir. Bu yüzden tüketim, herkesin kendi statüsünü kimin önde ve kimin geride olduğuna göre belirlediği sıkıcı bir iştir.

Bu sıkıcı iş bazı absürd sonuçlar doğurmaktadır. Seksenlerin ortasında, kumarhanelerin yaygın olduğu yıllarda, örneğin, yılda "yalnızca" 600 bin dolar kazanan pek çok New Yorklu yatırım bankacısı kendisini yoksul hissetmiş, endişe ve kendine güvensizlik duymuştur. 600 bin dolardan azıyla Joneslar'la rekabet etmekten acizdirler. Ümitsiz bir işadamı şöyle sızlanmaktadır "Ben bir hiçim. Anlıyor musunuz, bir hiç. Yılda 250 bin dolar kazanıyorum, fakat bu bir hiç ve ben de bir hiçim."

Bu tür aşırı hassasiyetler uzaktan katıksız bir hırsı yansıtıyormuş gibi görünmektedir; fakat yakından bakıldığında, daha çok insanların toplumsal doğasının belirtileri gibidirler. Bizler, sahip olmaya gereksinim duyan varlıklarız. Tüketim toplumunda başkaları tarafından değer verilme ve saygı duyulmaya olan bu gereksinim, tüketim aracılığıyla dışa vurulmaktadır. Bir Wall Street bankacısının New York Times'a anlattığı gibi, "Net değer, kişinin kendine verdiği değere eşittir." Bir şeyler satın almak hem kendini beğenmenin bir kanıtı (bir şampuan reklamında "Ben buna değerim" sözleri geçmektedir), hem de toplum tarafından kabul görmenin bir yoludur. Bu yüzyılın başındaki iktisatçılardan Thornstein Veblen'in "maddi görgü" diye tanımladığı şeyin bir işaretidir. Fazla tüketim, bu kabul görme arzusuyla güdülenmektedir Doğru giysileri giymek, doğru arabayı kullanmak ve doğru semtlerde yaşamak, kısaca "Ben iyiyim ve gruba dahilim" demenin yollarıdır.

Aynı şekilde tüketimin verdiği tatmin, başkalarına yetişmek ya da onları geçmek ve hatta bir önceki yılı aşmakla mümkün olur. Bu yüzden bireysel mutluluk daha çok, tüketimi belirtilen biçimdeki yüksek tüketimden daha yukarı çıkarmanın bir işlevidir. Stanford üniversitesi iktisatçısı Tibor scitovsky'ye göre bunun sebebi tüketimin alışkanlık yapıcı olmasıdır. Her lüks, kısa sürede bir gereksinim haline gelmektedir ve yeni bir lüksün bulunması gerekmektedir. Bu durum, bir radyoyu siyah-beyaz bir televizyonla değiştiren genç Çinli fabrika işçisi için olduğu kadar, bir BMW’yi bir Mercedes ile değiştiren genç Alman yönetici için de aynı derecede geçerlidir.

Lüksler, nesiller geçtikçe de gereksinimler haline gelmektedir. İnsanlar mevcut maddi konforlarını çocukluklarında kurulan standartla ölçmektedirler. Böylece her nesil, tatmin olmak için bir önceki neslin sahip olduklarından daha fazlasına gereksinim duymaktadır. Bu süreçte, refah birkaç nesil sonra yoksulluk olarak nitelendirebilir. ABD'deki ve Avrupa'daki varoşlarda, yüzyıllar öncesinin mahallelerinde yaşayanları hayrete düşürecek televizyon gibi şeyler vardır; fakat bu, ne tüketici sınıfının kenar mahallelerde yaşayanlara yönelttiği küçümsemeyi azaltmakta, ne de modernize olmuş yoksulların duyduğu acıyı hafifletmektedir.

Sürekli yükselen tüketim standartları karşısında toplum gerçekten tatminsizdir. "uygun" bir yaşam standardının -tüketim toplumunda iyi durumda olan bir bireyin yaşam gereksinimlerinin- tanımı durmadan yukarıya doğru kaymaktadır. Ebeveynleri en son çıkan video oyununu almamış olan çocuk, arkadaşlarını eve davet etmekten utanır. Otomobili olmayan gençler, kendilerini yaşıtlarıyla eşit hissetmezler. İktisatçıların kısa formülüyle; gereksinimler toplum tarafından belirlenir ve ekonomik gelişme oranında yükselir."

Tüketim ile tatmin arasındaki ilişkiler bu yüzden karmaşıktır ve zaman içinde ve toplumsal normlarla yapılan karşılaştırmaları içermektedir. Bununla beraber, mutluluk üzerinde yapılan çalışmalar, çok daha az karmaşık olan bir gerçeği göstermektedir. Yaşamdaki mutluluğun başlıca belirleyicileri tüketimle hiç bağlantılı değildir. Bunlar arasında en önemlileri, aile yaşamında, özellikle de evlilikte tatmin, ardından işte tatmin, becerileri geliştiren boş zaman uğraşları ve arkadaşlıklardır.

