14 Eylül 2014 Pazar

Süleyman Tapınağı




        M.Ö. 10. yüzyıl ortalarına doğru, Kudüs'te Hz. Süley­man tarafından yaptırılmış olan, bu nedenle onun adıyla anılan bu ünlü mabet, tüm dinlerde saygıyla ve övgüyle anılır Bunun nedeni, bu mabetin "Tek ve Ulu Tanrı" adına yaptırılmış ilk mabet oluşu, ayrıca tüm dinlerin inançlılarına açık olmasıdır. Bu mabedin nasıl yapıldığı, Tevrat başta olmak üzere birçok dinsel kaynakta uzun uzun anlatılır. Yapımından sonra 370 yıl kadar ayakta kalmış olan bu mabet, M.Ö. 586 yılında Kudüs’ü ele geçirerek yağma ettirip yaktıran Babil Kralı Nebukadnezar tarafından yıktırılmıştır. Bu mabetten günümüze sadece birkaç temel taşı kalmıştır.


        Hz. Süleyman, hükümdarlığının dördüncü yılında tapı­nağın yapımını başlattı. Bu yıllar, Sur Kralı Hiram’ın hükümdarlığının 11. senesine rastlıyordu. Sur kalesinin inşası­nın üzerindense 240 sene geçmişti. Kral Süleyman, tapına­ğın temelini çok sağlam bir şekilde oluşturmayı planlamıştı. Bu temelin zeminle bütünleşmesi ve üzerine inşa edilecek olan görkemli yapıyı taşıyabilmesi gerekiyordu. İnşa edilen ilk bölüm tamamen beyaz taşlardan oluşmuştu. Bu bölü­mün üzerinde inşa edilen ikinci kat aynı ebatlardaydı. Bina­nın cephesi doğu istikametine bakıyordu. Yapının içerisinde otuz oda ve odalar arasında bağlantı sağlayan geçitler var­dı. Binanın damı sedir ağacından yapılmıştı. İnşaat tamam­landığında ortaya çıkan eserin görkemi görenleri çok etkile­mişti. Çünkü taşların göz alıcı parlaklığı ve düzenine karşın yapıda ne bir çekiç, ne de herhangi başka bir mimari alet darbesi veya bu çeşit bir aletin kullanıldığına dair bir iz yok­tu.


        Kral Süleyman'ın, üst kat odasına gizlice çıkabilmek üze­re bir planı vardı. Bu plana göre mabedin duvar kalınlığın­da merdivenler örülecek ve bu merdivenler sedir ağaçları kütükleriyle beraber sanki bir destek sağlıyormuş gibi görünecekti. Hz. Süleyman mabedini iki bölüme ayırdı ve iç bölümü en kutsal olarak niteledi. Bu en kutsal bölümün dışındaysa bir dua alanı yaptırdı. Dua etmek için yapılan bu yer ite gizli kutsal bölüm arasında kimsenin bilmediği bir geçit vardı? Bu gizli bölüm "Kutsalların Kutsalı" olarak biliniyor­du ve içinde "Ahit Sandığı" saklıydı. Tapınağın içinde veya dışında altınla kaplanmamış hiçbir bölüm yoktu.


        Hz. Süleyman, Sur kentinin dışında yaşayan ve altın, gü­müş ve pirinç işleme sanatları üzerinde usta olan Hiram'ı çağırttı. Hiram aynı zamanda tüm tapınağın inşasını yöne­ten ve tapnağın girişine, birini sağ ve diğerini sol köşeye ol­mak üzere iki sütunu koyan kişiydi. Bu sütunlardan soldakine B, sağdakine J adını veren yine Hiram’dı.

        Hz. Süleyman bu muhteşem tapınağı hiçbir masraftan kaçınmadan, en pahalı ve en değerli mücevherleri kullanarak tamamladı. Tek amacı Tanrı adına görkemli bir yapıt in­şa etmekti.

        Tapınağın kimi bölümlerine yalnızca din adamlarının girmesine izin verilmişti. Tapınağın girişinde halka açık ayrı bir ibadet yeri inşa ettirildi, buraya Tanrı'ya inanan herkes ser­bestçe girebilirdi.


        Günümüzde "Ağlama Duvarı” olarak bilinen yer, bu tapınağın geriye kalan tek duvarıdır. Yahudiler bu tapınağa "Bet(h)a Mikdaş” derler. Tapmağın yöneticileri Kohenler (Ko- anim) ve Levilerdi. Pergel, gönye gibi temel Mason simgele­ri, duvarcı malzemeleri olarak, Hiram’ın kullandığı malze­melerden kaynaklanmaktadır.


