31 Ocak 2017 Salı

Talat - Enver - Cemal Paşalar 3 / Ziya Şakir

— Enver… Ya Hazreti Enver... Dünyada bizi halâs etmeğe çalıştın, ahrette de bizi şefaatinden mahrum bırakma… diye feryat ediyorlardı.

Çeğen Köyü’nün ak sakallı imamının hazin sesi, bütün bu figanlara ve feryatlara cevap veriyordu. Genç yaşında, hiçbir faninin tasavvur ve tahayyül edemeyeceği mertebelere yükselmiş ve hayatının durmadan devam eden coşkun heyecanlarını ancak mitralyöz kurşunları karşısında dindirebilmiş olan bu eşsiz kahraman, Türkistan şehidinin mezarı başında, cübbesini kavuşturarak iki büklüm duran bu ihtiyar imam, ayağını hafif hafif yere vuruyor, dünyanın faniliğini ifade eden uhrevi bir seda ile önündeki toprak yığınının altında yatan kanlı na’şa hitap ediyordu:

- Yaaa, Enver ibn-i Havva! Kul, lailahe illallah…

Bu kısımdan sonra Enver Paşa bölümü bitmekte ve Cemal Paşa bölümü başlamakta kitapta...

İttihat ve Terakki Hükümeti tarihinde, Talât ve Enver Paşalardan sonra en mühim mevki alan Cemâl Paşa’dır. Nitekim bu üç zat aynı tarihte Ekânîmi Salise (üç esas) unvanını almışlardı.

Cemâl Paşa, hayatının ilk devrelerinde, hiçbir fevkalâdelik göstermemiştir. Hatta İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne intisap edinceye kadar, hayatı tamamıyla sönük geçmiştir. Ancak bu cemiyete girdikten sonra, maddi ve manevi enerjisini göstermiştir.

1872 senesinde, İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Muntazam tahsil takip etmiştir. Zekâsı ve kuvvetli hafızası sayesinde askeri mekteplerde daima parlak muvaffakiyetler kazanarak erkânı harp yüzbaşılığı ile tahsilini bitirmiştir. Üçüncü Ordu’ya tayin edilmiştir. O tarihte erkânı harpler için tayin edilmiş olan müddetler zarfında terfi ederek, bulunduğu vazifelerde daime liyakat göstermiş nihayet, aynı ordunun Müşiriyet (mareşallik) Erkânıharbiyesi arasına girmiştir.

Çok zeki ve gayet faal olduğu için, bir taraftan bu askeri vazifesini devam ederken, diğer taraftan bazı vilayet nafia (bayındırlık) işlerinde de hizmetinden istifade edilmiştir. İşte böylece, Selânik’teki genç zabitler arasında temayüz eylemiştir (sivrilmiştir).

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin müessislerinden (kurucularından) değildir. Fakat Cemiyet’in teşekkülünden sonra, kuvvetli şahsiyetler arayan erkânı asliye tarafından gönderilen rehberlerin delâletiyle Cemiyet’e ithal edilmiştir.

O tarihte binbaşı olan Cemâl Bey’in Cemiyet’e girmesi, derhal hayatında bir değişiklik husule getirmiş ve adeta hayatının ilk dönüm noktasını teşkil eden bu hadise, onun ikbal yıldızının parlamaya başlamasını temin eylemiştir.

Cemâl Bey, büyük bir faaliyetle işe başlamıştır. Cemiyetin teşkilât işlerini üzerine almıştır. Müşiriyet erkânıharbiyesindeki vazifesinden başka Şimendifer Hat Müfettişi de olduğu için gezip dolaştığı yerlerde merkezler teşkil etmiş, cemiyetin kuvvetlenmesini temin eylemiştir. Aynı zamanda Selânik’te Bölük yani mahalle teşkilâtını vücuda getirerek cemiyetin merkezini de böyle kuvvetlendirmiştir.

Müşiriyet (mareşallik) Erkânıharbiyesinde, cemiyetin başlıca üç kuvvetli şahsiyeti bulunuyordu. Bunların ilk ve birincisi Binbaşı Cemâl Bey’di. Kısa bir müddet sonra, Kolağası Fethi Bey’de - Kesriye taburu kumandanlığından- buraya nakledildi. Yine kısa bir müddet sonra Kolağası Mustafa Kemal Bey’de Şam’dan geldi ve bu suretle, bu üç genç, ateşli ve inkılâpçı erkânıharpler, aynı dairede birleştiler.