Tüm bunlar mutluluğu belirlemede gelirden daha fazla öneme sahip etkenler olarak sıralanırlar. Bundan ironik bir sonuç ortaya çıkar; örneğin aniden zengin olmak insanları perişan edebilir. Milyon dolarlık piyango talihlileri genellikle toplumsal ağlarından soyutlanmakta, çalışmanın daha önce yaşamlarına kazandırdığı yapıyı ve anlamı kaybetmekte ve kendilerini yakın arkadaşlarına, hatta ailelerine yabancılaşmış bulmaktadırlar. Aynı şekilde, Scitovsky gibi araştırmacılara göre gelir düzeyleri yüksek olanların mutluluk düzeylerinin de yüksek olmasındaki en büyük etken, bu kişilerin beceri gerektiren ve çalışan kesimin rutin işlerinden daha ilginç olan işlerde görev alıyor olmalarıdır. İdareciler, müdürler, mühendisler, danışmanlar ve diğer profesyonel seçkinler daha iddialı ve yaratıcı işlere sahiptirler ve dolayısıyla iş hiyerarşisinde alt sıralarda bulunan kişilere oranla daha fazla psikolojik ödül almaktadırlar.

Oxford üniversitesi psikologlarından Michael Argyle'ın kapsamlı çalışması Mutluluğun Psikolojisi, şu sonuca varmaktadır "Mutlulukta gerçekten fark yaratan yaşam koşulları şu üç kaynağın kapsadıklarıdır; toplumsal ilişkiler, iş ve boş zaman uğraşları. Bu alanlarda tatmin edici bir durumun sağlanması ne mutlak, ne de göreceli olarak zenginliğe pek dayalıdır." Aslında bazı bulgular, özellikle evlerdeki ve toplumlardaki toplumsal ilişkilerin tüketim toplumunda ihmal edildiğini öne sürmektedir; boş zaman uğraşları da tüketici sınıfında pek çok kişinin tahmin ettiğinden daha kötü durumdadır.

Tüketim toplumunun yıpranan toplumsal dokusu, ölçülmesi mümkün olmasa da, yaşı daha büyük olan kişilerle yapılan görüşmelerde kendini etkileyici biçimde ele vermektedir. 1978 yılında araştırmacı Jeremy seabrook, İngiltere'de çalışan sınıftan çok sayıda yaşlı kimse ile refahı artırma deneyimleri üzerine röportajlar yapmıştır. Tüketimden sağlanan muazzam kazançlara ve ebeveynleri ile büyük ebeveynlerinin asla umut edemeyeceği maddi rahatlıklara rağmen bu kişiler memnun olmak yerine hayal kırıklığına uğramışlardır. Araştırmaya katılanlardan biri Seabrook'a şunları anlatmıştır "İnsanlar tatmin olmuyorlar, yalnızca neden tatmin olmadıklarını bilmiyormuş gibi görünüyorlar. Hayal edebildiğimiz tek tatmin olma şansı, şu anda sahip olduğumuzdan daha fazlasını elde etmek.   Fakat hepimizi tatminsiz yapan şey de şu anda sahip olduklarımız. Daha fazlası neye yarayacak? Bizi daha fazla tatmin mi edecek, yoksa daha fazla tatminsiz mi kılacak?"

Seabrook'un görüştüğü yaşlılar, tamamen maddiyatçı bir dünyaya kapılmış olarak gördükleri çocukları için endişelenmektedirler. Anlayamadıkları bir şekilde insafsız görünen vandallardan, soygunculardan ve tecavüzcülerden korkmaktadırlar. Kendilerini komşularından soyutlanmış ve toplumlarından ayrı hissetmektedirler. Onlara göre bolluk, bir zamanlar maddi sıkıntıların geliştirdiği karşılıklı dayanışma bağlarını koparmıştır. Sonuç olarak her biri günlerini kendi oturma odalarında televizyonlarını izleyerek geçirmektedirler.

Günlük geçimi sağlamak üzere kurulan karşılıklı bağımlılık ilişkisi -tüketici sınıfına ulaşmamış olanlar için yaşamın temel özelliklerinden biri- insanları kişisel yakınlığın asla sağlayamayacağı şekilde birbirine bağlamaktadır. Daha önceleri aile üyelerinin ve yerel girişimin hakim olduğu bölgelere ticari toptan eşya pazarının kapsamlı biçimde girmesiyle birlikte bu tür bağlar da kopmuştur. Tüketici sınıfının üyeleri, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir kişisel bağımsızlık yaşamaktadırlar. Birbirimize olan bağlılığımız da bununla birlikte azalmaktadır. Yüzyılın ortalarından beri ABD'de komşular ve arkadaşlar arasındaki teklifsiz ziyaretler, aile sohbetleri ve aile yemeklerinde geçirilen zaman azalmıştır."

Gerçekten, şu andaki genç Amerikan kuşağı, iyi ebeveynler olmanın istenen şeyleri bol miktarda sağlamakla eşdeğer olduğuna inanmaktadır. Bir aile kurmak, onlar için hala yaşamda önemli bir hedef olmaya devam etmektedir, fakat çocuklarıyla vakit geçirmek konusunda aynı şey söz konusu değildir. Los Angeles Kaliforniya üniversitesi'nden Eileen Crimmins ile çalışma arkadaşlarının yaptığı bir alan araştırmasına göre Amerikalı lise son sınıf öğrencileri, "çocuklarıyla daha fazla vakit geçirmeyi" değil, "çocuklarına kendilerinin sahip olduklarından daha iyi fırsatlar vermeyi" çok istediklerini ifade etmektedirler. Liselilere göre "daha iyi fırsatlar", "daha fazla mal" anlamına geliyor gibi görünmektedir. Population and Development Review'da yazan araştırmacılar şöyle demektedirler "Mutlu bir çocuk için tasarımcı etiketli giysilerin ve bilgisayarlı video oyunlarının 'temel' ihtiyaçlar olacağı on yıl önce kimin aklına gelirdi?"

