22 Aralık 2015 Salı

Bilim Neden Yapılır ? / Celal Şengör

Geçen gün Neuchâtel Üniversitesi emekli jeoloji profesörü muhterem dostum Prof. Jean-Paul Schaer, yayımlamayı düşündüğü bir makalesini okuyup eleştirmem için gönderdi. Makale kıtaların kayması teorisinin İsviçre’de nasıl karşılandığının tarihçesi. Kaçınılmaz olarak büyük bir bölümü, 17 dil konuşan, henüz bir doktora öğrencisi iken Alpler’in yapısının ana hatlarını (hem de bugün hâlâ detaylarıyla ayakta duracak bir mükemmellikte) çözen büyük dâhi Emile Argand’a ayrılmış. Argand 1916 yılından itibaren kıtaların kayması teorisinin büyük savunucularından biriydi ve 1922 yılında 13. Uluslararası Jeologlar Kongresi’nde “Asya’nın Tektoniği” başlığı altında verdiği uzun konferans jeolojinin büyük klâsikleri arasına girmiştir. 1916 yılında yayımladığı “Batı Alplerin Yayı Üzerine” adlı makalesi, kırk yıl Alp jeolojinin âdeta kutsal kitabı olarak kullanılmış, o kadar ki, kendisinin 1934 yılında yayımladığı ve 1916’daki teorisinin yanlışlarını anlatan eseri dikkate bile alınmamıştır.

Argand kendi kıymetinin farkında olan bir adamdı. Kendisine Paris’e gelmesi teklif edilince, “Niçin?” diye sormuş. “Paris jeoloji dünyasının merkezi değil mi?” sorusuna da hiç çekinmeden, “Ben Neuchâtel’deyim. Demek ki jeolojinin merkezi Neuchâtel’dir” cevabını vermiştir.

Profesör Schaer 1924’ten sonra Argand’ın, üniversitedeki derslerini vermeye devam etmekle beraber, jeolojiyle ilgisini kestiğini, 1934 yılındaki önemli makalesini bile tehditlere varacak sıkıştırmalar sonunda yazdığını anlatıyor. Argand jeoloji yerine, karşılaştırmalı lengüistik (dilbilim), fizik vb. konulara dalmış. O tarihlerde meslekteki tek yakın dostu Prof. Paul Arbenze yazdığı bir mektubunda öğrenciler hakkında: “Zeki öğrenciler nankör oluyor; nankör olmayanlar ise genellikle aptal” demiştir. Bir öğrencisi anılarında Fransız Jeoloji Cemiyeti’nin bir toplantısına davet edilen Argand’ın, Paris’te hani neredeyse devlet töreni ile karşılanmayı beklediği için bir otel odası bile ayırtmadığını, sonunda öğrencisinin odasını paylaşmak zorunda kaldığını yazıyor.

Bu büyük dâhi nasıl olup da realiteden bu kadar kopabilmiş, sonunda da kendisine büyük şöhret kazandıran jeolojiye âdeta sırtını dönmüştür? Argand jeolojiyi bıktığı için mi bıraktı, dünyanın kendisini anlamadığına kanaat getirdiği için mi bıraktı, yoksa tüm dünyada kendi geliştirdiği kavramların kendisine atıf yapılmadan kullanılması mı canını sıktı? Acaba Argand jeolojinin tüm sorunlarını hallettiğini mi sanmaktaydı? Yolun sonuna geldiğini mi sanıyordu?

Argand’ın yaşamını yazanlar, onun ömrünün son on yılı içinde iyice kendi dar çevresine kapandığını, meselâ bir felsefe öğrencisiyle kurduğu arkadaşlığı, jeoloji öğrencileriyle hiçbir zaman kuramadığını anlatırlar. Acaba Argand, jeologlardan bir şeyler mi bekliyordu? Alkış, saygı, hatta bir nevi tapınma mı? Kavramlarının çok yaygın olarak kullanılmasına rağmen, kıtaların kayması tezi benimsenmemişti. Argand bunu jeologların aptallığına mı yormuş ve o yüzden mi onlarla ilişkiyi kesmeye karar vermişti?

Argand’ı bilenler, muazzam bir şov merakı olduğunu söylerler. Üstün nitelikleri de zaten şov yapmaya imkân veriyordu. Büyük resim yeteneği, jeolojik yayınlarını âdeta birer sanat eseri olan şekillerle süslemesini ve o yayınların belki normalden daha da ikna edici olmalarını sağlamıştı.

Jeolojinin diğer büyük dâhisi, Argand’ın kendisine jeolojide kılavuz seçtiği Eduard Suess ise onun tam tersine son derece mütevazı, şovdan hep kaçan, başkalarının onay ve alkışını asla beklemeyen bir insandı. Suess öğrencilerinden de öğrenmelerinden ve bağımsız birer araştırıcı olmalarından başka hiçbir şey beklemiyor, kendisine karşı gelenleri takdirle karşılayarak onları bağımsız düşünmeye teşvik ediyordu. Suess ömrünün sonuna kadar hep jeoloji yaptı; jeolojinin yanında diğer entelektüel meraklarını da izledi, o alanlarda da yayın yaptı, ama hiçbir şeyden bıkmadı.

Acaba bu fark, Argand’ın jeolojiden sırf bilimsel tatminin ötesinde bir şeyler de bekliyor olmasından, Suess’ün ise böyle bir beklentisi olmamasından mı kaynaklanmıştır? Argand, geriye aslında yalnızca üç büyük eserle taçlanan bir abide bıraktı. Suess ise yüzlerce kıymetli eser bıraktı. Yazdığı Arzın Çehresi adlı dört ciltlik eser, jeolojiye bugün bile ışık tutan bir şaheserdir. Argand’ın katkısı dolayısıyla daha mı azdır? Bunu söylemek mümkün değildir. Ancak Suess’ün yaptığı işten, Argand’a nazaran daha çok tatmin olduğu muhakkaktır. Acaba Argand’ın parçalanmış bir ailenin tek çocuğu olması ve hiç evlenmemesi, Suess’ün ise sağlam bir aile yapısından gelmesi ve yine sağlam bir aile kurmuş olması mıdır neden. Kim bilir?

Aptalı Tanımak Kitabından



18 Aralık 2015 Cuma

Celal ŞENGÖR

Şengör jeolojide bilhassa yapısal jeoloji ve tektonik dallarındaki çalışmaları ile ün yapmıştır. Bu konuda 17 kitap, 243 bilimsel makale, 198 tebliğ özeti ve pek çok popüler bilim makalesi, tarih ve felsefe ile ilgili de iki kitap ve 300’ü geçen deneme yazısı yayınlanmıştır. Bunların 1997 - 1998 yılları arasında Cumhuriyet Bilim Teknik dergisindeki “Zümrütten Akisler” köşesinde çıkmış olanları Yapı Kredi Yayınları tarafından 1999’da Zümrütname, 1999 yılı içinde çıkanlar da Zümrüt Ayna başlıkları altında kitaplaştırılmıştır. Bu iki kitap 2014 yılında KA Kitap tarafından birer söyleşi eklemesiyle tekrar basılmıştır. Şengör’ün jeoloji dışındaki popüler ve popüler olmayan bilimsel yayınlarının (kitap ve makale) sayısı 27’dir. Şengör ayrıca pek çok uluslararası dergide editör, yardımcı editör ve yayın kurulu üyeliği yapmıştır ve yapmaktadır.

Aptalı Tanımak Kitabından...




Albert Camus / Yabancı

Bütün gün, bir de affımı düşünmek vardı. Sanırım bu düşünceden adamakıllı yararlandım. Etki olanaklarımı hesaplıyor, düşüncelerimden en iyi verimi elde ediyordum. Hep, en kötü olasılıkları, affımın kabul edilmemesi olasılığını düşünüyordum. "Ne yapalım," diyordum, "ölmem kaçınılmazmış!" Başkalarından önce ölecektim, su götürür yanı yoktu bunun. Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, ihsan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü, her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi. Şimdi de olsa, yirmi yıl sonra da olsa yine bendim ölecek olan. Şu anda beni bu düşüncemde biraz üzen şey, yirmi yıl daha yaşamayı düşünürken, yüreğimin korkunç derecede hoplamasıydı. Ama onu bastırmak için, yirmi yıl sonra yine o gün gelip çattığı zaman, düşüncelerimin ne olacağını hayal etmek yetiyordu. Değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman ve nasıl olacağı pek önemli değildi. O halde (işin asıl güç yanı bu 'o halde' sözcüğünün ifade ettiği anlamı gözden kaçırmamaktı), evet o halde af dilekçemin kabul edilmemesine boyun eğmeliydim.


16 Aralık 2015 Çarşamba

Albert Camus Yabancı

     En çaresiz durumda bile insan güçlü olmak zorundamıdır ? Aslında zorunda olmak kelimesi tam anlamıyla yeterli sayılmaz galiba.Zorunlu olmak durumunda mıdır ? Yahut insan en çaresiz durumunda bile zaten güçlüdür diyor galiba A.Camus bu eserinde.

Salih Yücel GÜR



10 Aralık 2015 Perşembe

2 Aralık 2015 Çarşamba

Çanlar Türkler İçin Çalıyor / Cengiz ÖZAKINCI


“Ermeni Soykırımı Tasarısı” Papa ve Avrupa Parlamentosunca Onaylandı

ÇANLAR TÜRKLER İÇİN ÇALIYOR

Avrupa’daki Hristiyanların yaklaşık %48’i Katolik, %32’si Ortodoks, %19’u Protestan mezhebindendir. Tüm Hristiyanların değil, salt Katolik mezhebinin dinsel lideri olan Katolik Kilisesi ve Vatikan Devlet Başkanı Papa Francis, 12.04.2015 günü, Vatikan’ın en görkemli yapısı olan San Pietro Bazilikası’nda Ermeni “Şehit”liğinin [1]  100. Yılı İçin Kutsal Ayin adıyla düzenlenen törende yaptığı açış konuşmasında, “20. yüzyılın ilk soykırımının Ermeniler’e yapıldığını” söyledi. CNN

International, bu olayı “Papa, Ermenilerin Türklerce katledilmesini Soykırım olarak niteledi.” başlığıyla duyurdu. [2]  Üç gün sonra toplanan Avrupa Parlamentosu da 15.04.2015 günü yapılan oylamada, “Ermeni Soykırımı Tasarısı’nı; Papa’nın (yani Vatikan’ın, Katolik Kilisesi’nin) demecine (yani 1915 olaylarında ölen Ermenileri DİN UĞRUNA DİNLERİNDEN DOLAYI ÖLDÜRÜLMÜŞ olarak tanımlamasına) gönderme yaparak, yani bu tanımlamayı doğru bulduğunu vurgulayarak onayladı. [3] 

Bu anlaşmanın önemi şuradadır ki; Batılı ülkeler ile Katolik Kilisesi (Vatikan, Papalık) hangi gün anlaşmışlarsa, ardından dünya kana boyanmıştır.