Cemiyet, bütün kuvvet kaynaklarını adeta buradan alıyordu. Çünkü bu üç zat tarafından, teşkilâta çok faydalı hizmetler ifa ediliyordu. Ordu zabitlerinden ekserisi (çoğunluğu), işleri için bu zatlara müracaat ediyorlardı. Bunlar, Cemiyet’e dahil olan zabitlerin işlerini kolaylaştırıyorlar, onları Cemiyet’e bir kat daha bağlıyorlar, henüz dahil olmayanları da vatanperverâne telkinlerle ikaz ederek, Cemiyet’e girmeğe teşvik eyliyorlar, bu suretle inkılâbın temellerini kuvvetlendiriyorlardı.

Böyle olmakla beraber, Cemâl Bey henüz Cemiyet’in ikinci planında idi. Ancak, Meşrutiyet’in ilanından sonra, Merkezi umumi âzalığına seçilmek suretiyle birinci plana geçti.

27 Ocak 2017 Cuma

The Accountant

Aslında filmde her şey var diyebilirmiyiz ?

Bence var görmek isteyenler için gerçekten filmde her şey mevcut. Diğer yandan otizmin ne olduğunu da anlatan bir film olması hareketli sıkıcı olmayan bir film olması ise gerçekten izlenmeye değer bir film niteliği taşıyor olması ile eşdeğer.

Filmin isminin hesaplaşma olması küçük yaşta arkadaşları tarafından otizmli bir çocuğun hikayesini anlatmakta. Diğer yandan aynı hesaplaşmayı kendi içinde yaşaması karakterin yine sevdiği kadından uzaklaşmasına sebep olmakta. Aslında film insan kendisi ile hesaplaşabildiği kadar insandır mesajını vermekte.Tabi ki bu sadece benim görüşüm.İzlemenizi şiddetle değil normal bir şekilde tavsiye ediyorum.

Talat - Enver - Cemal Paşalar 2 / Ziya Şakir

Enver Paşa Kafkasya'da

Enver Paşa 1918 senesi Teşrinisani (Kasım) ayının ortalarında İstanbul’u terk ettiği halde, ancak 1920 senesi Ağustos ayı içinde Kafkasya’ya gelebilmişti. Bu müddet zarfında da Denikin ordusu mahvolmuş, bütün Kafkasya ve Azerbaycan’ı Bolşevikler işgal etmişlerdi.

Enver Paşa, buraya gelirken Moskova’ya uğramıştı. Ve orada epeyce zaman kalmıştı. Troçki tarafından, Kremlin Sarayı’nda kabul edilmişti. Aralarında uzun müzakereler cereyan etmişti.

Enver Paşa, artık eski aristokrat ve diktatör Enver Paşa değildi. Şimdi o, Afrika’nın, Arabistan’ın ve bütün şark Müslümanlarının, emperyalizm ve kapitalizme karşı isyana hazırlanan ihtilalcilerinin mümessilliğini deruhte etmiş (üstlenmiş), İslam İttihadı Fırkası (partisi) namı verilen bir teşekkülün başına geçmişti.

Bu teşekkül hakikaten mevcut mu idi, değil mi idi?

Bolşevik reisleri, bunu inceden inceye tahkikata lüzum bile görmemişlerdi. Onlar sadece, Enver Paşa’nın isminden ve her tarafta tanınmış olan şahsiyetinden istifade etmek istemişler. Onun işbirliği teklifini memnuniyetle kabul etmişlerdi. Hatta kendisini Moskova’da, Kremlin Sarayı’nın karşısında, muhteşem bir konağa yerleştirmişlerdi.

Bu sırada Cemâl Paşa Afganistan’a geçmiye muvaffak olmuştu. Kral Emanullah ile anlaşarak, Afgan ordusunu ıslah ile meşgul oluyordu.

Azerbaycan’ın işgali münasebetiyle Bakü’de şark milletleri tarafından büyük bir kongre yapılacaktı. Tam 1861 murahhasın (delegenin) toplanacağı bu kongreye, Enver Paşa’da iştiraki arzu etti. Bakü’ye geldi.