 Geçtiğimiz yüzyıl boyunca toptan eşya pazarı, daha önceleri evde yerine getirilen üretimsel görevleri giderek artan bir miktarda üstlenerek, insanların uygulamada birbirlerine olan karşılıklı güvenini azaltmıştır. Daha çok paraya, fakat az zamana sahip olan bizler, tercihlerimizi günden güne hazır, paketlenmiş gıdaların, mucizevi temizlik ürünlerinin ve peçetelerden fotoğraf makinelerine kadar kullanılıp atılabilen her şeyin konforundan yana kullanmaktayız.

 Ev ekonomisindeki bu dönüşümün bir nedeni de, tüketici sınıfı kadınlarının can sıkıcı ev işlerinden kendilerini kurtarmış olmalarıdır; fakat erkekler boşluğu doldurmak için müdahale etmemişlerdir. Bunun yerine ev işleri, bedeli kadınların yeni işlerinden elde ettikleri kazançlarla ödenerek satın alınmak üzere toptan eşya pazarına kaymıştır. Hem erkekler, hem de kadınlar ev ekonomisini altüst ederek evi terk edince ev işlerinin yönü para ekonomisine doğru değiştirmiştir.

 Ev işlerindeki cinsiyete dayalı eşitsizlik devam etmektedir ve değişen tek şey, ev idaresinin bir ortak üretim ve tüketim biriminden pasif, tüketici bir kuruma dönüşmesi ile kadınların toplam iş yükünün artmasıdır. Örneğin, düzinelerce "işgücünden tasarruf eden" ev aletine rağmen, altmışların başında yaşayan Amerikalı kadınların ev işlerine harcadıkları süre, yirmilerde büyükannelerinin harcadığı süreye eşittir. Ayrıca 1965'ten bu yana Amerikalı kadınlar ev işi yaptıkları saatleri bir derece azaltmışlarsa da, bunların birçoğu ev dışında da çalışmaya başlamışlardır. Öte yandan, Amerikalı erkeklerin ev işi yaptıkları saatler 1965'ten bu yana pek artmamıştır. İngiltere'den alınan veriler, orada da benzeri bir gidişin söz konusu olduğunu göstermektedir.

Ev ekonomisinin ticarileşmesi, doğal dünyaya pahalıya mal olmuştur. Evden dışarıya kayan can sıkıcı ev işlerinin yapılması için daha fazla kaynak gerekmektedir. Gömleklerin ticari işletmelerde ütülenmesi, çamaşırhaneye, genellikle arabayla, iki defa gitmeyi gerektirir. Paket servisli lokantalardan ya da dondurulmuş gıda bölümlerinden alınan gıdalar, bir aileyi beslemek için kullanılan paket malzemesini ve nakliyede kullanılan enerjiyi artırmaktadır.

Tüketim toplumundaki ideal ev idaresinde bizler kendimiz için pek az şey yapmaktayız Yemeğimizi baştan sona kendimiz pişirmiyoruz (Amerika'nın tüketici gıda bütçesinin % 55'i lokanta yemeklerine ve yenmeye hazır kolay besinlere harcanmaktadır). Giysilerimizi kendimiz ne dikiyor, ne ütülüyor, ne de onarıyoruz. Kendimiz için ne yemek pişiriyor, ne bir şeyler inşa ediyor, ne de onarım yapıyoruz. Çocuk dışında pek az şey üretiyoruz ve onu da bir defa yaptıktan sonra üstlenmemiz gereken rol giderek azalıyor. Çocuklarla ilgilenmek için günlük bakım şirketleri, eski moda ve şimdi dağılmış olan geniş aileden daha uygun. Tek kullanımlık çocuk bezleri (ilk yılda genellikle 570 dolara 3 bin tane), kumaştan yapılmış olanların yerini almış durumda.

 Ev idaresinin, üretici olmaktan tüketici olmaya doğru geçirdiği evrim, zengin ülkelerdeki ev tasarımlarında açıkça görülmektedir. Eski evlerde bulaşık odaları, atölyeler, dikiş odaları, sabit giyecek sandıkları ve çamaşır kanalları vardı. Yeni evlerde ise hazır besinleri ısıtmak için gereken donanımdan pek fazlasına sahip olmayan ve çok az yer kaplayan mutfaklar vardır. Çamaşır odaları ile tavan kilerleri yerlerini sıcak küvetlere ve ev içi eğlence merkezlerine bırakmışlardır. Bodrumdaki atölyeler, bilardo masalarına ve büyük ekranlı televizyonlara yer açmak için alet dolaplarına sıkıştırılmıştır. Tüketici sınıfı arasında hala popüler durumdaki evde üretimin geride kalan biçimlerinden birisi olan bahçıvanlık bile, satın alınan ürünler arka bahçede yetişen kaynakların yerini aldıkça, giderek bir tüketim biçimine dönüşmektedir. Örneğin İngilizler bahçeleri ve çimleri için on yıl önce 1 milyar dolar harcarken, bu rakam 1991'de 3 milyara ulaşmıştır.