Böylece kendi tarihinde yüz milyonlarca insanı ırk, din, mezhep ayrımcılığı yaparak katletmiş olan Soykırımcılığın Anavatanı Avrupa ve Papalık; binlerce yıl türlü ırk, din ve mezhepleri kendi yönetimi altında barış içinde yaşatmış olan Türklere, soykırımcı damgası yapıştırmak konusunda anlaşmış olduklarını göstermiş oldular. Bu anlaşmanın önemi şuradadır ki; Batılı ülkeler ile Katolik Kilisesi (Vatikan, Papalık) hangi gün anlaşmışlarsa, ardından dünya kana boyanmıştır.

Bunun yakın geçmişte en bilinen örneği, 1940’larda Hitler Avrupası’nın Yahudi Soykırımı’nı Katolik Kilisesi’yle, Papalıkla anlaşarak gerçekleştirmiş olmasıdır. Katolik Kilisesi yüzyıllarca Yahudileri “İsa’nın Katilleri” olarak damgalamış, Hristiyanlar Yahudiler’e yüzyıllarca “İsa’nın Katilleri” diyerek saldırmış, katletmiş; nitekim Hitler de Yahudileri İsa’nın Katilleri olarak suçlayan Katolik Kilisesi’yle Roma’da antlaşma imzaladıktan sonradır ki, Yahudi Soykırımı’nı gerçekleştirmiştir.

Şimdi de Avrupa Parlamentosu ile Katolik Kilisesi anlaşmış; tıpkı geçmişte Yahudiler’i İsa’nın Katili olarak damgalanıp soykırıma uğrattıkları gibi, bu kez Türkleri “İsa’ya inanan Ermenilerin Katili” olarak damgalamalardır. Öyle ki, gelecekte Hristiyanlar Türkleri topluca öldürecek olsalar; bu, “Hristiyan Ermenilere Soykırım Yapan Türklerin, bu suçlarından dolayı hak ettikleri cezaya çarptırılması” olarak kutsanacaktır.

H. G. Wells, bir halkı sürekli olarak “acımasız, gaddar, kıyıcı” diyerek suçlayanların; gerçekte kendilerinin o halkı acımasızca ortadan kaldırmayı tasarladıklarını, ileride o halka yapacakları kıyım ve yağmaları önceden haklı göstermek amacıyla, o halkı suçlu göstermeye çalıştıklarını söyler. [4] 

Ben de diyorum ki: Birileri size “Barbar”, “Soykırımcı” damgası yapıştırıyorsa, önleminizi alın; çünkü onlar gelecekte sizi barbarca, soykırım uygulayarak yok etmeyi tasarlıyor.


Katolik Kilisesi’nin, Papalığın tarihi, düşman gördüğü kişi ve topluluklara, katledilmelerini “haklı” gösterecek bir takım suçlar yükleyip, onları kılıçtan geçirme tarihidir. Hristiyanlığın Roma’da devlet dini olduğu 380’den çok değil 7 yıl sonra Mani mezhebinden olanları dinsizlikle suçlayıp diri diri yakan Kilise, daha sonra Arius, Bogomil, Albigeois vs. mezheplerden olanları da dinsiz damgası yapıştırarak topluca katletmiştir. 1050’lerde İspanya ve Sicilya’daki Müslüman yönetimlere saldırı başlatan Papalık, ardından Türklere karşı Haçlı Seferleri düzenlemiş, yüzyıllarca süren bu seferlerde, milyonlarca insanın kanı dökülmüştür. Katolik Papalık, 1500’lerde ortaya çıkan Protestanlığı yok etmek üzere bu mezhebi yayanları diri diri yakmış, yandaşlarını da toplu kıyımlara uğratmıştır. Yakılarak öldürülmekten kaçan İngiliz din adamı John Fox, I. Elisabeth tahta oturunca ülkesine dönmüş ve “The Books of Martyrs”, “Din Uğruna Öldürülenlerin Kitabı”nı yayımlamıştı. 1563’te yapılan ilk basımın kapağında, kentlerin orta yerine dağ gibi odunlar yığılıp, bu odunların üstüne dikilen insanların, Papalık buyruğuyla diri diri yakıldığını gösteren bir resim bulunan bu kitapta; Katolik Kilisesi’nin, Papaların buyruğuyla işkence edilip yakılarak öldüren binlerce kişinin adları, soyadları, hangi tarihte, nerede, neyle suçlanıp, nasıl diri diri yakılarak öldürüldükleri gözler önüne seriliyordu. “Diri diri yakılarak öldürüldü” demek, yaşanan acıyı anlatmaya yetmediğinden, Katolik Kilisesi’nin, Papalığın tüm cinayetleri John Fox’un kitabında resimlerle anlatılıyordu. Kitapta yer alan sahneler gerçekten de tüyler ürperticiydi. (Bu kitaptaki resimlerin en çarpıcı olanlarının tıpkı basımlarını “İslamda Bilimin Yükselişi ve Çöküşü” adlı kitabımda yayımladım.)

Papaların Katolik olmayanlara uyguladıkları katliamlar saymakla bitecek gibi değildir. Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Fransa’da 23 Ağustos 1572’yi 24 Ağustos 1572’ye bağlayan gece, Fransız Katolikleri “Une foi, un loi, un roi,” (Tek Din, Tek Yasa, Tek Kral!) diye haykırarak sokaklara dökülmüş, Fransa’da Huguenotlar denilen 3000 Kalvinist Protestan’ın evlerini basmış, kadın çocuk demeden hepsini kılıçtan geçirerek, cesetlerini nehre atmışlardır. Fransa’da yalnızca Katolikler kalacak biçimde Protestanları yok ettirme eylemi günlerce sürmüş, ilk hafta sonunda öldürülen Huguenot Protestanların sayısı 100 bini aşmış ve Katolik Kilisesi’nin başı Papa XIII. Gregorius, gerçekleştirdikleri bu Protestan Soykırımını kutlamak için, bir anı madalyası bastırmıştır.



Papa XIII. Gregorius, Protestan Soykırımı’nı anlatan bir de resim yaptırmış ve bu Soykırım Tablosu’nu her gün görebileceği biçimde, Vatikan’ın Royal Salonu’na yerleştirmiştir.


Ön yüzünde Papa’nın adı “XIII. Gregorius, En Yüksek Papaz - 1. Yıl” ve arka yüzünde “Huguenot Katliamı - 1572” yazısı yer alan madalyada, Katolik Kilisesi’ni ve Papalığı simgeleyen kanatlı melek, bir elinde haç diğer elinde kılıçla Protestan Huguenotları katlederken görülmektedir. Papa XIII. Gregorius, bastırdığı madalyadan başka, ressam Giorgio Vasari’ye bu Protestan Soykırımı’nı anlatan bir de resim yaptırmış ve 1572-1573 tarihli bu Soykırım Tablosu’nu her gün görebileceği biçimde, Vatikan’ın Royal Salonu’na yerleştirmiştir. O günden bu güne 452 yıldır bütün Papalar, toplantılarını duvarında gerçekleştirdikleri Soykırımın tablosu bulunan o salonda yapmışlardır. Öyle ki, Papa I. Francis bile 12.04.2015 günü, Vatikan’da Türklerin 100 yıl önce Ermenilere soykırımı yaptığından söz ederken, Resimbaşkanı bulunduğu Katolik Kilisesi’nin, 452 yıl önce Protestan Soykırımı yaptığını gösteren bu tablo, Vatikan’ın Royal Salon’unda asılı bulunuyordu. Avrupalıların Amerika kıtasını, Hindistan’ı, Afrika’yı, Avustralya’yı sömürgeleştirirken o toprakların yerli halklarına Katolik Kilisesi’nin Papalığın buyruklarıyla soykırımlar uyguladıkları, kanıtlarla ortada bir gerçekliktir. Katolik Kilisesi’nin, Papalığın, Soykırımcı Nazilerle, Hitler’le işbirliğini “Türkiye’nin Siyasi İntiharı: ‘Yeni-Osmanlı Tuzağı” adlı kitabımda fotoğraflarıyla, belgeleriyle gösterdim. Nazi’lerin insanları fırınlarda yakmaları bile, tümüyle Papaların tarihte “burning on stake” diye anılan, aykırı inançlıları odun ateşinde yakma cezasından esinlenmiştir.




II. Dünya Savaşı sonunda, soykırım suçlusu Nazi’lerden pek çoğu Papalığa bağlı Katolik Kiliseleri’nin örgütlediği kaçışlarla, Katolik İspanya üzerinden gizlice Katolik Güney Amerika ülkelerine götürülmüşler, Arjantin, Uruguay, Şili gibi ülkelerde yaşamlarının sonuna dek Papalığa bağlı Katolik Kiliseleri’nin koruması altında yaşamışlardır. Şimdiki Papa I. Francis’in Arjantin Katolik Kilisesi’nde papazken 1976’da 30.000 kişinin katledildiği askeri darbeyi desteklediği, M. Chossudovski tarafından belgeleriyle açıklanmıştır.

* * *

Uzun sözün kısası: Birileri çıkıp “Türkler barbardır, soykırımcıdır” diyorsa; önlemimizi alalım; çünkü bu, onların Türkleri barbarca, soykırım uygulayarak yok etmeyi amaçladığının bir göstergesidir; hele “Türkler barbardır, soykırımcıdır” diyenler, kendi tarihleri boyunca sayısız soykırıma imza atmışlarsa; hiç kuşkunuz olmasın, bu; “Çanlar Türkler için çalıyor” demektir.