Enver Paşa kongrede uzun bir nutuk söyleyerek, Umumi Harbe niçin girildiğini ve Almanlarla niçin ittifak edildiğini izah etti. Bütün mes’uliyeti, Çarlık idaresinin Türkiye’yi istila siyasetine yüklettikten sonra:

— Açık söylüyorum. Ben komünist değilim. Ancak bütün arzu ve gayretim, şimdiye kadar zalimane idareler altında ezilen şark milletlerini istibdattan kurtarmaktan ibarettir. Her millet, kendi hürriyet ve mukadderatına sahip olmalı, istediği gibi yaşamalıdır, diye bağırdı.

24 Ocak 2017 Salı

Talat Enver Cemal Paşalar * Ziya Şakir

Talat, Enver ve Cemal paşalar; Osmanlı İmparatorluğu'nun içinde bulunduğu en buhranlı yıllarında, devlet yönetimini ellerine alarak son devre damgasını vurmuş üç önemli şahsiyettir. İmparatorluğun çöküşünü durdurmak için yaptıkları icraatlar, maalesef çöküşü daha da hızlandırmaktan öte bir netice vermemiştir. Kendileri hakkında şimdiye kadar birçok eser yazılmıştır. Bu eserlerden bazıları, paşaların sadece "hürriyet-perver"liklerini, bazıları ise "akılsız"lıklarını ortaya koymaya çalışmıştır. Elinizdeki eseri diğer eserlerden ayıran en önemli özellik ise; paşaların hayatını, doğumlarından ölümlerine kadar, akıcı bir üslupla ve objektif bir şekilde kaleme almış olmasıdır.
Eserde ele alınan meseleler arasında; İttihad ve Terakki'nin kuruluşu, Sultan Abdülhamid'in İttihad ve Terakki karşısındaki çaresizliği, Meşrûtiyet'in ilanı, Bâbıâli Baskını, İttihad ve Terakki'nin başlattığı ihtilal geleneği, paşaların Birinci Cihan Harbi'nde oynadıkları rol, kimler tarafından ve nasıl öldürüldükleri sayılabilir.

Cumhuriyet'in ilk yıllarından beri süregelen İttihad ve Terakki düşmanlığına farklı bir zaviyeden çözüm arayan ve bir çırpıda okunabilecek, benzersiz bir çalışma...




Sadrazam, Cemâl Paşa’yı görür görmez:

— Nerede kaldınız, Paşa. Arkadaşlar beklediler beklediler, şimdi gittiler, diye bir başlangıç ile söze girişti. Ve sonra:

— Şimdi size, gayet memnun olacağınız bir havadis vereceğim. Bakalım, ne olduğunu keşfedebilecek misiniz? dedi.

Bunun üzerine, konuşma şu şekilde devam etti:

— Geçen gün ben yokken, Enver Paşa, Talât Bey ve Halil Bey’le kararlaştırılmış bir şey olsa gerek. Fakat ne olduğunu tahmin edemiyorum. Lütfen izah buyurur musunuz?

— Almanya Hükümeti, bize ittifak teklif etti. Biz de bunu, memleketin menfaatine muvafık gördük. Bugün sefir Vangenhaym ile ittifaknameyi imza etti. Nasıl, memnun oldunuz mu?

Cemâl Paşa, fena halde şaşaladı. Bir müddet mebhut (şaşkın) kaldı. Bu esnada Sait Halim Paşa, masasının kilitli gözünden bir kâğıt çıkardı. Cemâl Paşa’ya uzattı. Bu kâğıtta, “Osmanlı ve Alman hükümetleri arasında, hukuku mütesaviye (denklik) esasına müstenip” gayet uygun ve makul şartlarla, birkaç maddeden mürekkep, ittifak muahedesi (anlaşması) şartları vardı.

Cemâl Paşa muahedenameyi (anlaşma metnini) beğendi. Fakat Almanya’nın esas müttefikleri olan iki devlet daha vardı ki, acaba onların vaziyeti ne merkezde idi?

Cemâl Paşa bir an evvel bu merakını tatmin etmek için, Sait Halim Paşa’nın yüzüne bakarak:

— Bu çok güzel… Fakat Avusturya? dedi.