 Ev idaresi gibi toplum ekonomisi de para ekonomisinin kör kuvveti altında güçsüzleşmiş ya da parçalanmıştır. Köşe başlarındaki bakkal dükkânlarının, yerel lokantaların ve semt tiyatrolarının -bir bölgede ortak kimlik ve toplum hissi yaratan şeylerin- yerini alışveriş merkezleri, süper otobanlar ve "dizi" mağazalar almıştır. Kimi uluslarda geleneksel yapıya sahip toplumsal gruplar neredeyse yok olmuştur. Yerel ekonomilerin en ileri düzeyde terk edildiği ABD'de mahallelerin çoğu, komşuların yalnızca bir video kaset kiralama servisini ve bir marketi paylaştığı, uyumak için kullanılan yerlerden pek öteye gitmemektedir. Amerikalılar ortalama olarak her beş yılda bir ev değiştirmekte ve yakınlarında oturan kişilerle çok az bağlantı kurmaktadırlar.

Satış biçimlerinin geçirdiği dönüşüm, dünya tüketim toplumunda yerleşmiş olan geleneksel toplum anlayışında görülen düşüşün başlıca sebebidir (bkz. İX'uncu Bölüm). İngiliz araştırmacılar Carl Gardner vs Julie shephard, toplumsal ve ortak kimliğin yerel satıcıların azalmasıyla ne şekilde aşındığını şöyle açıklıyor "Kasabada yaşayan ve çalışanlar için doğal bir odak olan kasaba merkezi, tek olma özelliğini ve özel geçmişiyle bağlantısını... kaybetmiştir. Artık yalnızca ülkenin her yerinde bulunan düzinelerce benzerinin bölünmüş bir versiyonudur. Alışveriş saatlerinin dışında... pek çok kasaba ve şehir merkezi, satışın tekil kültürünün bir sonucu olarak, kepenkleri kapanmış, demirleri indirilmiş, içinde yaşam olmayan yerler haline gelmiştir."

Tüketim toplumunun insanlara bir diğer maliyeti de yaşam hızındaki bir artış olarak görünmektedir. Fresno'daki Kaliforniya Devlet Üniversitesi'nden psikolog Robert Levine, ülkeler endüstrileştikçe ve ticarileştikçe yaşam hızının arttığını göstermek üzere, altı ülkede şehrin caddelerindeki ortalama yürüyüş hızından, posta memurlarının ortalama konuşma hızına kadar her şeyi ölçmüştür. Buna göre, Japon şehirlerinde yaşayanların hızı en yüksek değerdedir. Onları Amerikalılar, İngilizler, Tayvanlılar ve İtalyanlar izlemektedir. Endonezyalılar hepsinden daha yavaş hareket etmektedirler. Başka bir deyişle, ülkeler zenginleştikçe aceleleri artmaktadır.

İktisatçı E. F. Schumacher, 1978'de bu gözlemi doğrulayan bir iktisat yasası önermiştir "Bir toplumdaki gerçek boş zaman miktarı, genellikle bu toplumda kullanılan işgücünden tasarruf ettiren araçların miktarı ile ters orantılıdır." İnsanlar zamana ne kadar değer verirlerse ve dolayısıyla zamandan tasarruf etmek için ne kadar çaba sarf ederlerse rahatlarına bakıp, zamanın tadını çıkarmaktan o kadar aciz kalırlar. Boş zaman aylaklıkla "harcanmayacak" kadar değerli hale gelmekte ve fiziksel egzersiz bile bir tüketim biçimine dönüşmektedir. 1989'da Amerikalılar, 1 milyar çalışma saatinden elde edilen geliri Day-Glo Lycra vücut geliştirme giysileri, rüzgâr tüneli testinden geçmiş bisiklet ayakkabıları, uzay çağı polimerlerinden dokunmuş yağmurluklar ve tasarımcı elinden çıkmış şortlar gibi spor giysileri almaya ayırmışlardır. Bu arada Japonya'da bir reja bumu (boş zaman patlaması) doğaya yönelik artan bir ilgiyle birleşerek, İngiltere'den ithal edilen dört çekerli Range Roverlar'ın ve Amerika'dan ithal edilen kütüklerden yapılan kulübelerin satışını yükseltmiştir.

Tüketim toplumu, maddi konforlar aracılığıyla tatmin sağlama sözünü tutmayı başaramamaktadır, çünkü insanların istekleri tatminsizdir, insanların gereksinimleri toplum tarafından belirlenmektedir ve kişisel mutluluğun gerçek kaynakları başka yerlerdedir. Aslında, her ikisi de yaşamdaki mutluluğun çok önemli psikolojik belirleyicileri olan, toplumsal ilişkilerin gücü ile boş zamanların niteliği, tüketici sınıfının üst tabakalarına yaklaştıkça kaybolmuş gibi görünmektedir. Görünüşe göre, tüketim toplumu gelirimizi artırarak bizi yoksullaştırmıştır.

Ne Kadarı Yeterli ? Alan Durning '' Tüketim Toplumunun Doğuşu ''


Tüketim toplumunun doğuşu, çağımıza damgasını vuran havai fışek tüketimiyle belirmektedir. Dünya çapında yüzyılın ortasından bu yana kişi başına düşen bakır, enerji, et, çelik ve kereste tüketimi yaklaşık 2 katına, kişi başına düşen araba sahibi olma oranı ve çimento tüketimi 4 katına, plastik kullanma oranı 5 katına çıkmış, alüminyum tüketimi 7 kat yükselmiş ve havayolu ile ulaşım oranı da 33 kat artmıştır. Her biri çevresel hasar ile son derece bağlantılı olan bu ürünlerin artan tüketimi, daha çok tüketici sınıfının servetlerinin bir yansımasıdır. Orta gelir sınıfındaki tüketim daha yavaş artmış ve yoksullar arasındaki tüketim miktarı ise hemen hemen hiç değişmemiştir.