GÖRÜNÜRDE VE GÖRÜNMEZDE OLAN TEŞKİLÂT-I MAHSUSA:

       

        Böylecesine ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan, Mebusan ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle yürüyebilmesi için «iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: İrade-i seniyye ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami, plânın iki ana kolu üzerinde çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum, Selim Sami Beş Türkler'in başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme» işini de, Ordu olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer Tayyar Eğilmez), mülkî âmir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihad ve Terakki Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezaretinin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi.
     

        
        Teşkilâtı Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı, vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen idaresine almış olan İngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun başına ismini daima şükranla andığım Abdülâziz Çâviş gibi, bütün İslâm âleminin hürmet ettiği bir şahsiyeti getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra İngilizlere karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset sahnesine çıkan millî hareketin temeli oldu.


        
        Hindistandaki gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı olmaksızın, Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair İkbal, Nehru gibi mücahitler toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, İngilizlerin o kadar sıkı takiplerine rağmen Selim Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir yaylasından Türkeline, ancak bu teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle de kendisini gösterdi.


        
        Trablus-Garb'de, zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski arkadaşlarımızın himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan İtalyan idaresine karşı ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: Trablus- Garb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen Sultan Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad Efendinin hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi olmuştu. Mustafa Kemal Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî mücadelemizin başlarında, bir gün Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve bunun pekâlâ mümkün olduğunu, Vahidüddin'in İngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki mahallî müstakil hükümeti», bugünkü Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin hitamında revaçta olan Vilson Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de tamamen aynı fikirdeyim.



        
        Cezair, Fas, Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine rağmen umduğumuzdan kısa zaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati bilmesini isterim: Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin olalım ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye etmiştir: Biz, zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak benimsemiş olan ruhlara hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların nasıl yapılacağını, sabotajları, obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini gösterdik. Bu ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha kazandığı zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç devletlerin kalbinde, Türkiye’nin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle olması lâzımdır.'



        İslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri götürdüler. Sudan'da İngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine İngiliz İntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün İslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik - Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde İngilterenin o günkü kin ve kuşku siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme haline gelmiyecekti.»

13 Eylül 2014 Cumartesi

Osmanlı İngilizler ile alay ediyor...


Ankara'nın Taşına Bak...




Osmanlı'yı kısa sürede aşiretten devlete ve İmparator­luğa yükselten büyük ekonomik gücün gizemi, Ankara tiftik keçisinin öyküsünde gizliydi. Osmanlı'da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şahı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı 70 yıl sonra Osmanlı Devleti'ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu'ya getiren Süleyman Şah'ın torunuydu. Sü­leyman Şah 1229'da ölünce oğulları Kayseri'den Ankara'ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleştiler ve bu bölgeyi yurt edindiler. O günden başlayarak Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara'dan tüm dünyaya ya­yıldı ve tiftik keçisi dünyada Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başlandı. "Öteden beri Ortadoğu'da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı. Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da soflarla bogasi denilen pamuklu dokumalar ve ipek­li kadifeler bunlar arasında yer alıyordu. 15. yüzyılda 'yeniçeri çu­hası' diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görü­yordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi, "420 diyor Şerafettin Turan.



Tıpkı ipek kumaşı gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemi­ği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1354'te bir çift Ankara keçisi bir "hanedan hediyesi" olarak Kutsal Roma imparatorluğuna gönderilmişti. Başta İngiltere Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa'da öyle büyük bir talep vardı ki gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi. Avrupa, "bize kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz  kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın," diyor Osmanlı'nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa'ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik ipliği ve tiftik kumaşı satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı. Kalitesiyle rekabet edeme­diği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa'lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı.Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; "burası tiftik kumaşı (sof) yeri, dir... Bu kumaş da Ankara'ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik do­kumaktır.Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa'ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey  sof olmaz. Hatta Ankara'dan eğrilmiş ipliği alıp, Fransa'ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı." der. O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Toumfort.Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlar­dı.Osmanlı'da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu. 1711'de güneybatı Almanya'da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu ne­deniyle başarısız olurken, 1740'ta Ankara keçisinin İsveç’e gö­türülme girişimi önlenmiş ve 1778'de Venedikliler Ankara keçi­si besiciliğinde yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle düş kırıklığına uğramışlardı. Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, ham madde  ve damızlık keçi satmamakta diretiyordu. İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara'dan başka Güney Afrika'da yaşayabileceklerini saptamışlardı 1830’larda, içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika'ya varmak için açık denizlere yelken açmış, an­cak bu 12 lekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısır­laştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.




10 Eylül 2014 Çarşamba

YEDİNCİ BÖLÜM HANGİ OSMANLI ?

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:

BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE.
23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"

"(...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...)"


İmzalar:

[İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan]




Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.