Sait Halim Paşa, sanki bu suali bekliyormuş gibi, derhal cevap verdi:

— Avusturya sefiri, yarım saat evvel buraya geldi. Almanya ile akdettiğimiz muahedenin bütün maddelerini, kendi hükümetinin de aynen kabul ettiğine dair, bir mektup getirdi.

— Ya İtalya

— Galiba Alman Hükümeti, bize teklif ettiği ittifaktan İtalya’ya henüz bir şey açmamış olacak ki, şimdilik ondan hiçbir haber yok. Mamafih (Bununla birlikte), İtalyanların da aynı suretle ittifakımızı kabul edeceklerine şüphe etmiyoruz.

Cemâl Paşa sükût etti. Fakat devletin mühim bir rüknünü (ögesini) teşkil ettiği için, gururu incinmişti. Buna binaen, ilk dakikalardan beri dudaklarının ucunda titreyen şu suali sormak lüzumunu hissetti:

— Büyük bir iş yapmışsınız. Oldukça uzun bir müzakereye muhtaç olan bu teşebbüsü, şimdiye kadar benden niçin sakladınız?

Sait Halim Paşa, hafifçe bocaladı. Cemâl Paşa’nın iade ettiği muahedenameyi (anlaşma metnini), büyük bir dikkatle yazıhanesinin gözüne yerleştirirken:

— Bu işi, ben kendim idare ettim. Hatta kat’iyyen kesbedinceye kadar, hiç kimseye bir şey söylemedim… Bugün bile, daha Cavit Bey’in haberi yok. İbrahim Bey’le, Şükrü Bey de henüz bir şey bilmiyorlar. Malûm ya, nazik bir mesele… İhtiyatlı davranmamız lâzım, diye mırıldandı.

Artık, Cemâl Paşa’nın söyleyeceği hiçbir söz kalmamıştı. Kabinenin en nüfuzlu şahsiyetleri tarafından pişirilmiş bir aşa, soğuk su katamazdı.

Cemâl Paşa, şahsen İtilaf Devletleri’ne yani İngiltere, Rusya ve bilhassa Fransa siyasetine mütemayildi (eğilimliydi). Böyle olmakla beraber, yapılmış olan bir işi bozacak veyahut sarsacak şekilde itirazlara kalkışmak istemedi.

— Cenab-ı Hak, memleket hakkında iyi neticeler istihsaline (elde etmesine) bizi hâdim (hizmetkar) etsin, demekle iktifa etti (yetindi).

Ve hatta mühim bir tarihi hadise bu olan işten dolayı, Sadrazam Sait Halim Paşa’yı tebrik etmekten bile çekinmedi. Fakat Cemâl Paşa, Sadrazam’a veda ederek yalıyı terk ederken, kalbinde gizli bir ukde (düğüm) belirmişti. Ve Sait Halim Paşa’nın, bu işi ben idare ettim demesine rağmen, Enver Paşa’nın bu işte, ondan daha büyük bir amil olduğuna kanaat getirmişti.

Nitekim birkaç gün sonra bu mesele şayi olunca, İstanbul efkârı umumiyesi de, tam bir ittifak ile aynı hükmü vermişti.

Fakat bu mesele, münevver meclislerinde, pek hararetli bir münakaşa mevzuu teşkil etti. Bu münevverlerden mühim bir kısmı, Almanya Hükümetinin kudret ve satveti askeriyesini nazırı dikkat alarak, Enver Paşa’nın Almanya ile ittifakında büyük bir isabet görüyorlardı.

Münevverlerin diğer zümresi ve bilhassa Sadrazam Kâmil ve Sait Paşaları, siyasi pirleri makamında gören muhalifler ise, bu iki eski vezirin siyaset temayüllerini nazarı dikkate alarak, Almanya ile ittifakta hiçbir isabet görmüyorlar, Enver Paşa’nın bu hareketini şiddetle tenkit ediyorlardı.