Tüketim toplumu; markaların evlerde kullanılan sözcükler haline geldiği, paketli, işlenmiş gıdaların yaygın şekilde ilk çıkışını yaptığı ve otomobilin Amerikan kültürünün merkezinde varlık kazandığı, yirmili yıllarda, ABD'de doğmuştur. İnsanların beslenme, giyim ve barınmaya olan doğal ihtiyaçları tatmin olduğunda gerçekleştirilen kitlesel üretimin satılmadan elde kalacağından endişe eden iktisatçılar ve şirket yöneticileri, kitlesel tüketimi sürekli ekonomik büyümenin anahtarı olarak öne sürmeye başlamışlardır. "Tüketimin demokratikleştirilmesi", Amerikan ekonomi politikasının açığa vurulmayan hedefi haline gelmiştir. Hatta tüketim, bir yurtseverlik görevi olarak resmedilmiştir. Ulusal Refah Bürosu adındaki bir iş grubu, Sam Amca'nın "Neye ihtiyacınız varsa hemen alın!" diye öğüt veren posterlerini dağıtmıştır.

Büyük Kriz ve II. Dünya savaşı, tüketimin demokratikleştirilmesini geçici olarak durdurmuş, fakat savaşın bitiminden kısa süre sonra kitlesel tüketim reşit olmuştur. 1946'da Fortune dergisi, "Rüya çağı... Büyük Amerikan Hamlesi gerçekleşti." diye duyurmuştur. 1950 yılına gelindiğinde genç Amerikan aileleri her gün 4 bin yeni eve taşınmaktadır ve bu evleri bebek arabaları, çamaşır kurutma makineleri ve özellikle de televizyonlarla doldurmaktadır. Bir yıl sonra ABD İşgücü İstatistikleri Bürosu tüketicilik dalgasının geçim masrafı endeksine kayıtlı maddelere televizyonları, elektrikli tost makinelerini, dondurulmuş gıdaları, konserve bebek mamalarını ve evde kullanılan perma losyonlarını ekleyerek, bu endeksin yükseldiğini onaylamıştır.

1953'de Başkan Eisenhover'ın Ekonomi Danışmanları Konseyi'nin başkanı yeni ekonomik müjdeyi, takdis etmiş ve Amerikan ekonomisinin "esas amacı"nın "daha fazla tüketim malı üretmek" olduğunu ilan etmiştir. Bundan sonra gelen nesiller bu amaca sadakatle hizmet etmişlerdir. ABD'deki insanlar bugün ortalama olarak iki kat daha fazla otomobile sahiptir, iki buçuk kat daha uzun mesafeye seyahat etmekte, 21 kat daha fazla plastik kullanmakta ve ebeveynlerinin 1950'de uçakla kat ettiği mesafeden 25 kat daha fazlasını kat etmektedirler.

ABD'de doğduğundan bu yana tüketim toplumu, Amerika sınırlarının çok ötesine geçmiştir; yine de en gözle görülür sembolleri hala Amerika'ya aittir. Tokyo yakınlarındaki Disneyland her yıl neredeyse Mekke ya da Vatikan'ın çektiği kadar çok ziyaretçi çekmektedir. Coca-Cola ürünleri 170'in üzerinde ülkede dağıtılmaktadır. Her gün dünyanın bir yerlerinde yeni bir McDonald's restoranı açılmaktadır. Singapurlu çocuklar dişlerini Malaya dilinde "Hey, Beyler!" diyen, Konuşan Ninja Kaplumbağa Diş Fırçaları ile fırçalayabilmektedir. İlk önce ABD'de tamamlanan kitlesel pazarlama yöntemleri, örneğin, eski Doğu Almanlar'a "Marlboro... Batı'yı Tat" reklamını öğreterek, artık tüm kıtalarda uygulanmaktadır.

Altmışlara gelindiğinde, tüketim toplumunun esası ABD'den Batı Avrupa'ya ve Japonya'ya çoktan ulaşmıştır. Toplu olarak ele alındığında, Fransa, Batı Almanya ve Birleşik Krallık en hızlı artışı ellilerde ve altmışlarda yaşayarak yüzyılın ortasına kadar kişi başına düşen çelik kullanımını iki katına, çimento ve alüminyum alımını iki katından fazlasına ve kağıt tüketimini üç katına yükseltmiştir. Avrupa'da kişi başına düşen fazla paketlenen ve işlenen dondurulmuş gıda tüketimi seksenlerde iki katına çıkmış ve bu on yılın ikinci yarısında kişi başına düşen -çoğu atılabilen kaplarda olan- meşrubat tüketimi % 30 oranında artmıştır. Otomobiller de seksenlerde Avrupa'da çoğalmış, 1988'e gelindiğinde sayıları hane sayısını geçmiştir.