Dipçe

 [1]  “Solemn Mass for the Centenary of the Armenian Martyrdom.”
 [2]  Pope Francis uses ‘genocide’ to refer to mass killings of Armenians by Turks.
 [3]  “having regard to the statement made on 12 April 2015 by His Holiness Pope Francis”
 [4]  H.G.Wells, “Outline of History”, 1921: “It is still the European custom to follow the lead of the Roman writers and write of these Huns and their associates as of something incredibly destructive and cruel. But such accounts as we have from the Romans were written in periods of panic, and the Roman could lie about his enemies with a freedom and vigour that must arouse the envy even of the modern propagandist. He could talk of Punic faith as a byword for perfidy while committing the most abominable treacheries against Carthage, and his railing accusations of systematic cruelty against this people or that were usually the prelude and excuse for some frightful massacre or enslavement or robbery on his own part. He had quite a Modern passion for selfjustification.”


Cengiz ÖZAKINCI

28 Kasım 2015 Cumartesi

I.Dünya Savaşında Cihat Çağrısı


 I.Dünya Savaşında Cihat Çağrısı
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE.23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"" (...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...) "İmzalar:[ İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan ]Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.Atatürk'ün Yanıtı:"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''
Posted by Salih Yücel Gür on 28 Kasım 2015 Cumartesi



Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:
BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE. 23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"

" (...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...) "
İmzalar:
[ İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan ]
Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.
Atatürk'ün Yanıtı:
"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''


20 Kasım 2015 Cuma

İBRETLİK BİR HATIRA:

     


     Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye koşarken yeni görevleri Yemen’deki Yedinci Ordu’ya altın götürmekti. 43 kişi değişik kılıklarla yolculuk yaparak Medine’ye vardılar. 300 bin altını Yedinci Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa’ya teslim etmeleri gerekiyordu. 43 kişi iki gruba ayrılarak yola çıktı. Fakat 1200 yıl önce Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin de harp ettiği Cembele mevkiinde 2.000 kişilik bir Bedevi-İngiliz kuvveti tarafından kıstırıldılar. Eşref Bey’in başında bulunduğu grup ellerinden gelen her şeyi yaparak bir savaş verdi. Sonunda Eşref Bey yaralanarak esir düştü. Fakat Zenci Musa bu hengâmede grubuyla birlikte altınları kaçırmayı başardı. 12 Ocak 1917′de gerçekleşen bu savaş London Times gazetesinde sekiz sütun üzerine manşetten verilmişti. İngilizler altınları ele geçiremeyişin üzüntüsünü yaşıyor ve Türklere hayranlık duyuyorlardı…

     EŞREF SENCER KUŞÇUBAŞI, Hayber cenginde ağır yaralı esir edildiği zaman, bütün Arabistan yerinden oynamıştı: Şerif Hüseyin Paşa’nın El-Kible gazetesi, büyük başlıklarla şu haberi veriyordu:  

“Uçan Şeyh’in kanadı koptu…”
Şerif Hüseyin haberin doğruluğunu öğrenmek için ikinci büyük oğlu
Emir Abdullahı yaralı Eşref Beye ziyarete göndermişti.
( Bu Emir Abdullah, daha sonra Ürdün Kralı olacaktır.)

Eşref Bey, Emir Abdullah’a :

‘ – Hayber’de Peygamberimiz İslamiyet için düşmanlarıyla mücadele etmişti. O’ndan bin iki yüz seksen beş sene sonra biz Türkler de, İslamiyet ve haysiyet için Sizlerle muharebe ettik. Bizi haince arkadan vurdunuz.
HARAM OLSUN YEDİĞİNİZ EKMEKLERİMİZ…
SİZLER ŞERİF DEĞİL, SENIG ( YANI ALÇAK ) ADAMLARSINIZ …’dedi.

Emir Abdullah, Eşref Bey’in bu ağır hakaretine sükunetle su cevabı vermişti:

‘ – Vela telvasu lisaneküm ya Hazret-i Bek…
(Lisanınızı kirletmeyiniz Bey Hazretleri…)

Emir Abdullah’ın Hicaz isyanı başladığı zaman unvanı MEKKE PRENSI idi. Eşref Bey, Lawrens’in koyduğu ve Allenbi’nin tasvip ettiği bu unvana fena halde içerlemişti. Yaralı olarak yattığı yerde, kendisini güya teselli eden Şerif’in oğluna söyle hitap etmişti:

‘ Ünvanınız, Mekke Mebusu… Üzerinizde ne varsa İngiliz malı. Simdi de yeni bir mevkiiniz ve makam adınız var: İngiliz resmi vesikaları size MEKKE PRENSİ diyorlar. Arapçada PRENS karşılığı olabilecek bir çok tabirler var. Fakat Size, Efendiniz İngilizlerin Arapça bir ünvan vermemeleri de gösteriyor ki onlar da sizi hakiki Araplıkla hiçbir alakanız olmadığını anlamışlar…’

İngiliz casusu Lawrens, Kuşçubaşı’nı çok merak ettiğinden dolayı, hastanede ziyaret etmiş ve şunu söylemiştir.

Lavrens: Kuşçubaşı Eşref, çöllerin eşine rastlamadığı müthiş bir haydut

Kuşçubaşı’da Lawrens’e, İngiltere’nin başına çok büyük belalar açacağını söylemiştir…

HAZIRLAYAN: YILMAZ KARAHAN


12 Kasım 2015 Perşembe

Kanunların Ruhu / Konu III Müspet kanunlar üzerine



'' İnsanlar toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz zayıflık duygularını yitirirler; aralarındaki eşitlik yok olur, savaş hali başlar.

Her özel toplum kendi kuvvetinin farkına varır; bu da milletler arasında savaş durumunu meydana getirir. Her toplumda kişiler, kendi kuvvetlerinin farkına varmaya başlarlar. Toplumun sağlayacağı başlıca yararları kendilerinden yana çevirmeye çalışırlar; bu da bu kişiler arasında savaş durumunu meydana getirir.

Bu iki çeşit savaş durumu, insanlar arasında kanunların yerleşmesine sebep olur. Böyle bu kadar büyük bir gezegende oturduklarına göre yeryüzünde çeşitli toplumların bulunması gerektiğini düşünen insanlar, bu toplumların aralarındaki bağları düzenlemek için kanunlar ortaya atmışlar. Böylece Devletler Hukuku meydana gelmiş. Devam ettirilmesi gereken bir toplumda yaşadıklarını göz önünde bulunduran insanlar, yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağları düzenleyecek kanunlar yapmışlar; böylece Siyasi Hukuk meydana gelmiş. Bütün vatandaşlar arasındaki bağları düzenlemek için de kanunlar meydana getirmişler; adına da Medeni Hukuk demişler.

Devletler hukuku, doğal olarak şu ilkeye dayanmaktadır: Bütün milletler barış halinde iken birbirlerine ellerinden geldiği kadar iyilik edecekler; savaş halinde iken, kendi gerçek çıkarlarına zarar vermemek şartıyla birbirlerine mümkün olduğu kadar az kötülük edecekler. Savaşın amacı zaferdir; zaferin amacı istiladır; istilanın amacı da varlığın devamıdır. Devletler hukukunu teşkil eden bütün kanunlar bu ilke ile bundan önce sözünü ettiğimiz ilkeden doğmalıdır.

Bütün milletlerin Devletler Hukuku vardır; tutsaklarını yiyen İrokua’ların bile birbirlerine elçi gönderip elçi kabul ettiklerini görüyoruz. Savaş ve barış hukukunun ne demek olduğunu bilirler de ondan. Ama işin kötüsü şu ki, bu devletler hukuku gerçek ilkeler üzerine kurulu değildir.

Toplumların tümünü birden ilgilendiren devletler hukukundan başka, her toplumun bir de kendi siyasi hukuku vardır. Bir toplumun hükümetsiz yaşaması imkânsızdır. Gravina, “Bütün özel kuvvetlerin birleşmesi, Siyasi Devlet denen şeyi meydana getirir” diyerek çok yerinde bir söz etmiştir.

Genel kuvvet, yalnız bir kişinin eline verilebileceği gibi, birçok kişinin eline de verilebilir. Bazı kimseler, mademki doğa baba egemenliğini kurmuş, o halde bir kişinin yönetimi doğaya en uygun yönetim şeklidir diye düşündüler. Ama baba egemenliğinin örneği hiçbir şeyi ispat etmez. Çünkü babanın egemenliği ile bir kişinin yönetimi arasında bir bağ varsa, babanın ölümünden sonra kardeşlerin egemenliği ya da kardeşlerin ölümünden sonra amca oğullarının egemenliği ile birçok kişinin yönetimi arasında da aynı bağ vardır. Siyasi kuvvet, zorunlu olarak birçok ailenin birleşmesini gerektirir.

Doğaya en uygun hükümet şekli, hangi millet söz konusu ise o milletin özel yapısı bakımından menfaatine en uygun olan hükümet şeklidir demek daha doğru olur.

Özel kuvvetlerin birleşmesi, ancak, bütün iradelerin birleşmesiyle mümkün olur. Yine Gravina, “Bu iradelerin birleşmesi, Medeni Devlet dediğimiz şeyi meydana getirir” diyor.

Genel olarak kanun, yeryüzündeki bütün milletleri yöneten bir şey olmak sıfatıyla insan aklıdır; her milletin siyasi ve medeni kanunları da bu insan aklının uygulandığı özel hallerden başka bir şey olmamalıdır.

Kanunlar, uygulandıkları milletlere öylesine uygun düşmeli ki, başka bir millete uygun düşmesi çok büyük bir tesadüfe bağlı olmalı.

Bu kanunlar, ister siyasi kanunların yaptığı gibi hükümeti teşkil etsin, ister medeni kanunların yaptığı gibi hükümeti devam ettirsin, kurulmuş ya da kurulması düşünülen hükümetin niteliğine bağlı olmalı.

Bu kanunlar, ülkenin tabii durumuna göre düzenlenmeli; yani ülkenin soğuk, sıcak ya da ılıman olan iklimi, toprağın cinsine, yerine ve büyüklüğüne, insanların geçim imkânlarına yani çiftçi, avcı ya da çoban olarak hayatlarını kazanma imkânlarına, bünyelerinin katlanabileceği hürriyet derecesine, dinlerine, eğilimlerine, servetlerine, sayılarına, ticaretlerine, ahlaklarına ve davranışlarına göre ayarlanmalı. Nihayet, kanunların kendi aralarında da birtakım bağları vardır; kökenleriyle, kanun koyucunun amacıyla, dayandıkları olaylar düzeniyle de bağları vardır. İşte kanunları, bütün bu noktaları göz önünde bulundurarak incelemek gerekir.