Atatürk'ün Yanıtı:


"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız  bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''




Atatürk'ün Türkiye İktisat Kongresindeki Konuşmasında Osmanlı Tarihi


Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletlerin  '' Osmanlı'da yalnızca savaşma yeteneği bulunduğu, uygar yeteneklerin bulunmadığı'' savını 1919'da verdiği bu yanıtla çürütmekle yetinmemiş, düşman ülke orduları  topraklarımızdan kovulduktan hemen sonra 1923'te İzmir'de topladığı Türkiye İktisat Kongresinde ilk Osmanlı Tarihi Dersi'ni verirken şöyle demiştir:



Efendiler!. Uzun gafletlerle ve derin umursamazlıkla yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları iyileştirmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu bolluk ve mutluluğa ulaştıracak yolları bulmak için yapacağınız çalışmaların başarıyla sonuçlanmasını dilerim . Tarih, ulusumuzun yükseliş ve çöküş nedenlerini ararken bir çok siyasi,askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır Kuşku yok ki bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidir. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir... Gerçekte Türk tarihi araştırılacak olunursa yükselme, çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anında anlaşılır.... Tarihimizi dolduran başarıların ya da çöküşlerin tümü ekonomik durumumuzla ilgilidir.. Efendiler! Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok güçlenir ve her gün daha çok güce sahip olur. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı.




Atatürk'ün Yazdırdığı Osmanlı Tarihi


Mustafa Kemal, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyetince yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı'nın Batıya askeri olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış; çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konularak, özetle şunlar öğretilmiştir:


(1299'da kuruluşundan 16 ve 17. yüzyıllara dek Osmanlı da)