Japonya, tüketime Avrupa'ya oranla ABD'den çok daha geride başlamış, fakat aradaki farkı hızla kapatmıştır. Bugünkü Japonlar 1950'de, Japonya'da yaşayan insanlara oranla kişi başına dört kattan çok daha fazla alüminyum, yaklaşık beş kat daha fazla enerji ve yirmi beş kat daha fazla çelik tüketmektedir ve bu artışın büyük bölümü yetmişlerdeki enerji krizlerinden önce gerçekleşmiştir. Ayrıca kişi başına dört kat daha fazla arabaya sahiptirler ve yalnızca 1975'den beri her biri yaklaşık iki kat daha fazla et yemektedirler. Aynı zamanda uçakla da daha fazla seyahat etmektedirler: 1972'de 1 milyon Japon yurt dışına çıkarken, 1990'da bu sayı 11 milyona ulaşmıştır. Bugün, kırk yıllık tüketici yayılmanın ardından, Batı Avrupa ve Japonya'nın tüketim düzeyleri ABD'ninkinden çok az aşağıdadır.

Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya'da ev aletleri yaşamın standart donanımları haline gelmiştir. Her üç bölgede de hemen her evde bir buzdolabı ve çamaşır makinesi vardır. Çamaşır kurutma makineleri ve bulaşık makineleri hızla yaygınlaşmaktadır ve ABD'de 1987 yılında elde edilen verilere göre elektriğin % 13'ünü kullanan ve ozona zararlı soğutuculara dayanan havalandırma cihazları, evlerin üçte ikisinde demirbaş haline gelmiştir. Buna benzer şekilde, Japon evlerinin yaklaşık % 60'ında artık en azından tek bir odada kullanılan bir havalandırma cihazı vardır. Yalnızca seksenli yıllar boyunca mikrodalga fırınlar ve videolar ABD'deki evlerin yaklaşık üçte ikisine girmiştir .

Seksenler, dünya tüketim toplumunun tüm bu çekirdek bölgelerinde belirgin bir bolluğun yaşandığı yıllar olmuştur. Laissez-faire (bırakınız yapsınlar) ekonomi politikaları ve yeni yeni uluslararası hale gelmekte olan borsa ve tahvil piyasaları, zenginler arasında tüketim toplumunun orta kademelerinde "alabildiğin zaman al" sarhoşluğuna dönüşen bir kolay para heyecanı yaratmıştır. ABD'de bariz tüketim, Kükreyen Yirmiler'den bu yana hiç bu kadar yüceltilmemiştir. On yılın bitiminde, tüketiciler evlerini ve garajlarını üçüncü arabalarla, deniz motorlarıyla, ev içi eğlence merkezleriyle ve jakuzilerle doldurdukça, yüksek düzeylere doğru tırmanma konusunda kişisel borçlar ulusal borçlara uyum sağlamıştır. 1978-1987 yılları arasında Jaguar marka otomobillerin satışı sekiz kat artmış ve kullanılmamış kürk manto satın alanların yaş ortalaması 50'den 26'ya düşmüştür. Amerikalılar, sahip olduklarını korumak için özel güvenlik korumalarına ve hırsız alarmlarına, vergi yoluyla toplum polisi için yaptıklarından daha fazla harcama yapmışlardır.

Seksenlerde Japonya da bir tüketim sarhoşluğu yaşamıştır. On yılın sonuna doğru hükümet, iç tüketimi artırarak ülkenin uluslararası çapta kınanan büyük ticaret fazlasını azaltma umuduyla vefalı Japonları daha fazla satın almaları için teşvik etmeye başlamıştır. Bunun sonucunda altınla sarılmış suşi, köpekler için vizon kürklerin satın alındığı çılgınca bir harcama dalgası ortaya çıkmıştır; fakat Japonya yüksek tüketime hala tereddütlü yaklaşmaktadır. Birçok yaşlı Japon, eski tutumluluk inanışına bağlıdır. Tokyo'daki Waseda Üniversitesi'nden Yorimoto Katsumi şöyle yazmaktadır: "Eski nesilden olanlar... her sayfa kağıdı ve her parça ipi gelecekte kullanmak üzere saklamaya dikkat ediyorlar." Bir öğrenci ise, "Japon halkı maddi açıdan mutlu, fakat ruhsal açıdan değil... Kendimizi ya da yaşamdan ne beklememiz gerektiğini bulmaya asla zamanımız olmuyor." demektedir.

İngiliz ekonomist Paul Ekins'in yazdığı gibi, artan sayıda ve çeşitte mal ve hizmete sahip olup, bunları kullanmanın temel kültürel amaç ve kişisel mutluluğa, toplumsal statüye ve ulusal başarıya giden bilinen en kesin yol olduğunu kabul eden bir kültürel uyum olan tüketiciliğin yayılması, tüketici sınıfının kendi büyümesini çok geride bırakmaktadır. Örneğin, 1953'ten bu yana İstatistiki Matematik Enstitüsü araştırmalarında yer alan sorularla, Japon vatandaşlarından kendi felsefelerine en yakın olan felsefeyi seçmelerini istemiştir. Seçenekler arasından "kendi zevkine uyan bir yaşam sürmek" yolunda karar verenlerin oranı % 21'den % 38'e yükselirken, ilk araştırmada % 29 olan "temiz ve adil bir yaşam sürmek" seçeneğini seçenlerin oranı seksenlerin ortasında % 9'a düşmüştür.

Hızla artan tüketicilik, ABD'de yapılan kamuoyu araştırmalarında daha çarpıcı şekilde gözler önüne serilmektedir. 1967-1990 yılları arasında üniversiteye, eğitimin "mali açıdan çok iyi durumda olmak" için gerekli olduğuna inanarak girenlerin payı % 44'ten % 74'e yükselmiş, "anlamlı bir yaşam felsefesi geliştirmek" için gerekli olduğuna inananların payı ise % 83'ten % 43'e düşmüştür. Cornell Üniversitesi'nden bir öğrenci American Demographics dergisine, "Benim ebeveynlerim yaşam tarzlarından memnunlar. Bu benim için yeterli." derken, yaşıtlarının gayelerini özetlemiştir.