Benim bu eserimde, yapmak istediğim bundan ibaret. Bütün bu bağları bir bir inceleyeceğim: Hepsi birden Kanunların Ruhu dediğimiz şeyi meydana getirir.

Siyasi kanunları medeni kanunlardan ayırmadım. Kanunları değil, kanunların ruhunu inceleyeceğim de ondan. Bu ruh ise, kanunların çeşitli olaylarla oraya çıkacak bağlarından ibaret olduğundan, kanunların doğal sırasından çok, bu bağlarla bu olayların sırasını takip etmek zorunda kaldım.

Önce, kanunların, her hükümetin nitelik ve ilkesiyle olan bağlarını inceleyeceğim. Bu ilkenin de kanunlar üzerinde büyük bir etkisi olduğundan her şeyden önce bu ilkeyi iyice anlamaya çalışacağım. Bu ilkeyi tam olarak kurup belirttikten sonra da, kanunların âdeta kaynaklarından akıyormuş gibi aktıklarını göreceğiz. Arkasından da daha özel gibi görünen öteki bağlara geçeceğim. ''

9 Kasım 2015 Pazartesi

Montesquieu - Kanunların Ruhu Üzerine



Kitabın Giriş bölümünden bir kesit

'' Hayat hikâyesini anlatırken Montesquieu’nün vaftiz babasının bir dilenci olduğunu söylemiştik. Bunun da sırf, fakir olsun zengin olsun, halktan olsun soylu sınıftan olsun bütün insanların eşit olduklarını her zaman hatırlasın diye oğluna bir ders vermek için babası tarafından düzenlenmiş bir şey olduğu muhakkak. ''





Kitabın ilk girişinde Voltaire'ın yaptığı eleştiriler

'' Montesquieu tutmuş kadıların bu kararını Sultan’ın istibdat yönetimine bir delil olarak göstermiş. Bana kalırsa, tersine, Sultan’ın kanunlara boyun eğdiğini gösteren bir delildir bu. Sultan kanunların dışına çıkabilmek için bilginlere başvurmak ihtiyacını duyuyor da ondan. Bakın bizler, Türklerin komşusu olduğumuz halde onları gerektiği kadar tanımıyoruz. Uzun zaman aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın, Osmanlı İmparatorluğu ile kanunları hakkında bize gerçek bir bilgi vermediklerini söylüyor. Hatta dikkatinizi çekerim, Sale’in 1736’da yaptığı bir çevirisinden başka elimizde Kuran’ın şöyle doğru dürüst bir başka çevirisi yok. Türklerin dinleriyle kanunlar üzerine söylenenlerin hemen hepsi yalan yanlış şeyler: Aleyhlerinde çıkardığımız sonuçlar da hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallar. İnsan kanunların ruhundan söz ederken yalnız iyice bildiği kanunları ele almalı. '' 


'' Siyasi kanunlarla medeni kanunları da birbirine karıştırıyor. Devleti yönetenler siyasi kanunların koruyucularıdır. Senin hakkınla benim hakkımı belirtecek kanunlarla, suçların cezalarını belirtecek kanunları iyi yapıp iyi basalım yeter. Bunların yerleri de kitaplıklardır. Hâkimler bu kanunlara uymak zorundadırlar. Bu kanunlar kötü olunca, çoğu da zaten öyledir ya neyse, o zaman hâkimlerin bunları değiştirmesi için yasama organını ikaz etmeleri gerekir. ''

'' Bundan sonra Voltaire’in yine B’nin ağzından eser hakkındaki gerçek yargısını buluyoruz:

B - Karışık bir yolda kendime bir kılavuz aradım ama karşıma benden daha bilgili olmayan bir yol arkadaşı çıktı. Kitapta kanunların ruhunu değil yazarın çok geniş olan zekâsını buldum. Doğru dürüst yürüyecek yerde sıçrıyor, aydınlatacak yerde ışıldıyor, yargılayacak yerde bazen yeriyor. İnsan içinden, böyle bir dâhi, insanı hayrette bırakmaya çalışacak yerde aydınlatmaya çalışsaydı daha iyi ederdi diyor.

Bu, her bakımdan eksik kitapta, birçok kişinin iğrenç bir şekilde taklit etmeye yeltendiği çok güzel şeyler var. Dar kafalı kişiler de bilhassa insanlığın işine yarayacak bölümlerinden ötürü kitabı küçümsemekten geri kalmadılar.

Bütün kusurlarına, bütün eksiklerine rağmen bu kitabın insanlar için çok değerli bir kitap olması gerekir. Çünkü büyük Bossuet de dâhil, Fransa’daki yazarların çoğu düşünmedikleri şeyleri yazdıkları halde Montesquieu yalnız düşündüğü şeyleri yazıyor. Bütün insanlara hür olduklarını hatırlatıyor. İnsanlığa, yeryüzünün büyük bir bölümünde yitirdiği niteliklerini gösteriyor. Boş inanlara karşı savaşıyor, ahlak ilkeleri telkin ediyor.

Şunu da söyleyeyim ki, son derece yararlı olabilecek olan böyle bir kitabın hayal gücünün yarattığı bir bölmeye dayanması beni çok üzdü. “Fazilet Cumhuriyetin, onur da saltanat yönetiminin ilkesidir” diyor Montesquieu. Muhakkak ki cumhuriyetler hiçbir zaman fazilet ihtiyacıyla kurulmuş değillerdir. Genel menfaat bir kişinin egemenliğini kabul etmedi; iyelik düşüncesi, insanların kişisel tutkuları, bir kişinin tutkularıyla şunun bunun malını mülkünü yağma etmek isteğini baskı altında bulundurmak istedi. Her vatandaşın kişisel gururu, komşusunun gururunu korudu. Hiç kimse bir başkasının isteklerinin kölesi olmak istemedi. İşte bir cumhuriyetin kurulmasının, devam etmesinin nedeni budur. Bir Grison’da bir İspanyol’dan daha çok fazilet bulunduğunu sanmak gülünç olur.

Onur duygusunun da yalnız krallıklara özel bir ilke olduğunu ileri sürmek ise en az bunun kadar hayal mahsulü bir şeydir. Nitekim yazar hiç farkında olmadan bize hak veriyor. III. kitabın VII. konusunda, “Şerefin temeli, tercih edilmek, sivrilmektir” diyor. Şu halde onur mahiyeti bakımından saltanat yönetiminin içinde bulunur.

Anlıyorsunuz ya, bizzat mahiyeti bakımından Roma cumhuriyetinde hâkimlik, konsüllük, alkış, şan ve onur istenirdi. Bunlar da krallıklarda, sık sık satın alınan, değeri biçilmiş unvanlardan farksız birtakım tercihler ve temayüzlerdi. Kitabın dayandığı başka bir temel daha var ki bana kalırsa o da bu yargılar kadar yanlış: Hükümet şekillerinin, Cumhuriyet, Saltanat ve İstibdat diye üçe ayrılması.

Bilmem neden, Asya ile Afrika’daki hükümdarlara despot (müstebit) demek yazarlarımızın hoşuna gidiyor. Eskiden sultana bağlı olan Avrupalı küçük hükümdarlara bu ad verilirdi. İstenildiği zaman tahtlarından indirirlerdi onları; başka köleleri yöneten taçlı kölelerdi bunlar. Despot kelimesinin asıl manası evin efendisi, ailenin büyüğüdür. Bugün Osmanlı İmparatoruna, Fas Sultanına, Papaya, Çin İmparatoruna hiç çekinmeden despot deyip çıkıyoruz. Montesquieu, II. kitabının I. konusunda istibdat yönetimini şöyle tarif ediyor: Bir tek kişi, hiçbir kanun, hiçbir kural tanımadan, her şeyi kendi istek ve heveslerine göre yönetir.

Şimdi, böyle bir hükümetin varlığını iddia etmek yanlıştır. Hem bana öyle geliyor ki, böyle bir hükümet şeklinin yeryüzünde var olabilmesi de imkânsızdır. Kuran’la, onun bilginler tarafından yapılmış olan yorumları Müslümanlar için kanun demektir. Bu dinden olan hükümdarlar Kuran’a el basıp onun kanunlarına uyacaklarına ant içerler. Eski milis birlikleriyle kanun adamlarının büyük imtiyazları vardı. Bu imtiyazları ortadan kaldırmak isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle tahtlarından indirirlerdi. '' 


5 Kasım 2015 Perşembe

YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR


Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı.
Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralın bindiği motor,inip çıkıyordu.
İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı.

O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu.

Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk:
-Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı.

31 Ekim 2015 Cumartesi

Osmanlı İhaneti Nasıl Gördü ?


Fotoğraf:El-Hüseyni, Boşnak Müslümanlarını Waffen SS ve diğer birliklere dağıtımda ve örgütlemede söz sahibi oldu ve Almanya'da eğitim alıp Filistin, Irak ve Transürdün'e gönderilen sabotaj timlerini kutsadı.

Hacı Emin El-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı başında Osmanlı subayı üniformasıyla Kudüs Müftüsü olarak anılan Muhammed Emin el Hüseyni (1895 -1974) Kahire’de El-Ezher üniversitesinde bir yıl kadar İslam Hukuku okumuş; 1913’te 18 yaşlarında Mekke’ye gidip hacı olmuş, İstanbul’da öğrenimini sürdürürken I. Dünya Savaşı patlak verince topçu subayı olarak İzmir’de görev yapmıştı. Kasım 1916’da, savaş sürerken “hastalık” bahanesiyle Osmanlı ordusundaki görevini bırakıp Kudüs’e yerleşen Hüseyni, birden bire “iyileşerek”, İngiliz uydusu Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı ilan ettiği Cihad’a katılarak İngiliz ordusuna hizmet etmeye başlamış, İngiliz işbirlikçisi Emir Faysal’ın ordusuna asker toplamış ve İngilizlerin safında Osmanlı’ya karşı savaşmıştı.1917’de Filistin’i ellerine geçirip orada bir Manda yönetimi kuran İngilizler, Hacı Emin El-Hüseyni’yi İngiliz işgal ordusunda görevlendirmişlerdi.