" Halkın, hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19. yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin dışsatımı (ihracatı), dışalımından (ithalatından) çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır'' (...) "Devletin gerileme devrine kadar halkı iyi idare etmiş oldukları görülüyor." (...) "Türkler arazi işinde halkı koruyan bir usul takip ediyor. Balkanlardaki Hıristiyan köylüler, Türk idaresi altında, vasileus ve krallar zamanından çok daha mutlu ve müreffeh bir hayata kavuştular. Asla bağnaz olmayan ve çok iyi idare etmeyi bilen Türkler, köylülerin arazisine dokunmadılar." (...) "İstanbul'un fethi üzerine, Türklerin ünü Avrupa'nın her tarafına yayıldı. Türklerin ellerine geçirdikleri memleketleri çok adalet ve merhametle idare ettikleri, fukarayı zenginlerin zulüm ve baskısından kurtardıktan yayılmıştı; Türk tebaası olan kavimlerin rahat ve mutluluğa erdikleri söyleniyordu. Bazı Almanlar, Türklerin Almanya 'ya gelip memleketlerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacakları ümidine bile düşmüşlerdi Nürenbergli Hans Rosenblut adlı bir yazar, "Türkler Hakkında başlığıyla yazdığı bir tiyatro kitabında Türklerin adaletini, aristokratların cezalandırarak halka refah verdiklerini gösteriyordu Hatta Fatih'in hemen çağdaşı olan meşhur siyaset kuramcısı Makyavelli bile, Türk idaresinin o dönemde varolan idarelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu. (...) “Sultan Süleyman zamanında Osmanlı devleti servet ve refahça da yüksek bir seviyeye gelmişti. İmparatorluğun tebaası. o dönemin her tür sanayisine vakıftı. İhtiyaçlar (yabancı ülkelerden alınmaz) memleket içinden yerli üretimle sağlanırdı.. 16. yüzyılda Doğu'nun sanayi ve ziraati Batı'dan üstündü. İhracat ithalattan fazlaydı. Süleyman'ın son günlerine kadar genel olarak bütçe açığı yoktu. Süleyman'dan sonra genel olarak mali durumun bozulduğu anlaşılıyor." (...) "Süleyman döneminde Alman rahibi Luther bile “Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kurmazlar mı?" ümidini besliyordu. O zamanların Almanları, İstanbul'un fethi arifesindeki Rumlar gibi, Alman imparatorunun ve Alman feodal beylerinin zalimce idareleri altında bulunmaktansa, Türklerin yönetimi altına geçmek daha iyidir, diye düşünüyorlardı." (...) "Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren bozulma başlamıştı" (...) "I683'ten sonra gerileme devri başlar." (...) "Osmanlı toplumunun iktisadi alanda ilerleyememiş olduğu, 16. ve 17. yüzyıl başlarında görülen sanayi alanındaki gelişme derecesinin yükselmeyip aksine düşmesiyle anlaşılabilir." (...) "Son devirlerde genel olarak memleket idaresindeki olumsuzlukların Osmanlılarca bilim, sanayi ve iktisat alanlarında keşif ve yaratı gücü gösterilmeyerek, OsmanlIların Avrupa kavimlerinden her açıdan geri kalmış olmalarının, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin zayıflamasına büyük etkisi olduğu belirtilmiştir.Uygarlıkça 16. yüzyılda Batı'ya üstün olduklarından, 17. yüzyıldan itibaren uygarlıkta üstünlüğün Batı'ya geçtiğini kabul ve itiraf etmiyorlardı'' ( ...) "Bunun içindir ki III. Selim tahta çıkınca, tebaasından devletin iyileştirilmesi hakkında fikir ve görüş sordu. Din adamlarından, devlet adamlarından ve kumandanlarından bazıları birer layiha sundular. .. O dönemin bilginlerinin ticaret dengesine, dışarıya satılandan daha çoğunu yurt dışından satın almanın, ithalatın ihracattan çok olmasının zararlı olduğuna, ülkedeki madenlerin işletilmesine, lüks tüketim maddelerinin yurt dışından getirtilmesinin yasaklanmasına ilişkin görüşleri dikkate değerdir.Bir memlekette ticaret dengesinin memleket zararına bozulması durumunda, mâliyenin düzeltilmesinin imkansız olduğunu ve maliye düzelmedikçe de ordu ve idarenin düzenlenmesinin mümkün olamayacağını layiha sahiplerinin çoğu tamamıyla kavramış görünüyorlar. Bu layihaların iktisadi ve mali meseleler hakkındaki görüşlerinden hiç birisi hayata geçmemiş olsa gerekir." (...) "Buhar gücünün sanayiye uygulanması, buharla işleyen makinelerin çoğalması, az sürede çok mal üreten fabrikaların kurulması, fabrikalar eski el tezgahlarına benzemiyordu,.. 1848'den önce küçük sanayi daha çok olmakla birlikte, yavaş yavaş yerini büyük sanayiye bırakıyordu..." (...) "Sanayileşen Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, buhardan yararlanmayı bilmeyen ve sanayice geri kalan geniş Osmanlı İmparatorluğu'nun kendilerine işlenmemiş ham madde sağlayan ve kendilerinden işlenmiş ürün satın alan bir ticaret alanı, bir sömürü bölgesi halinde yaşamasını çıkarlarına uygun buluyorlardı." (...) "Buharın Doğu'da değil Batı'da icad edilip üretim ve ulaşıma uygulanması, Doğu'nun el sanayisiyle yelkenli ulaşım araçlarına tehlikeli bir darbe oldu. Çabuk, kolay ve ucuz üretilen buharlı fabrikaların ürünleri, Osmanlı memleketinin insan eliyle ağır ağır, az miktarda ve daha güç ve pahalıya çıkan ürünleri karşısında başarıyla rekabet ederek, Osmanlı çarşı ve pazarında yerli eşyanın yerini almaya başladı. Osmanlı devletinin gümrükleri istediği gibi düzenleyerek yerli sanayiyi korumasına kapitülasyonlar engel oluyordu... Kısacası, Avrupa zanaat ve sermayesi, yerli zanaat ve sermayeyi yutmaya başladı...19. yüzyılın ortalarından sonra ticaret dengesinde gittikçe büyüyen açık, halkı ve devleti günden güne fakirleştirdi'' (...) "1854'te ilk kez dışarıdan borç alındı.. Bu borçlanmaların Osmanlı İmparatorluğu'nun başına ne büyük bir bela olduğu ileride görülecektir." 409



Mustafa Kemal döneminde, 1930'larda çocuklara okullarda verilen bu Osmanlı tarihi bilgisi, onların beyinlerine: "eğer bilim, sanayi ve teknoloji alanında üstünlük kuramazsak, askeri üstünlük de kuramayız" yargısını kazımaktaydı.



Mustafa Kemal'in Tarih Kurumu'nun okullarda ders olarak okuttuğu bu Osmanlı Tarihi, bilimseldi. Öyle ki, günümüz araştırmacıları, bu saptamaların tümünü doğrulamaktadır. Sennur Sezer'in 28-29 Haziran 2003'de sunduğu "Kadınımızın Emek Tarihine Kısa Bir Bakış" başlıklı bildiride bu gerçekler şöyle dile getirilmiştir:



Osmanlı İmparatorluğu 14. yüzyıl’da maden çıkarmada, madeni eşya ve deri endüstrisinde ileri, dokuma endüstrisinde de hızla gelişen bir ülkeydi. 15. yüzyılda Ege ve Marmara Denizi'nin kıyıları, dokumacılığın geliştiği merkezlerin yoğunlaştığı yerlerdi. Denizli, Bergama, Akhisar ve Tarhala yöreleri pamuklu bez, Gelibolu'da yelkenbezi, Biga Kızılcatuzla'da yeniçeri üniforma astarı olan nimte bezi dokunurdu.Selanik'te ve kuzeyinde çuha, aba, kebe, kilim gibi yün dokumacılğı yaygındı. Bursa, İstanbul, Amasya, Tokat ve Sakız adası ipek dokumanın uzmanlaşıldığı ünlü merkezlerdi: kemha, kadife tafta, vala dokunuyordu. Bu kumaşlar için gereken ipeğin büyük bölümü, özellikle Bursa'ya İran ve Uzak Doğudan getiriliyordu. (...) Dışarıdan hammadde alan Osmanlı endüstrisi dışarıya işlenmiş mal satıyordu. Lonca örgütlerinin denetiminde olan bu gelişkin endüstriler Batı'daki benzerlerince makineşelemediğinden, endüstriye para yatırmayı düşünecek toprak sahibi de olmadığından bir süre sonra duralayacaktır. Batı daki kapitalist gelişim sonucu 17. Yüzyıl ortalarından başlayarak daha ucuz malların iç ve dış piyasayı kaplaması ile gerileyecek, daha önce işlediği hammaddeleri, örneğin Ankara keçisi yününü ihraç etmeyen ülke yavaş yavaş bir hammadde ülkesi kimliği kazanacaktır. (...) 19. Yüzyıl dan başlayarak Osmanlı İmparatorluğunun dış satımında ön sırada olan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin yerini dokuma hammaddesi alır. Bunun karşılığında dışardan alınan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin miktarı artar. Bu durum ülkedeki dokumacılığı sarsacaktır. Rumeli'de 1812'de İşkodra'daki 600 tezgah 1821'de 40'a, Tırnova'dakı 2000 tezgah 1830'da 200'e inecektir. Anadolu'daki merkezlerde de durum farklı değildir. 411



Osmanlı 1700'lere dek Batı'dan Üstündü



Mustafa Kemal'in 1919'da Osmanlı'yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk'ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; savaş başarısı Osmanlı-Türk'ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır, biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyeti kuranların Osmanlı'nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı'yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.




Luther ve Osmanlı



Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalan mıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı, ne yanlış. Osmanlı Türk'ü, Osmanlı'nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı'dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı'ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı'ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:


"Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığmıyor ve onlara katılıyor." (...) "Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli."412



Luther'in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı'lıların öbek öbek Osmanlı'ya katıldığını özgün oynaklardan aktarırken şöyle diyor;


"Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa'daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa'daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau, sf. 399) Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu., vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. (Bkz. Pfeffermann 46:12) Bir Paşa şöyle anlatsa: "Babam (Avrupa'da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir işçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı'da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi." Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarım terkedip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı'ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu... Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini -getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu."412


İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu ji gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı'ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.

...

Cengiz Özakıncı

Türkiye'nin Siyasi İntiharı

9 Eylül 2014 Salı

Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY


Cepheden Sahaya FENERBAHÇE

Fenerbahçe'nin ilk defa şampiyon olan 1911-1912 takımından Ahmet İzzi isimli futbolcu 1915 senesinde Çanakkale'de şehit olmadan önce ailesine yolladığı son fotoğrafı.


8 Eylül 2014 Pazartesi

Hayallerin Hududu

Teşkilât-ı Mahsusa, bir taraftan en sert hakikatler için de iken, Öte yandan da, o günlerin edebî cereyanı olan fecr-i âti hayâl âleminin enginliklerini hatırlatacak engin ufuklar içinde yüzüyordu!.

Neler düşünülmemişti:İstidadlı Türk gençleri, Batı Medeniyet merkezlerine gönderilecek, buralarda okuyacaklar, her sahada bilgi sahibi olacaklar ve imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, İslâm dininin ilme ve zamana intibak kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf Nazırı Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış, bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere, ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi.

Seçilen memleketler İngiltere, Fransa, İsviçre, Almanya, İtalya, Belçika idi... Her bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra, onlara haber vermeden ve İsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind İstiklâl Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda masum bir tebessümle okuyabiliriz:

Eşref Bey mektubunda şöyle diyor:

«— Sami Liyej'e geldim. İbrahim, Medih, Neş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum. Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum. Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45 frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde iki yüz frank gönderiniz.»

Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor..  Çocuklar, harbin ilânına kadar rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor. Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır...

Ah idealizm buhranı!.. Ne geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol, ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi...


Teşkilât-ı Mahsusa 'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber edecek kadar Garb 'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler...
Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!..


Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı.

Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..