Aynı şekilde, 1976-1990 yılları arasında kendileriyle anket yapılan lise son sınıf öğrencilerinde "yaşamda bir amaç ve anlam bulma"ya karşı azalan bir istek ve tüketim toplumunun eserlerine karşı artan bir iştah görülmüştür. "çok paraya sahip olma"nın "çok önemli" olduğunu belirtenlerin oranı 1977'de yarıdan azken, 1986'da neredeyse üçte ikiye yükselerek, bunu yaşamdaki amaçlar listesinin ilk sırasına yerleştirmiştir. Daha ayrıntılı anket soruları da tüketiciliğin hâkimiyetini onaylamıştır.

İkinci arabalara, eğlence araçlarına, tatil evlerine, çeşitli ev aletlerine, günün modasına ve son model otomobillere duyulan arzular çarpıcı şekilde artmıştır. Doğu ve Orta Avrupa'nın eski sosyalist devletlerindeki vatandaşların yaklaşık olarak yarısı tüketici sınıfına dahildir ve eğer bu ülkeler ekonomilerini dünya pazarına bağlamayı başarabilirlerse, on ya da yirmi yıl içerisinde nüfuslarının büyük çoğunluğu bu sınıfa dahil olabilir. Budapeşte'deki barlardan birinde, genç bir adam Batılı bir muhabire, "Batı'daki insanlar, kendilerinin nasıl yaşadıklarını bilmediğimizi sanıyorlar. Evet, nasıl yaşadıklarını biliyoruz aslında ve bizler de öyle yaşamak istiyoruz." derken, ülkesinin tüketim ruhunu gözler önüne sermiştir. Alman bankacı Ulrich Ramin, "Doğu Almanlar araba, video ve Marlboro istiyor." demektedir. Eski Doğu Almanya'da yaşayanların % 70'i dünya otomobil sınıfına kısa zamanda girmeyi umut etmektedir; bu insanlar yalnızca 1991'de Batı'da üretilen bir milyon kullanılmış araba satın almışlardır.

Seçkin sınıfın bile tüketici sınıfa dahil olmadığı dünya ekonomisinde de tüketici yaklaşımlar giderek belirgin hale gelmektedir. Orta Hindistan'ın kıraç Deccan yaylasında, üst sınıf Hindular arasında yaygın olan çeyiz geleneğini daha önce hiç uygulamamış olan kabile köylüleri, artık müstakbel eşlerinden, planlanan evliliğin bedeli olarak tüketim malları talep etmektedirler.

Daha geniş çapta, piyasanın liberalleşmesi ve krediyle alışverişin başlaması sonucu 100 milyon dolayında üyesi olan bir Hindistan orta sınıfının oluşması, otomobiller ve televizyonlardan dondurulmuş gıdalara kadar her şeyin satışında patlamaya yol açmıştır. Hint şehirlerinin caddeleri, bisikletlerin, otobüslerin ve öküz arabalarının yerini artık sel gibi akan milyonlarca motosiklet ve arabanın almasıyla, dünyanın en tehlikeli trafiklerinden ve en kötü kirliliklerinden biriyle tıkanmıştır. Wall Street Journal, Hint evlerinde Hindistan'ın düzinelerce dilinden reklam yayını yapan 14 milyon televizyonla alay etmektedir "Tevazuya ve tasarrufa inanan geleneksel muhafazakâr Hintli, giderek yerini harcadığı oranda özgür düşünen yeni bir nesle bırakıyor."

Fortune dergisi de hızla endüstrileşen ülkeler hakkında aynı şekilde heyecanlanmaktadır. Dergi, Güney Kore'nin geleceğini şöyle görmektedir "Her şeyin daha fazlası. Daha fazla iskân, böylece daha fazla telefon, alet, televizyon, mobilya, lamba ve tuvalet ile tuvalet temizleyicisi." Far Eastern Economic Review, Endonezya'da, neredeyse tüm yerli ve ithal lüks eşyanın bedelini ödedikten sonra satın alınabileceği, havalandırmalı, mermer labirentler olan büyük alışveriş merkezlerini inşa etmek için ekiplerin gece gündüz çalışmakta olduğunu bildirmektedir. Tüketiciliğin tohumlarını eken reklamcılık, ülkenin en hızlı büyüyen endüstrilerinden birisidir. Meksika da tüketicilerin hırslarıyla inlemektedir; araba satışları 1991'in ilk yarısında dörtte bir oranında artmıştır ve alışveriş merkezleriyle hazır yemek lokantaları ülkeyi sürüklemektedir.

Tüketici yaşam tarzının tüm dünyada durdurulamaz biçimde yayılması, geleceği düşünmeksizin yaşayan insan türünün bugüne kadar karşılaştığı en hızlı ve önemli değişikliktir. Birkaç kısa nesilde araba sürücüleri, televizyon izleyicileri, alışveriş merkezi müşterileri ve tek kullanımlık malzeme alıcıları haline geldik. Bu önemli geçişin trajik ironisi, tüketim toplumunun tarihi yükselişinin, çevreye zarar vermek konusunda oldukça etkili olurken, insanlara tatminkar bir yaşam sağlamak konusunda etkisiz kalmasıdır. 