27 Ekim 2015 Salı

ittihat Terakki ve Kapitülasyonlar




















Mehmet Emin Elmacı İttihat-Terakki ve Kapitülasyonlar
Zeki ARIKAN

Özet

Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı yıllarında kendisi için zararlı olan kapitülasyonları kaldırmıştı. Mehmet Emin Elmacı’nın İttihat Terakki ve Kapitülasyonlar adlı kitabı, bu kaldırma kararının önünü ve arkasını arşiv belgelerine ve dönemin basınına dayanarak ortaya koymuştur. Kitap ayrıca Osmanlı’nın adli, mali, iktisadi ve kültürel kapitülasyonlardan kurtulma çabalarını da göstermesi açısından önemli bir dönemi aydınlatmaktadır.

İstanbul Darülfünunu üniversite hukuk mektebini bitirdikten sonra İsviçre’de yeniden hukuk öğrenimi gören Mahmut Esat (Bozkurt) doktora tez konusu olarak Osmanlı kapitülasyonlar rejimini (Du regime des capitulations Ottomanes, sonradan İstanbul’da basıldı.1926) seçmişti. Bu tez Fribourg Üniversitesi’nde savunuldu ve1918’de cum lauda (takdir) derecesiyle kabul edildi. Bu genç Türk öğrencisi niçin böyle bir konuyu tez olarak seçmişti? Çünkü olay günceldi ve hemen hemen bütün Avrupa devletlerini ilgilendiriyordu.

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı başladığı zaman kapitülasyonları tek yanlı olarak kaldırmış, bu da büyük bir tepkiye neden olmuştu. Zira ilgili devletlerin iddialarına göre kapitülasyonlar tek yanlı olarak kaldırılamazdı. Oysa Mahmut Esat, antlaşmaların herhangi bir tarafın zararına işlediği zaman tek yanlı olarak kaldırılabileceğini savunmuş ve kanıtlamıştı.

Ortaçağ hukukunun şahsiliğine ya da İslam’ın aman ilkesine dayanılarak verilmiş olan kapitülasyonların ortaya çıkışı tarihin derinliklerine gitmektedir. Bu bağlamda düzenlenen ahitnameler, Beylikler dönemine ve Osmanlı Devleti’nin başlangıcına kadar uzanmaktadır. İmparatorluk döneminde her yenilendiğinde karşı tarafı şaşırtacak kadar alabildiğine genişletilen bu ayrıcalıklar, zamanla “müktesep” hak haline gelmiş ve artık geri almak olanağı ortadan kalkmıştır. Prof. Feruz Ahmad’ın dikkatini çektiği gibi, İngiltere ile 1809 tarihinde imzalanan Kala-ı Sultaniye Antlaşması, kapitülasyonlar konusunda bir karşılıklılık ilkesi getirmişse de uygulamada bunun pek yararı olmamıştır.


Kapitülasyonların ağır baskısı her alanda kendini gösteriyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nu bir “müstemleke” yapmak isteyen “düvel-i muazzama” hep bu Demokles’in kılıcını kullanıyorlardı. Tunaya hocanın bu konuda verdiği bir örnek ilginçtir. Şöyle ki; İzmir ve Selanik art bölgelerindeki yerli üzümcülüğü korumak için çıkarılan, padişah tarafından da imzalanarak yürürlüğe giren İspirtolar Kanunu bir süre sonra dış güçlerin baskısıyla ve Maliye Nazırı Cavit Bey’in girişimiyle yürürlükten kaldırılmıştı. Bu Osmanlı parlamentosunun yasa yapma gücünün de kapitülasyonlar duvarına çarpabileceğini gösteren somut bir örnektir.


Tamamen eşitsizlik temellerine dayanan ve ülkenin elini kolunu bağlayan, o zamanki deyimle “O cehennem zebanisi kapitülasyonlardan” kurtulmak, “istiklal-i tam” ın (deyim o zaman da kullanılmaktaydı.)vazgeçilmez öğesi sayılmıştır. II. Meşrutiyet”in daha ilk hükümetleri, kapitülasyonları kaldırarak düzenli bir ekonomi kurmak ve dışa bağımlılıktan kurtulmak istiyorlardı. Adliyeyi düzeltmek de bu planın parçasıydı. Böyle düşünenlerin başında Adliye Nazırı Manyasizade Refik geliyordu. Fakat ne yazık ki daha 1909 yılında öldü. Bu alanda bir takım girişimler oldu. Adliye Nezareti müşaviri Kont Ostrorog, Fransız hükümetiyle görüşerek ilgili devletlerin de katılımıyla bir konferans toplanmasını sağlamaya çalışıyordu. Fransız hükümeti buna sıcak bakmakla birlikte bu girişimin arkası gelmedi.(“Uhud-u Atika Meselesi” Tanin, 15 Mayıs 1328/1912, No.1344)



Savaş başladığı zaman hükümet bu fırsattan yararlanarak kapitülasyonları kaldırdı ve bunu yabancı devletlerin elçilere bildirdi. (26 Ağustos/8 Eylül 1914). Olay, ülkede tam bir bayram havası yarattı. Yapılan gösteriler ve şenlikler ancak II. Meşrutiyet’in ilk günleriyle karşılaştırılabilirdi. İşte bütün bu gelişmeler, Mehmet Emin Elmacı tarafından hazırlanan bu kitapta ayrıntılı olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir.Eser kapitülasyonların tarihsel bir çerçevesini çizdikten sonra altı bölüme ayrılmaktadır. Kapitülasyonları kaldırma girişimleri, bunların kaldırılması ve kamuoyu, kararın uygulanması, ilgili devletlerin bu kararı kabul etmeleri, mütareke ve kesin sonucun alındığı Lozan ile eser tamamlanmaktadır. Araştırıcı, bu konuda yapılan belli başlı araştırmaları gözden geçirmiş ve Osmanlı arşivinde bulunan ve şimdiye kadar el değmemiş dosyaları da taramıştır. Böylece Babıâli’nin kapitülasyonlarla ilgili tozlu dosyaları “keşf”edilmiş, açıklanmış ve yeni bir gözle okunmuştur.

Kapitülasyonların kaldırılması ve bunun ilgili devletlere bildirilmesi elbette yeterli değildi. Bürokratik yapının yenilenmesi, yabancı devletlerle ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi, gümrük tarifelerinin yükseltilmesi, ülkede yaşayan yabancıların cezai ayrıcalıklarına son verilmesi vb… bir dizi sorunun çözümünü de gündeme getirmişti. Bütün bunların uygulanmasında bürokrasinin epeyce bocaladığı görülmektedir. Nitekim hükümetin bu konuda memurları aydınlatmak için üst üste talimatlar çıkardığına tanık oluyoruz. Fakat yine de uygulamadaki aksaklıkların önüne geçilemiyordu. Hatta vilayetlerden Dâhiliye Nezareti’ne gelen ve sorunlar karşısında ne gibi işlemler yapılacağını öğrenmeye yönelik yazıların ardı arkası kesilmiyordu.

“Milli İktisat”, “Harb-i iktisadi” gibi kavramlar, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupalıların yaptıkları haksız işgallere karşı bir tepki olarak dilimize yerleşmişti. Kapitülasyonlar ulusal bir sanayinin kurulmasına engeldi. Yine bu günlerde kooperatifçiliğin, Muhittin (Birgen)’in imece şirketleri dediği kuruluşların, ülke ekonomisini düze çıkaracak örgütlenmeler olarak görülmesi ve bu doğrultuda başlayan çalışmalar dikkat çekiciydi. İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” politikasıyla da kooperatifler çelişmiyordu. Bir“milli burjuvazi” yaratmak düşüncesi, Kara Kemal’in ünlü şirketleri, Teşvik-i Sanayi Kanunu vb… bu alanda atılan fakat savaş ve mütareke koşulları nedeniyle sonuçlanamayan girişimler olarak kabul edilmektedir.

Öte yandan 1917’de Hukuk-u Aile Kararnamesi’nin düzenlenmesini de yine kapitülasyonların kaldırılması bağlamında ele almak gerekir. Bu kararname de II. Meşrutiyet’in ünlü düşünürü Ziya Gökalp’in damgasını taşımaktadır. Gerçi bu kararname çokeşliliği ortadan kaldırmıyor, ikinci bir evlilikte kadının onayının alınmasını öngörüyordu. Fakat kararnamenin bir başka amacı da şuydu. Dini cemaat liderlerinin yargı yetkisini kaldırmak ve böylece ülkede tek hukuku egemen kılmak…

Şeriye mahkemelerinin Şeyhülislamlığın elinden alınıp Adliye Nezareti’ne bağlanması çabaları da önemli bir denemeydi. Ziya Gökalp’in Bab-ı Meşihat’ı hedef alan ünlü şiirinin Türkiye’de yayınlanamadığını, ancak 1922 yılında Almanya’da basıldığını biliyoruz. Gökalp bu şiirinde değişmeyen kuralları eleştiriyor “iki ilim, iki hukuk, iki din olmaz” diyordu. İttihat Terakki’nin 1917 kongresinde laik düzene giden oldukça önemli kararlar alındı, fakat bunlar uygulanamadı. Mütarekede kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe konulduğu gibi kapsamı da genişletildi. Hukuk-u Aile Kararnamesi de yürürlükten kaldırıldı.

Kapitülasyonlar konusu Lozan’da yeniden karşımıza çıktı. İsmet Paşa, Seha L. Meray’ın yayınladığı Lozan Konferansı tutanaklarında yazdığı önsözde şöyle der; ”Konferansta kapitülasyonlar büyük dava olmuştur. Bunda bütün müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardı. Biz de bu meseleyi hayati davalarımızdan biri sayıyorduk.”

Yalnız bu devletler mi? Hayır. Japonya’yı da karşımızda bulduk. Niçin? Bu sorunun açıklamasını Sayın Prof. Dr Selçuk Esenbel’e borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında XIX. Yüzyıl sonlarında siyasal ve diplomatik ilişkiler başladığı zaman, Japonlar kendilerine de kapitülasyonların verilmesinde direndiler. Bu istekleri kabul edilmedi. Bu yüzden Lozan’da Japonya bu konuda karşı tarafın yanında yer almakla bir bakıma Türkiye’ye bir çeşit gözdağı vermiş oluyordu.

İsmet Paşa, Cumhuriyet’in 50.yıldönümünde Türk Tarih Kurumu’nda verdiği konferansta kapitülasyonların kaldırılmasını şöyle anlatır.