Üçüncü bir zümre daha vardı ki, bunlar da:

— Cihan siyasetinin aldığı bu vahim vaziyette, tabiidir ki, biz yalnız kalamayacaktık. İster istemez, bu iki devlet manzumesinden (sisteminden) biri ile ittifaka mecbur kalacaktık. Fakat niçin bu kadar acele ettik. Niçin vaziyetin inkişafını (gelişmesini) beklemedik. Serbestlik ve bîtaraflığımızı muhafaza ederek, iki zümreden birinin üstünlüğü tebarüz etmeye (belirmeye) başladığı zaman, o tarafa iltihak etseydik daha iyi olmaz mıydı? Diyorlardı. Ve sonra da şu suali soruyorlardı:

— Almanya ve Avusturya, bizimle ittifak akdetmek için müracaatta bulunmuşlar. Bu mesela, tabi-î görülebilir. Fakat şimdiye kadar fiili hiçbir muavenet (yardım) göstermemiş olan bu iki imparatorluğun bize müsavi (eşit) haklar bahşetmesine ne mana vermeli?

Bu sual, büyük bir şüphe doğuruyordu ve bu şüphenin muhtemel neticeleri de, Enver Paşa’yı ağır bir mesuliyete doğru sürüklüyordu.

12 Ocak 2017 Perşembe

Bireysel olarak çıkarlarımız toplumsal olarak problemlerimizi çözmeye engel oluyor.



Toplum olarak belirli periyotlarda değişim içinde olduğumuz doğrudur. Ancak bu değişimin iyi bir değişim olduğu pek söylenemez.


Toplum olarak bireysel çıkarcılığımız sonucunda toplumsal sorunlarımıza çare bulamamaktayız. Toplum bireylerin oluşturduğu bir çatıdır. Ancak bu bireyler kendi türlerinin ( etnik köken, mezhep, ideoloji ,tarikat ) çıkarlarını diğer bireylerden üstün tutmaya başlar ise problemler çoğalmaya başlayacaktır. Çatı bir anda olmasa da yavaş yavaş üstümüze çökecektir. Toplumsal olarak bu durumu engellemek için eğitimin ( evrensel eğitimin ) önemini anlamamız gerekmektedir.


Akademik olarak çalışmalar yürüten kişilere özellikle akademisyen ünvanı taşıyan kişilere herhangi bir etnik köken, mezhep, parti kimliği yüklemeden çalışmalarını sürdürebilecek bir ortam oluşturmak gerekmektedir. Diğer yandan yine aynı zamanda akademik unvan taşıyan kişilerin de bu kimlikler ile ilerlemelerinin önü kesilmelidir. Toplum olarak ne yazık ki problemleri dahi siyasileştirme gibi bir özelliğe sahibiz.


Ulus bilinci burada devreye girmektedir. Ulus olmak için etnik kökeninden veya etnik kökenin getirdiği kimliğin kültüründen vazgeçmeye gerek yoktur. Ancak biz Ulus bilincini çok yanlış anlamış bir toplumuz. Bunun nedeni ise yine bazı odakların ülkemizde kaos ortamını oluşturmak için kavramların anlamları ile oynamalarıdır.


Toplum olarak aldığımız eğitim ekonomik sebepler ile yetmemektedir. Ülkemizdeki eğitimden elbette her aklı başında birey şikayet etmekte ve edecektir de. Buradaki önemli konulardan biri bireye sorgulama yetisini kazandıramamış olmamızdır. Sorgulama yetisini kazanan bireyler ise toplumumuz içinden sivrilmekte hatta ve hatta toplum tarafından dışlanmaktadır…

Salih Yücel GÜR

11 Ocak 2017 Çarşamba

Pablo Neruda Şiirler

Cautin’de yazlar yakıcı geçer. Gökyüzünü ve buğdayı kavurur. Toprak, derin uykusundan kurtulmak için çabalar. Evler ne kış mevsimine ne yaz aylarına hazırlıklıdır. Şiirimi bulmak sevdasıyla kırlardan geçerek doğru gidiyordum. Yürüyor, yürüyordum. Kendimi Nielol dağı üzerinde yitiriyordum. Yalnızdım, cebim domuzlan böcekleriyle doluydu. Bir kutunun içinde az önce yakaladığım tüylü bir örümcek vardı. Yukarıda gökyüzü görülmüyordu. Orman havası sürekli nemliydi, kayarcasına ilerliyordum. Birden bir kuş sesi duyuyordum, Chucao’nun garip çığlığıydı bu. Ayaklarımın dibinden ürkütücü bir uyarıyla havalanıyordu. Kan damlaları gibi olan Copihue’ler ancak ayır-dediliyordu. Devasa eğrelti otlarının altından geçerken, gittikçe kısaldığımı düşünüyordum. Bir yaban güvercini kuru bir kanat gürültüsüyle yüzümü yalarcasına geçiyordu. Daha yukarıda, başka birtakım kuşlar boğuk bir gülüşle benimle dalga geçiyorlardı. Yolumu zorlukla buluyordum. Vakit çok geçti.