7 Eylül 2014 Pazar

KERKÜK KATLİAMI (14-16 TEMMUZ 1959)

KERKÜK KATLİAMI (14-16 TEMMUZ 1959)

14 Temmuz 1959 günü geldiğinde, şehir yüze yakın zafer takı ile süslenmişti. O gün yapılacak şenlik ve törenler için şehir, adeta büyük bir bayram hazırlığı yaşamıştı. Günlerce süren bu hazırlıklar tamamlanmış, çoluk-çocuk, küçük-büyük, kadın-erkek bütün şehir halkı milli kıyafetler içinde, o gün kutlama töreninin başlamasını bekliyordu. Kavurucu sıcakların biraz azalması üzerine, akşam saat 18.00'den itibaren halk cadde ve sokakları doldurmağa başladı. Giyilen rengarenk milli kıyafetlerle halk, bayram sevinci içerisinde türküler söylüyor, milli oyunlar oynuyorlardı. Saat 19.00'da ise, resmigeçit başladı. Resmigeçidin ön sıralarında yer alan kişiler arasında Belediye Başkanı Maruf Berzenci ve komünist olan resmi yöneticiler ile İleri Gençlik, Barış Severler, Devrimci Öğretmenler ve Halk Mukavemet Teşkilatı gibi komünist kuruluşlar ve yüzlerce militan vardı. Bu arada, belirli bir plana göre hazırlanmış olan militanlar, gericilik, turancılık ve faşistlikle suçladıkları Türkler aleyhine çeşitli sloganlar atıyorlardı. Saat 19. civarında ilk silah sesleri duyuldu ve Türkler yer yer saldırıya uğradı. İlk olarak Türklerin oturduğu 14 Temmuz Kahvesi'nin sahibi Osman Hıdır, atılan kurşunlarla şehit edildi; ayaklarına ipler takılarak, bir motorlu araca bağlandı ve sürüklenmeğe başlandı.


Silahsız ve sadece cumhuriyetin ilanının birinci yıldönümünü kutlamağa çıkmış bulunan Türkler, otomatik silahların taraması ile dağılmaya başladı. Kadınlar, çocuklar panik içinde koşuşmağa ve şaşkınlık içinde sığınacak yer aramağa koyuldu. Böylece 3 gün 3 gece süren ve tarihe Kerkük Katliamı olarak geçen soykırımı başlamış oldu. Halkın panik içinde köşe bucak saklanmağa çalışması üzerine, 2'nci Tümen Komutanlığı'nın emriyle sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak çok geçmeden, bu yasağın sadece Türkler için ilan edilmiş olduğu anlaşıldı. Daha sonra Türk toplumunun ileri gelenleri, 2'nci Tümen Komutanlığı'nca istendikleri gerekçesiyle, evlerinden alınarak,Kerkük kışlasına götürüldü. Burada kurulan sözde halk mahkemelerinde, beş-on dakika içinde yargılanarak, kurşuna dizildiler. Ordu, polis ve sivil teşkilatlar ile komünist partinin üyeleri elele vererek, evlere baskınlar yaptılar ve yüzlerce Türk'ü tutukladılar. Bir kısmını barakalara doldurarak, süngü ve dipçiklerle katlettiler. Evlerinden alınan bazı Türk liderleri, ailelerinin gözleri önünde makinalı tüfeklerle şehit edildiler. Daha sonra ayaklarına ipler takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak sokak sürüklediler. Irak Türklerinin değerli evlatları olan Ata Hayrullah ve kardeşi Doktor Yarbay İhsan Hayrullah'a bu şekilde kıydılar. Bazı Türk evladı da tutuklandıktan sonra, ayağına ayrı ipler takılarak, ters yönde hareket eden iki ayrı cipe bağlandı ve böylece iki parçaya ayrıldı. Bazılarının cesetleri sokak sokak sürüklendikten sonra, üzerlerinden kamyon ve traktörler geçirildi.



6 Eylül 2014 Cumartesi

Lessing’in kütüphanesi Zimbabve yolcusu

Geçtiğimiz yıl yaşama veda eden Nobelli yazar Doris Lessing’in tüm kitaplarının Zimbabve’nin başkenti Harare’deki şehir kütüphanesine verilmesini vasiyet ettiği ortaya çıktı.

The New Zimbabwe web sitesinde çıkan habere göre, bağışı doğrulayan Doris Lessing’in vasileri, Uluslararası Kitap Yardımı’ndan (BAI) kitapların iletilmesi konusunda yardım istedi. Lessing, hayatı boyunca özellikle Sahraaltı Afrikası ve Ortadoğu’da kütüphanelere kitap yardımında bulunan bir STK olan BAI’nın en önde gelen destekçilerinden biri olmuştu.

Zimbabwe Herald gazetesine konuşan Harare Belediye Başkanı Bernard Manyenyeni, ünlü yazar tarafından yapılan bağışı “muhteşem bir jest” olarak nitelendirdi. Lessing’in kütüphanesinde 3 binin üzerinde kitap bulunduğu belirtiliyor.