“Lozan Konferansı’nda arada (Şubat) kopma oldu, ayrılma oldu. Mesela, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul etmiyorlar, Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye Hukuk Müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz. ‘yazın’der. Kapitülasyonlar maddesi, ‘kapitülasyonların ıslahı ve kaldırılması için zemine girmek üzere…’ İşte öyle olur böyle olur…’canım kaldırılma zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır! Niye bunu demiyorsunuz?’

‘Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey..Hukuk dili…

Hülasa, dokuz ay hukuk dilini öğrenemedim.. Tali Komisyon’da uzun boylu konuştuktan sonra olmadı. Sonra birgün kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi…
‘Nasıl istiyorsunuz ‘dedi.
‘Yarın’ dedim, ‘Kapitülasyonlar kaldırılmıştır, lağvedilmiştir. Daha bilmem ne falan... Bitti yoktur böyle bir mesele’ dedim.
‘Peki, böyle yazalım’ dedi.
‘Ne oldu, hukuk diline uydu mu?’ dedim.
‘Karar verdiler’ dedi. ‘Kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler ’
‘E.Demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?’
‘Vermemişlerdi…’
Hukuk dilidir diye ‘kıyamet’ kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.”

II. Meşrutiyet’in ve Cumhuriyet’in ilk kuşakları kapitülasyonlar belasından o kadar yılmışlardı ki, bu sözü duymak dahi istemiyorlardı. İşte Elmacı’nın kitabı bundan kurtulmak isteyen bir zihniyetin tarihini veriyor bize. Son yıllarda kamuoyunda hep aleyhimize olan uluslar arası hükümler birer kapitülasyon olarak algılandı, yorumlandı ve değerlendirildi. Elbette kapitülasyonların tarihi yinelenecek değildir.

Ancak ülke kaynaklarının hesapsız bir şekilde elden çıkarılması, en haklı olduğumuz davalarda haksız düşürülmemiz, yabancılara rastgele gayrimenkul satışlarının hızlanması vb. bütün bunların gelecek kuşakların başına ne gibi belalar getireceğini şimdiden tahmin etmek kolay değildir.

Umalım onlar, İttihatçı ve Cumhuriyetçi aydınlarının çabalarını yinelemek zorunda kalmazlar.

Zeki ARIKAN

MUHTEREM KUŞÇUBAŞI EŞREF BEY


  Araştırma:
Ahmet Özcan
Netpano.com

Yanılmıyorsam, Marcel Proust’un bir sözüydü: “İnsanları yaklaştıran şey fikirlerin ortak oluşu değil, anlayışların ortak oluşudur”, diyordu. “Anlayışlar”… kişilik ve ruh yapıları, hayat içindeki duruş, eşya ve olaylar karşısındaki tutum, hal ve ahval… Fikirlerden daha kavi, daha derin oldukları kesin. Ortak fikirlerle yoldaş, akraba anlayışlarla ise ‘dost’ olunuyor. 

Eşref bey, baş döndürücü yaşam öykün, aynı anlayıştan bir kuşağın acıları, yoklukları, kaybedişleri, savaşı ve ölümü çocukça bir oyuna dönüştüren keyifli bir macera filmi gibi. Keyifli mi dedim? Özür dilerim, bir an için bu ifade, sizin kuşağa, bütün Jöntürk-İttihatcı geleneğe her fırsatta küfreden, ‘hayalperest, maceracı, Osmanlıyı batıran, Almancı’ vb. diyerek sizin sayenizde oturdukları koltuklarında üfüren her ’fikir’den cahil ve nankör takımının ağzına yakışır. Bilirsin bizde atavizm güçlüdür.Atalarımızın bir kısmına tapar, kalanına da illaki küfrederiz. Çünkü tefessüh etmiş bir devlet ve toplum düzenine isyan eden tek ahlakımız sizdiniz Ama her ahlaksız gibi, çokları sizin ahlakınızdan hep rahatsız oldu. Varsın olsun, şairin dediği gibi, ’ne çıkar siz bizi anlamasanız da, sahi siz bizi anlamasanız ne çıkar?

Eşref bey, 

İtiraf etmeliyim, yaşam öykünüzden başım döndü: Abdulhamit’in Kuşçubaşı Çerkez Mustafa Nuri beyin oğlu olarak girdiğiniz Kuleli Askeri Lisesi’nde, idareye karşı eylem yapıp Edirne’ye sürgüne gönderilmekle başlıyor. Mekteb-i harbiye’yi bitirdikten sonra atandığınız Makedonya’da muhalif faaliyetlere karışınca babanız ve kardeşiniz Selim Sami ile birlikte Hicaz’a sürgün ediliyorsunuz. 1900 yılında Taif’teki hapishaneden kaçış, yakalanma ve üç-dört defa Cidde, Medine hapishanelerinden kaçma girişimi, sonra tekrar kaçış ve Abdülhamit’e karşı Hicaz’da bir çete kurup, ünü bölgeye yayılan eylemler. Medine tören meydanında üç tabur askeri teftiş eden padişahın yaverini kaçırma, padişahın Medine’ye gönderdiği hediyeleri gasp etme, Hindistan’a gidiş, Abdülhamit’in bıktığı için af çıkarması, tekrar dönüş, yine eylemler Bahreyn’e kaçış, tekrar Hindistan ve Türkistan’a gidiş. Afganistan ve İran seyahati. 

Babanızın şantaj olarak tutuklanması üzerine Hicaz’daki bir grup hükümet müfettişini kaçırma ve babanızın affı karşılığı serbest bırakma. Çeşitli kılıklarda Mısır’a, Kıbrıs’a ve Paris’e seyahat. İttihat-Terakki’ye katılıp Makedonya’ya gidiş. Orada aynı anlayıştan ‘dost’larla tanışma: Ohrili Eyüp Sabri, Enver bey, Süleyman Askeri, Resneli Niyazi, Sapancalı Hakkı, İskeçeli Teğmen Atıf…Divan-ı harp tarafından idama mahkumiyet, Karadağ’a kaçarken ağır işkencelerden geçme. 

Mahmut Şevket Paşa’nın girişimiyle salıverilme. Abdülhamit’in İzmir Tepeköy de uslu durmanız karşılığında verdiği çiftlikte zorunlu ikamet. İzmir’de İTC hücresi oluşturma, tütün tüccarı kılığında seyahat ederek bölgede örgütleme çalışması, Çakırcalı Efe ile işbirliği ve nihayet 1908 Meşrutiyetin ilanıyla yeni yönetim tarafından bölgenin güvenliğini temin etmekle görevlendirilme. Ayaklanmaları bastırırken sert davrandığınız gerekçesiyle tahkikat ve tekdir açılması üzerine istifa…1909’ da ayrılıkçı hareketler yoğunlaşınca İTC liderlerine destek ve 1911’ de İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali üzerine Enver Bey’in eski silah arkadaşlarını toplayarak direniş harekatı başlatma çağrısına uyarak gönüllüler grubuna katılış. 

Mısır üzerinden Trablus ve Bingazi’ye sızan 300-400 kişilik grupla birlikte bedevi birlikleri örgütleyip İtalyanlara karşı gerilla savaşı.1912 de Balkan Savaşı çıkınca Enver Bey’in talimatıyla Süleyman Askeri ile birlikte Trakya’da gerilla kuvveti oluşturma ve geçici hükümet kurma çalışması.1913 de Enver Bey’le birlikte Edirne’nin geri alınışı .1914 de Enver Bey tarafından Hindistan’da İngilizlere ve Orta Asya’da Ruslara karşı direniş propagandası başlatmak üzere Hindistan ve Türkistan’a gidiş. İstanbul’a dönünce yeni kurulan Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan bölge sorumlusu olarak Hicaz’a gidiş. 1914-1916 arası Sina,Yemen ve Hicaz’da aşiretleri İngilizlere karşı örgütleme, gerilla savaşı ve cihat propangandası. 1917’de İngiliz yanlısı Emir Abdullah tarafından esir alınarak Malta’ya sürgün edilme. 

1920’de Malta’dan dönünce kendini ‘yüzellilikler’ listesinde bularak yaşanan kırgınlık. Fevzi Çakmak’ın kefaletiyle listeden çıkıp İzmir yöresindeki eski Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini örgütleme. Milli mücadeleye silah, para ve adam toplama. Ali Fuat Cebesoy komutasında Geyve Cephesi’nde mücadele ve daha sonra Adapazarı yöresinde Kuvay-ı Milliye kumandanlığı. Cumhuriyetin başlarında Kıbrıs ve Girit’te ve daha sonra Abdülhamit’ten kalma İzmir’deki çiftlikte eş ve çocuklarla sakin yaşama geçiş. 1962’de 90 yaşında vefat.


1957 yılında sizinle Teşkilat-ı Mahsusa konusunda hazırladığı doktora tezi için görüşen CIA bağlantılı Dr. Philip H. Stoddard’a diyorsunuz ki; 
“Durmadan çalıştım… bu işe gönül vermiştim,mantık ne derse desin… hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleket için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şey elde etmedim.’ 
“Ben bir Osmanlıydım. Türkçe konuşan bir Osmanlı , Dağıstan hayali kuran bir Çerkes milliyetçisi veya bir Arap yahut Rum değildim.’ 
“İçimizden kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktu. 

Davamız haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden ufak tefek birkaç daha zafer kazanabilirdik.’

Eşref Bey, aslında sizin kuşağın hemen tümü için sıradan ve belki de zorunlu bir yaşam serüveni bu. Olağanüstü düzenlerin insanları olarak hem birer savaşçı hem de idealist militanlar olarak gelişen kişilik yapılarınız, tabii ki normal zamanların insanları için anlaşılmaz geliyor. 

Elbette, ülkemizin ve halklarımızın aynı felaket günlerini yaşamasını istemiyoruz. Ama bunun hala mümkün bir olasılık olduğunun da tabii ki farkındayız. Ben asıl olarak, sizin serüveniniz de bugün için anlamlı olan iki hususa dikkat çekmek istiyorum; 

İlk olarak, bizim kuşakların pek tanımadığı şu Teşkilat-ı Mahsusa meselesi. 