----


İnsana ilişkin gerçeklerin üzerindeki örtü artık kalkmıştır ve Temuco geceleri, bilgilenme sürecimi hızlandırıyor. Okuyabilmek için ne uyuyor ne de yemek yiyordum. Kimseye, belirli bir yöntemle okuduğumu söyleyemem. Zaten kim yönteme bağlı okur ki? Heykeller? Evet.

Bilgi, kesinlikle içeri sızacak bir delik bulur ve oradan girer. Bazıları için dışavurma bir geometri el kitabıyla olur, bazıları içinse birkaç dize şiir yoluyla. Benim için kitaplar, kendimi yitirdiğim ve yitirmeyi sürdürdüğüm orman yaşantısının ta ken-disiydi. Göz kamaştırıcı güzellikteki çiçeklerdi; simsiyah yüksek dallardı, gizemli sessizliklerdi, göksel seslerdi; ama 35011 zamanda dağların, eğreltiotlarınm ve yağmurların ötesindeki insanların yaşamıydı.

---

Bu durumda, benim, insanların kardeşlik duygularına, reçine ve toprak kokusu ile karşılık verme çabalarımı öğrenmek sizi hiç şaşırtmayacaktır. Orada, o bahçede bıraktığım çam kozalağı gibi, sözlerimi de, tanımadığım birçok insanın, birçok tutuklunun, yalnız yaşayan ve zulüm görmüş kişinin kapısına bıraktım. Çocukluğumda, ıssız bir evin bahçesinde edindiğim büyük ders budur işte. Birbirleriyle tanışan ve yaşamın meyvelerini değiş tokuş etmek isteyen çocukların bir oyunuydu belki. Bu küçük gizemli alışveriş, şiirimi besleyen, körükleyen bir tortu gibi çöküp kaldı yüreğimde.


----

SERENAD 

Sen benim derimden çok daha benimsin. Seni ararken
İçimde, damarlarımda, kanımda, ışıkla örülmüş 
Gizemli dokularımda şendin bulduğum. Sanki kandın sen
Taştın, azıktın.
Bense dışında kaldım aklın, çılgınlığın, giysilerin, 
Eski bir karanlık ve ormanlar soyundan geliyorum,
Ama tıpkı bir kuyudaymış gibi iki büklüm girip 
Kör bir adam gibi el yordamıyla 
Yolumu bulmaya çalışırken topraklarımda, 
Adımlarıma yön verecek parmaklıklar yoksa da 
Vardır senin gülünün büyümesi evimde 
İçimde büyümeyi sürdürüyorsun,
Köklerin çok derinde
Yapraklarında parmak uçlarımı yakmadan 
Gözlerine dokunmam olanaksız 
Susuzluğumda bedeninin yangınları tutuşur 
Kurar yüzünün yaprakları yokluğunu 

‘Kim var orada, kim var orada?’ diye sorarım sanki gecenin
Geç saatlerinde 
Birisi kapımı çalmış gibi
Bir de bakarım ki boşluğun ortasında rüzgârdan başka bir şey yoktur 
Sulardan, ağaçlardan, gündüzleyin yaktığımız 
Ateşlerden sönmeye yüz tutmuş 
Sanki hiçbir şey yokmuş da 
Var olan her şey oradaymış gibi 
Sanki yeryüzünün bütün toprakları kapımı tıklatıyormuş gibi
Adsız, yaşam gibi belirsiz
Filizlenen bitkiler ve çamur gibi bulanık,
Gözlerimi kapar kapamaz uyanırsın canevimde
Ben toprağa uzanınca doğarsın uçuşan tozlar gibi,
Yatağını aşındıran nehir
Birbirine dolanmış çıplak ağaç köklerini koruyarak büyürse 
Sen de onlar gibi büyürsün bende
O nasıl karanlığıyla birlikteyse, sen de benimle birliktesin 
İşte kan ya da buğday, toprak ya da ateş 
Yaşarız burada, bir tek bitkiymiş gibi 
Yapraklarının anlamını bilmeyen.

Pablo Neruda - Şiirler