25 yıl yaşadı, yasaklı göçmen oldu
Doris Lessing, o zamanlar Güney Rodezya olarak bilinen Zimbabve’de 1924’den 1949’a dek, tam 25 yıl yaşadı. 1956 yılında ülkeye geri dönen Lessing, Rodezya rejimi karşıtı konuşmasının ardından yasaklı göçmen ilan edilmişti.

2013 Kasımı’nda Londra’daki evinde, yaşama gözlerini yummuştu Doris Lessing. 94 yaşındaydı.
(CHA )




Sen Türkiye gibi Aydınlık ve Güzelsin !



Gerçekler



Bazen gerçekler bize gösterilenden çok farklı olabilir...



Bafra’da ağaçta askıda 2 bin 700 kitap sahibini buldu

ABDULLAH ÖZDEMİR | SAMSUN - 23.04.2014 15:16:17



Samsun’un Bafra ilçesinde Kültür Sanat Derneği (KÜSADER) tarafından çocuklara ve büyüklere yönelik anlamlı bir etkinlik düzenlendi. KÜSADER'in organizasyonu ile toplanan 2 bin 700 kitap ağaçlara asılarak 20 dakika kitap okuyanlara hediye edildi.

KÜSADER Başkanı Gülseren Akdaş, 23 Nisan'a yönelik anlamlı bir organizasyon yapmak için yola çıktıklarını belirterek, "Bir kampanya ile ilçeden ve yayınevlerinden toplam 2 bin 700 kitap topladık. Bu kitapları Bafra Cumhuriyet Meydanı'ndaki ağaçlara poşetlerle astık. Buraya gelen çocuklarımız ve vatandaşlarımız ağaçtan aldıkları kitapları, ağaçların altında 20 dakika okuduktan sonra kitabın sahibi oldular. Amacımıza ulaştığımız için mutluyuz.’’ dedi.

3 Eylül 2014 Çarşamba

Hortlak yeniçeri korkusundan mezar açılıp cesedler yakıldı...


Türk folklorunda, "karakoncolos", "gulyabani", "çarşambakarısı" gibi hortlak kavramlarının bulunmasına rağmen, cadı ve vampir yoktur. Özellikle Orta Avrupa'da yaygın olan cadı ve vampirlerden, Balkan söylentilerinde ve efsanelerde de bahsedilir. Buna karşılık Anadolu'daki ve İstanbul'daki "gulyabani", "çarşambakarısı" hikâyeleri ünlü romanlara bile malzeme olmuştur.


Buna rağmen, 1833 yılında, Balkanlar'da yer alan Türk kasabalarından Turnovo'dan İstanbul'a ulaşan bir mektupta kasabada iki cadının hortladığı bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştı. Turnovo kadısı Ahmet Şükrü Efendi'nin kaleminden çıkan mektup, 21 Cemaziyelevvel 1249, yani 1833 yılında devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekai'nin 68. sayısında baştan sona yayınlandı.

Mektubunda olayı bütün ayrıntılarıyla anlatan kadı Ahmet Şükrü Efendi, şöyle yazmıştı:
"Turnovo'da cadılar türedi. Gün battıktan sonra evlere dadanıp, erzak namına ne varsa; un, yağ, şeker, bal gibi şeyleri birbirine katıp içlerine bazen toprak bile karıştırıyorlar. Evlerin içlerine girerek yüklüklerdeki yorgan, şilte, yastık ve bohçaları didikleyip açıyorlar. Zaman zaman insanların üzerine taş, toprak, çanak çömlek attıkları halde kimse bir şey görmüyor. Birkaç erkek ve kadının da üstüne saldırdılar. Bunlara sorduğumuzda, 'Sanki üzerimize manda çöktü sandık!' dediler ama bir şey görmemişlerdi. Bu sebeple birçok mahalle sakini evlerini başka yerlere taşımak zorunda kaldılar. Halk, en sonunda bunun cadı işi olduğuna karar verdi.

Civar kasabalardan İslimye'de yaşayan ve cadı çıkartmakla şöhret bulmuş olan Nikola isimli bir Rum, bu işi halletmek üzere kasabaya çağrıldı ve kendisiyle işi halletmesine karşılık 800 kuruşa pazarlık edildi. Nikola, beraberinde getirdiği üzeri resimli bir tahtayla kasaba mezarlığına gitti ve bunu parmağının üzerine yerleştirerek çevirdi. Resimli tahta hangi mezara dönük durduysa o mezarın cadılı olduğunu gösterdi.