Sanırım 1913 sonları ya da 1914 başlarında Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya bağlı olarak yarı resmi yarı açık bir ‘Force Speciale’, Özel Örgüt olarak kuruluyor. Aslında kuruluyor demek pek doğru değil, zira 1911 yılında Trablusgarp’ın işgali üzerine Enver Paşa’nın toparladığı gönüllü direniş ekibinin ana çekirdeği 1.Dünya Savaşı’nın başlangıcında biraz daha derlenip toparlanıyor ve daha profesyonel bir şekle sokuluyor. Görevi gereği gizli olduğu için hakkında ayrıntılı bir bilgi edinemiyoruz, kaldı ki o dönemde mebus ve nazırlara dahi teşkilat hakkında, hatta varlığı hakkında dahi onlara güvenilmediği için bilgi verilmiyor. Bugünkü anlamda direniş, örgütleme, gerilla savaşı yürütme, propaganda, casusluk, istihbarat, sabotaj eylemleri, asayişi koruma gibi birbirinden çok farklı birçok işleve sahip. 

Yine Trablusgarp’tan Hicaz’a, Mısırdan Trakya’ya, İran, Hindistan, Afganistan, Türkistan, Kafkasya, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Anadolu’da faaliyet gösteren gerçekten özel, kendine mahsus bir örgüt. Üye sayısının 30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Esas amacı, Osmanlının yıkılışını engellemek ve İngiltere ve Rusya’ya karşı tüm Doğu’da topyekun bir direniş örgütlemek. Panislamist karekteri baskın, hatta son reisi Hüsamettin Ertürk’ün ifadesiyle,’Bu teşkilatın gayesi bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yanda İttihat Terakki programındaki Emiri Efendinin panislamizinden, diğer taraftan Ziya Gökalp’ın pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır. (H.Ertürk,iki devrin perde arkası) Teşkilat, padişah/Halife’nin ilan ettiği cihat propagandasını yaymak için tüm İslam dünyasına eğitmen, hoca ve militanlar göndermekle işe başlıyor. 

Çoğunluğu doktor, mühendis, gazeteci, siyasetci, subay ve din adamından oluşan hayli seçkin bir kadrosu var.Üyeleri arasında Osmanlı bakiyesi bütün ülkelerde sonradan başbakan, bakan ve benzeri üst düzey görevlere gelen çok sayıda isim var. Hatta Mısır, Irak, Libya, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afganistan gibi ülkelerin 1920’li yıllardaki yöneticilerinin önemli bir kısmı eski Teşkilatı Mahsusa üyesi. Cezayir de Muhammet Abdülkerim el Kattabi, Emir el Kadir Cezayir’in oğlu Emir Ali, Fas’ta Hoca Abbas, Tunus’ta Şerif Burgiba, Ali Başamba, Şeyh Salih el Tunusi, Şeyh Ahmet el Şerif el Sunusi, Mısırda Abdülaziz Çaviş, Ferit Bey, Dr.Fuat, Dr.Nasır, Dr.Tabit Mahcap , Hicaz’da İbn Reşit ve daha birçokları..Türkiye’de ise Milli Mücadeleyi başlatan hemen tüm önde gelen isimler Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu ya da elemanı. 

Kuzey Afrika ve Orta Doğu da Arap, Kürt ve Çerkez aşiretlerinin birçoğu teşkilat tarafından İngilizlere karşı direnişe angaje ediliyor. Cihat propagandasının yetersiz kaldığı durumlarda para veya aşiret reislerinin çocuklarını eğitim bahanesiyle İstanbul’a getirip rehin tutma gibi yöntemler kullanılıyor. Süveyş Kanalı’nı İngilizlerden geri almak için hazırlanan birlikler içinde bir Mevlevi tarikatı tugayı da bulunuyor. İngiliz ordusunda yer alan Hindistan’dan getirilmiş Müslüman askerler üzerinde Mevleviliğin etkisinden yararlanmak amaçlanıyor.Teşkilat, bir çok yerde İngiliz karşıtı nümayişler çıkartıyor, dergiler, gazeteler basıyor, Hindistan’da ayaklanma için silah ticareti organize ediyor. Üyeleri öğretmen çiftçi, tüccar, hoca, şeyh ve benzeri kılıklarda faaliyet gösteriyor. 

Bazı operasyonlar için namlı eşkıyalar ya da hapishanelerden mahkumlar kullanılıyor. Birçok cephede yardımcı kuvvet olarak orduya destek veriyor. Ancak asıl işlevi Osmanlı coğrafyasında ve diğer Türk-İslam bölgelerinde halkı emperyalist güçlere karşı ayaklandırmak için mümkün olan her yolu kullanmak. 

Teşkilat-ı Mahsusa, üzerine yüzlerce film, roman, öykü yazılacak denli zengin faaliyet tarihine rağmen, sonuç itibariyle Osmanlının genel yenilgisinin bir parçası olarak başarısız sayılıyor. Gerçekte ise, Eşref bey, sizin ifadenizle, “Hasta adam o kadar hastaydı ki, onun acılarına son vermek İngilizlerin dört senesini aldı. Bizim işimiz hastayı mümkün olduğu kadar uzun yaşatmaktı.” Yani yenilgiyi İngilizlere pahalı ödetmek! Sonuçta İngiliz arşivlerinde ki raporlardan da anlaşıldığı kadarıyla, İngiltere hiç beklemediği bir çok isyan ve kargaşalıkla uğraşmak, bir çok önemsiz gördüğü bölgeye fazladan kuvvet yığmak, daha fazla altın vermek gibi pahalı diyetler ödemiştir. Nitekim bir İngiliz gözlemcinin raporunda şöyle deniyor; “Bu direnişler öyle çok harcama yapmamıza neden olmuştur ki, bu harcamalar yüzünden yeni nesil ömür boyu kişi başına 2 pens daha fazla gelir vergisi ödemek zorundadır.” 

Öte yandan, İngilizler uzun süre sömürgelerindeki anti-İngiliz ajitatorlerin tek bir örgüte bağlı olduklarını fark edemiyorlar. Teşkilat, 1918’ de yenilgi kesinleşince görünüşte lağv ediliyor ve Enver Paşa örgütü Hüsamettin Ertürk’e emanet ederek, ismini Ulum-u alem İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştiriyor. Bu tarihten sonra bir yanda Enver Paşa’nın Orta Asya serüveninde Afganistan, Hindistan, İran ve Türkistan’da faaliyet yürüten kadrolar, öte yanda Anadolu’da son iç kaleyi korumak için Milli Mücadeleyi örgütleyen kadrolar var.Ve dışarıda kesin yenilgi, içeride kazanılan buruk zafer sonrası yeni bir sayfa, yeni bir dönem başlıyor. Teşkilat kadrolarının çoğu, M.Kemal’in yakın arkadaşları Ali Fuat Bey ve Ali Fethi Bey gibiler dahil, genel ittihatçı tasfiyesi ile 1926 yılına kadar parça parça, 1926 İzmir suikasti davası ile tamamen tasfiye ediliyorlar. Geri kalanlar ise, Eşref bey sizin gibi, ya sessiz ve suskun bir hayatı ya da Mehmet Akif gibi sürgünü tercih ederek tarihen ve siyaseten devre dışı kaldılar. 

Teşkilat-ı Mahsusa, Jön Türk geleneğinin son örgütlü halkası olarak, çöken bir imparatorluğun görkemine uygun bir son direnme silahı olarak esasında kendiliğinden örgütleniyor, savaşıyor ve sahneden çekiliyor. 

Eşref Bey, 

Halimize bak ki, Teşkilat-ı Mahsusa’yı, bir Amerikalıdan , P.Stoddard’dan öğrenir olduk. Bu örgütü gizli karanlık işlerle veya ulvi olmayan amaçlarla yürütülen bazı operasyonlarla bir tutanlar oldu. Şevket Süreyya gibi küçümseyenler yada genel Enver ve İttihatçı düşmanlığıyla görmezden gelenlerde var.. Öte yandan Teşkilat-ı Mahsusa, bugün için hiçbir kurumsal ve manevi mirasçısı olmayan, aksine ne için dövüşmüşse onun zıddına uğraşanların bazen kendilerini refere etmeye kalktıkları bir muamma durumunda. Sizin kuşakların hatıralarında satır aralarında geçen mütevazı değinmeler olmazsa, tam bir kayan yıldız gibi kaybolacaktınız.Yine de bu yürekli vatanseverlerin muazzam öyküsü karşısında saygıyla eğilecek kadar haberdar olma şansımız var. 

Bugün için anlamlı olan ikinci hususa gelince, Eşref Bey, bugün teşkilatı doğuran koşullar giderek yeniden ortaya çıkıyor.Topraklarımızda yine düşman çizmeleri, başımızda yine işbirlikçi hainler, aramızda yine mandacılar ve göklerimizde yine anlaşılmaz bir sessizlik var. Üstelik bu kez düşman geçmişten ders çıkartarak gelmeden önce bizim bütün potansiyel direnç noktalarımızı, anti-emperyalist solu, onurlu ve bağımsız İslamcılığı, samimi ve gerçek milliyetçiliği budadı. Bu iş için elinde yeteri kadar ‘güvenlik üreticisi’ ajan, millet düşmanı bürokrat ve dolarla euroyla beslenen aydın kılıklı soysuzlar var. 

Bir süre önce, sözde ekonomik kriz yaratıp bugünkü Irak işinde ayak sürümesinden ya da en azından görevi tam yerine getirememesinden çekindikleri çok parçalı berbat bir hükümeti yıkıp, bir savaş hükümeti seçimi yaptılar. Görünüşte birçok şey onların plan ve dizaynlarına göre tamamlandı. Sizin döneminize benzemek için geriye tek eksik bir şey kaldı; bu milleti, milletin canlı ve namuslu damarını örgütleyecek her inançtan, etnisiteden, mezhepten soylu vatanseverlerin İttihat Terakkisi, Teşkilat-ı Mahsusası, kuvvası, Müdafa-ı Hukuku, henüz yok. 

Bu arada sol ve tarikat kökenli iki provakatör grup peydahlayıp, ‘Biz’e ait ne kadar kutsal ve doğru varsa onlara tapulamak gibi yeni bir şeytanlık deniyorlar. Bu milletin diniyle sorunu olanların ağzından ulus, bağımsızlık, milli onur düşmüyor. Sahiden namuslu vatanseverler neredeyse bunlarla aynı çerçevede görünmemek için bu kavramları ağızlarına alma orucu tutar oldu. 