Ne Kadarı Yeterli ? Alan Durning



Worldwatch Enstitüsü yayınlarından “Ne Kadarı Yeterli?” kitabı günümüzün yoğun üretim-çılgın tüketim sarmalını irdeliyor ve bu gidişin sonunun ekolojik bir felaket olacağını örnekleriyle sergiliyor. En acıklısı da çılgın tüketim ekonomilerinin insanları mutlu edemediğini, komşuluk ilişkilerini ve aile içi ilişkileri sildiğini, sosyal dayanışmayı tırpanlayıp, insanları topluma ve doğaya karşı yabancılaştırdığını öğrenmemiz.

Dünyada kişi başına düşen gıda tüketiminin en yüksek olduğu ABD'de insanlar zayıflama rejimleri ve reçeteleri için yılda 35 milyar dolar harcıyorlar. Böyle bir düzende yanlış bir şeyler olmadığını kim iddia edebilir?

Kuşkusuz çözümü bir Ortaçağ düzenine dönüşte aramayacağız. Günümüzün teknolojisinden yararlanarak ve doğru politikalarla nüfus artış hızını düşürerek bir miktar düzelme sağlayabiliriz.

Ama hepimize düşen asıl büyük görev ihtiyacımızdan çok daha fazla tüketmek, yakmak, eskitmek, yenilemek ve atmak üzerine kurulmuş olan çağdaş yaşam biçimine sırt çeviren ve paylaşmayı öne çıkaran bir düzene doğru yönelmektir.

Suçlu sensin, benim, bizleriz. Sorumlu olan da hepimiz, sorunu çözecek olan da bizleriz.

*Hayrettin KARACA TEMA Vakfı Başkanı


Önsöz 2 

Son 40 yıldır daha fazla eşya satın almak ve daha fazla "şey" elde etmek, endüstriye dayalı olan Batılı ülkelerde insanların başlıca amacı olmuştur. Aynı zamanda, dünyanın en yoksul olan beşte birlik bölümü için de başka bir amaç söz konusudur; bir sonraki günü kurtarmak, bir parça yiyecek, yakıt olarak kullanmak üzere biraz odun, çocukları için barınak ve giyecek bulmak. Dünyanın beşte ikisinin -yaklaşık 2,2 milyar kişinin- bu çok farklı amaçlar için çalışmasının dünyaya zarar verdiği ve işlerimizi her zamanki gibi sürdüremeyeceğimiz gerçeği artık daha açık hale gelmektedir.


Endüstriye dayalı ülkelerde yaşayanlarımız için daha fazla tüketimin daha büyük tatmine eşit olmadığı da bir noktadan sonra daha açık hale gelmektedir. Harvard Üniversitesi’nde ekonomist olan Juliet Schor'un kısa süre önce ABD'de yayınlanan “Fazla çalıştırılan Amerikalı” adlı kitabı, pek çok Amerikalının bam teline basmıştır. Schor, yüzyılın ortalarından beri, bir seçim yapmamız gerektiğinde, her zaman daha fazla parayı, eğlenceye ve aileye ayrılacak daha fazla zamana tercih ettiğimize dikkat çekmektedir. Pekiyi bu, Amerikalıları daha mı fazla mutlu etmiştir? Anketler bu sorunun cevabının olumsuz olduğunu ortaya koymaktadır. Bizler daha fazla çalışma, daha fazla tüketim maddesi ve dolayısıyla dünyanın daha fazla harap edilmesinden oluşan bir monotonluğa tutsak olmuş durumdayız.

Bu kitap, bu bozuk çemberin kırılmasının gerekliğini açıklamaktadır. Alan Thein Durning, tüketim toplumunun dünya tarihinde yalnızca bir geçiş dönemi olduğunu iddia ediyor; hem kendisinin, hem de gezegenin gelecekteki yaşanılabilirliğinin hatırı için. Tüm ebeveynler çocuklarına daha iyi bir yaşam vermek ister; fakat artık bu iyi yaşamın daha fazla araba, daha fazla havalandırma cihazı, daha fazla paketli dondurulmuş gıda ve daha fazla alışveriş merkezinden oluşmayacağını anlamamız gerekir. Çocuklarımıza yiyecek, eğitim, tatminkâr bir iş, barınma ve sağlık gibi gereksinimler için var olan seçeneklerin azalmadığı, aksine arttığı bir dünya bıraksak ne kadar iyi olurdu. Bu, ancak biz tüketim toplumu üyelerinin tarzını değiştirmesiyle mümkün olabilir.

Böylesi bir değişimin mümkün olduğuna ilişkin bazı zayıf işaretler vardır. Seksenlerdeki tüketim savurganlığı, birçok ülkeyi etkisi altına alan ekonomik durgunluğa tepki olarak da olsa, daha düşük beklentilerin olduğu bir devre yerini bırakmıştır ve her yerdeki araştırmalar statükonun sihrini önemli derecede yitirdiğini göstermektedir. Şimdi, bu hayal kırıklığını, Alan'ın istikrar kültürü -kendi olanakları içinde yaşayan; dünyanın sermayesini değil, kaynaklarından sağlanan karı kullanan; tatmini dostluk, aile ve anlamlı çalışmada arayan bir toplum- olarak tanımladığı harekete yönlendirmenin zamanıdır. Alan'ın kitabının son bölümünde dikkat çektiği gibi, insanlık ile doğal çevrenin ortak kaderi bizlere, tüketicilere bağlıdır.

*Linda Starke Dizi Editörü