Resimli tahtanın dönük kaldığı mezarlar hayattayken şimdi kaldırılmış olan Yeniçeri Ocağı'na mensup iki yeniçeriye, Ali Alemdar ve Abdi Alemdar adındaki iki eşkıyaya aitti. Bunların mezarını açtığımızda karşılaştığımız manzara korkunçtu. Her ikisinin cesedini de yarım misli büyümüş, kılları ve parmaklarıyla tırnaklarını üçer dörder kat uzamış bulduk.

Mezarlar açılırken bekleşen bütün kalabalık bu manzarayı gördü. Bu iki zorba, yeniçeri ocağı kaldırılırken her nasılsa yaşlarının ileri olmasından dolayı cellât eline düşmeyerek ecelleriyle ölmüşlerdi. Sağlıklarında yaptıkları zorbalığın devamı olarak şimdi de kötü ruhları zavallı kasaba halkını rahatsız etmeye başlamıştı.

Cadıcı Nikola'ya göre, bunların sonsuza kadar ortadan kaldırılmaları için karınlarına birer ağaç kazık saplanması ve yüreklerinin kaynar suya atılarak haşlanması gerekiyordu. Mezarlarından çıkarttığımız ölülerin karınlarına söylendiği gibi birer ağaç saplayıp, yüreklerini dahi yerlerinden sökerek kaynar suya atıp haşladılar. Fakat bunların hiçbirisi kâr etmeyince Nikola bu sefer cesetlerin yakılması gerektiğini söyledi. Şer'an izin verildi ve cesetler hemen oracıkta yakıldı. Böylelikle çok şükür kasabamız cadı belâsından kurtulmuş oldu!.."

Reşad Ekrem'in bundan 60 küsur sene önce naklettiği bu mektup, aslında Turnovo'da yaşanan tuhaf bir olayın gazeteye yansıması değil, yeni kaldırılan Yeniçeri Ocağı'nın halkın gözünde iyice kötülenmesiydi. İkinci Mahmud, büyük bir ihtimalle haberdar olduğu bu metnin gazetede yayınlanmasından sonra İstanbul'da izi kalmış birkaç yeniçeri yapısıyla beraber mezarlıklarda bulunan yeniçeri taşlarını da kırdırarak ortadan kaldırttı. Gözönünde bulunan ve yeniçeriliği hatırlatan son birkaç kalıntı böylelikle yokedilmiş oldu.

Halk arasında, özellikle de İstanbul'da hemen yayılan haber, şehirde yeniçerilere hâlâ yakınlık besleyen birtakım insanların da yeniçerilerden iyice nefret etmesini sağladı.


Çerkes Dayı

Çerkes Dayı 

Viyana kuşatmasında açılan surdan tek başına atıyla içeri girip çarpışa çarpışa şehit olmuştur.



2 Eylül 2014 Salı

Yusuf'u Kaybettim


Yusuf'u Kaybettim

Yusuf; u kaybettim Kenan ilinde 
Yusuf bulunur, Kenan bulunmaz 
Bu aklı fikr ile Leyla bulunmaz 
Bu ne yaredir ki çare bulunmaz 

Aşkın pazarında canlar satılır
Satarım canımı alan bulunmaz
Yunus öldüdeyu selan verirler
Ölen beden imiş, aşıklar ölmez

• Kardeşlerinin Yusuf'u kıskanması babası İsrail'in de aklına takılmıştı ancak bu konuda bir şey yapmadı. Kardeşleri Dotan'a sürüleri otlatmaya gittikleri bir gün Yusuf'u öldürme planları yaptılar. Babaları Yusuf'u arkalarından yanlarına gönderdi. Ağabeylerinin ne yaptıklarını kendisine anlatmasını tembihledi. Ağabeyi Ruben Yusuf'a kıyamadı ve onu ıssız bir yerdeki susuz kuyuya atmalarını tavsiye etti. Sonradan gidip onu kurtarmayı planlıyordu. Bu plan diğerlerinin aklına yattı. Renkli kaftanını çıkarıp Yusuf'u kuyuya attılar ve yemeğe oturdular.

Bir süre sonra Mısır'a giden bir Midyan ticaret kervanı gördüler. Yehuda, "Yusuf ne de olsa kardeşimizdir, canına kıymayalım. Gelin onu İsmailoğulları'na satalım", dedi. Yusuf'u kuyudan çekip çıkardılar ve yirmi gümüşe Medyen'li İsmailoğulları'na sattılar. Elbisesini de kana bulayıp babalarına getirdiler ve "Bak bunu bulduk" dediler. Yakup Yusuf'u vahşi bir hayvanın parçaladığını düşündü ve günlerce ağlayarak yas tuttu. Elbiselerini parçalayarak beline çul sardı. Oğulları ve kızları denedilerse de onu avutamadılar.

Bu arada Medyenliler de, Yusuf'u Mısır'da firavunun bir görevlisine, muhafız birliği komutanı Potifar'a sattılar.