Eşref Bey, Osmanlı yıkıldı ve gitti biliyorduk. Bugün anlıyoruz ki, yıkım hala devam ediyor. İngilizler o zaman cihat fetvasına karşı sömürgelerindeki halklara ‘halifeyi esir almış bir avuç dinsiz İttihatçının zorba idaresinden sizi kurtarıp medeni milletler gibi yaşatacağız’ diye karşı propaganda yapıyorlardı. Şimdi biraz daha rafine bir dil kullanıyorlar; ‘Müslüman demokratik model diyorlar, muhafazakar demokrat, modern Müslümanlık, çağdaş değerlerle barışık İslam!’… 

‘Büyük adam’ olmak isteyen, büyük adamlarla oturup kalkmak isteyen, hayatları boyu gizlice öykündükleri oligarşiyi büyük adam zanneden narsistik şişinme içindeki ayak takımımız da bu yavelerden kendine ekmek çıkarmaya uğraşıyor. 

Oysa her akil kişi biliyor ki, tıpkı Şerif Hüseyin gibi, tıpkı Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin işbirlikçileri gibi, tıpkı Damat Ferit gibi, bugünkü bütün Amerikancıların da savaş bitince dolacak bir kullanım süreleri var. 

Sevgili Kuşçubaşı, 

Teşkilatın ikinci adamı Süleyman Askeri’nin Irak’ta Şuaybe ormanı civarında yaşanan hazin yenilgiden sonra bunu kendine yediremeyip 31 yaşında intihar ettiğini biliyoruz. Fahrettin Paşa’nın çok az bir askerle Medine’yi ölümüne müdafaa edişini, Filistin cephesini, Yemeni, Sina’yı, Kutu’l Amere’yi.. 

Bize emanet olarak gördüğümüz her kutsalı, her karış toprağı kanımızın son damlasına kadar dövüşerek korumaya çalıştık. Bölge halklarını batılı mütecavizlere karşı kendi onurlarını, inançlarını korumaları için isyana çağırdık, cihada çağırdık… 

Sonuçta bölgede, senin ifadenle; “..Ahalinin çoğu hareketsiz kaldı. Ne bizden ne de İngilizlerden yana oldu. Hepsi hangi tarafın kazandığını görmek için bekliyordu. Maalesef biz İngilizlerden fazla kaybettik.. Eğer Araplar bizim için dövüşmeyecekse, İngilizlere pek hayırları dokunmamasını temin etmek Teşkilat-ı Mahsusa’nın vazifesiydi.” 
Yine Süveyş’e hareket sırasında Kürtlerden oluşan birliklerin komutanı Hilmi Musallimi şöyle diyor: 

“Doğu Anadolu’dan gelen Kürt müfrezeleri en azından Sina’da güvenilirliklerini gösterdiler. Ama Irak’tan gelen pek çok Kürt 1916 yılında firar edip İngilizlere katıldı ve daha sonra Hicaz’da Şerif Hüseyin için savaştı.” Biliyorsun İspanyol komutan Cortes, Meksika’yı yani İnka’ları 500 kişilik ordusuyla yenmişti. Çünkü İnka’larla sorunu olan diğer birçok kabile, Cortes’e destek vermişti. Dünya böyledir işte, yenilmeyeceksin, yenilebileceğini hiçbir zaman hissettirmeyeceksin. Aksi halde ne ortak tarih, ne kader duygusu, ne de din, ihaneti engellemeye yetmiyor. 

Tabii ki son tahlilde kendine, yani asıl gücüne ve inancına dayanarak kavgaya girmek gerekiyor. Max Weber,” politik bir krizde bir gram ideolojik inanmışlık, bir ton komiser gözetiminden daha değerlidir” diyor. 
Bunun ne kadar doğru olduğunu bütün bir çöküş sürecinde sizlerin yürüttüğü o inatçı ve inançlı mücadeleden biliyoruz. 

Yalnız, eklenmesi gereken bir nokta var; (gerçi o zamanlar birçoğumuz bunu biliyordunuz, ama yine de bir umut diyerek ses çıkarmadınız,) muhayyel bir İslam dünyası ve onu ayağa kaldıracağı varsayılan bir garip cihat fetvası… Doğrusunu istersen kendi doğallığı içinde bir Müslüman uygarlık düzeni olan Osmanlı’nın periferisine ve dışarısına dönük bir politikası olmadığı malum. Ama çöküş sürecinde Abdülhamit’le başlayan ve Almanların da desteğini alan o özel ‘Panislam’ politikasının hiçbir işe yaramadığı görüldü. Daha doğrusu, o güne kadar ‘halife’ gibi davranmayan Halife’nin bu sahte rolünün cahil Müslüman kalabalıklar için bile sahte olarak algılandığı ortaya çıktı. Demek ki ‘Panislamizm’ bir politik proje olarak ilk ve son deneyinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Aslına bakarsan 1920’lerden itibaren Pantürkizmin de aynı derecede boş bir hayal olduğu görüldü. 

Osmanlı, kendi doğal ve içkin Müslüman kimliğinden bir evrensellik üretebilseydi, özünde adalet, kardeşlik ve dayanışma olan bir politik proje geliştirerek süreci karşılasaydı, sonuç başka olur muydu, bilemiyorum. Ama en azından halifelik, cihat, İslam Birliği gibi söylem ve kavramlar yıpranmadan bir kenarda saklı durur, başka koşullar için ‘son tahlilde’ Doğu’nun haysiyet silahı olarak bilinçaltında tutulurdu. Şimdi Müslüman kimlik, sonu bırak daha ilk adımda parayla, altınla, güçle değiş-tokuş ediliyor. 

Bunda işte o dönemin derin hayal kırıklığının payı elbette var. Demek ki, kutsal haleleri Pratik/ politik malzeme yapmanın ya da pratik/politik krizlerde yürütülen siyasetleri kutsal kavram ve sembollerle süslemenin ne o kutsallara ne de siyasete bir katkısı olmuyor. Aksine her ikisini de yıpratarak zarar veriyor. 

Kuşçubaşı; 

‘Biz’, ‘biziz’ ve kendimiz olarak, içinde inançlarımız, değerlerimiz, tarihimiz, coğrafyamız olarak ‘düşünme’ ve buradan yeni bir evrensellik üretme, tüm insanlığa her dinden ve inançtan iyi ve doğru olan insanlığın vicdanına dönük sağlam, kalıcı yeni katkılar, değerler geliştirmenin yollarını aramalıyız. Devletimiz, gerçekten “Kerim Devlet”, milletimiz gerçekten soylu ve onurlu bir millet, ülkemiz gerçekten hakkın ve hukukun üstün olduğu bir uygarlık merkezi, insanımız gerçekten insan olmalı. Bizim, Osmanlılığımız ve Müslümanlığımız, işte bunun için her şeyimizdir., sigortamızdır, haysiyetimiz ve ütopyamızdır. 

İşte bu yüzden Panislamizmin yarattığı hayal kırıklığı bahanesiyle o günden beri Osmanlı kimliğimiz ve Müslümanlığımızla uğraşanlara ‘biz’ vatan haini, halk düşmanı ve batı ajanı muamelesi yaparız. 
İşte bu yüzden, haksız yere cana kıymak, haram lokma yemek, yetim malı yemek, komşusu açken tok yatmak, helal süt emmeden büyümek, ar damarı çatlamak, hayasızlık ve diğer şeytan işi pisliklere karşı hala ayakta duran yanımız varsa, bu görünmez sigortamız sayesindedir. 
İşte bu yüzden, ‘içimizdeki beyinsizler’ yüzünden bu sigortanın da atmasından korkuyoruz. 

Evet, korkuyoruz Kuşçubaşı, hem de emperyalizmden, onun silahından, kültüründen, ajanlarından, sabetaycılarından, masonlarından, medyasından, bürokrasisinden, sermayesinden, bankalarından, borsasından değil, onlarla nasıl olsa baş ederiz, ama ruhlarımızdaki komplekslerden, uşak yanımızdan, kör ihtiraslarımızdan, harama tevessül eden o alçak ve kalleş yüzümüzden korkuyoruz. 

Üşüyoruz, Kuşçubaşı; 

Zemheriden, ayazdan, borandan değil, bizi biz yapan o ateş-i suzan söndüğü için, o meftun ve rindane ruhumuzu yitirdiğimiz için, daussılamızı kaybettiğimiz için üşüyoruz. Bize yine o ateşten lazım, sizin ateşten. Şöyle ısınıp kendimize geleceğimiz, çay demleyip sigara tüttüreceğimiz, tüfek çatıp halay çekeceğimiz, şöyle soysuzlaşanlara, hainlere, hırsızlara, düşmana ‘nerede kalmıştık’ diye şerare yollayacağımız bir ateş… Sahi, nerelere sakladınız, Kuşçubaşı, o ateşi na’ptınız, onu arıyoruz, analarımızın ve çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için, insanlığın gözünün içine bakabilmek için, sizin kabirlerinize bakabilmek için o ateşi arıyoruz. ‘Biz’i ‘siz’lerle aynı anlayıştan kılacak, akraba yapacak o menevişi arıyoruz.. Siz ki, Osmanlıydınız, müslümanlığınız da mertlik, sokaklarınızda adap, sofralarınızda helal rızık bulunurdu. Siz ki, haysiyeti ölüme katık yapar, edeb’i elinize, belinize, dilinize sarardınız. Siz ki, yoksulluğunuz mahzun, yenilginiz mağrur, kahramanlığınız mahcuptu. Siz, bütün hatalarınızla, eksikliklerinizle, yenilginizle bile adam gibi adamlardınız.

Sana, sizlere selam olsun,. Türkmen Ali’ye, Çerkez Reşit’e Arap Hilmiye, Arnavut Selime, Ohri’lı Eyüb’e, Trabzonlu Kemal’e, Giritli Mehmet’e, Kırımlı İbrahim’e çok selam… 

Hepinizin ellerinden, düşmana tetik çeken şehadet parmaklarınızdan teker teker öpüyorum. Sizi hiç unutmayacağımızı bilmenizi istiyorum. Sizleri unutturanlar için de sizden özür diliyorum. Allah’ın rahmeti üzerinizden eksik olmasın. 

Hoşçakalın. 

(*) Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Philip H.Stoddard, Arba yayınları, İst.,kasım 1993