Hayber'de Türk Cengi

Cemal KUTAY Hayber'de TÜRK Cengi

Elinizdeki kitabın kısaca taşıdığı isim (Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa ve Hayber'de Türk Cengi’dir. Bu ismin, ilk ânda kitabın mevzuu üzerinde açık ve aydınlık fikir veremediğini itiraf edeyim. Çok düşündüm, fakat, şu mütevazı hacmin ancak 320 sahifesine sığdırılmıya çabalanmış o koskoca konu ve azametli hâdiseler için daha tatmin edici, adı bulamadım.

Çünkü mevzuumuz, İmparatorluğumuzun son asrı içinde, hâdiselere doğrudan doğruya veya dolaylı olarak tesir etmiş (gizli) bir teşkilâtın ve ona azamet vermiş şahsiyetlerin, en çetin sahalar üzerindeki didinmelerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bilhassa, 1912 ile 1918 arasındaki altı yıl, biz Batı Türklerinin kurduğu en yüce devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun son kritik yılları olarak, bin bir hâdiseyi, bir tek gün ve hattâ saate sığdıracak kadar yüklüdür. Acaba Osmanlı Devleti, sadece bu son altı, hatta; İkinci Meşrutiyetin ilânı tarihi olan 1908 esas olarak alınırsa on yıl içinde mi çöküp gitmiştir? Hayır!,. Bir kısım politikacıların, kendi şahıs ve zümre görüşleri adına yaptıkları ısrarlara rağmen asla!... Bu büyük devlet, ne bir siyasî, ne bir askerî hezimetler ve gerilemeler neticesinde çökmemiştir: Bunlar, görünür de olan sebeblerdir: Bizim İmparatorluğumuzun asıl felâketi, temsil ettiğimiz yaşama sisteminin ve safında olduğumuz medeniyet nizamının çöküşü idi. Kısaca Buhar Devri dediğimiz yeniçağla, O'nun fikri düzenine ve hürriyetler sistemine ayak uyduramadık, aşırı merkeziyetçilik içinde, imtiyazlı zümre ve sınıfların boğuşmasını, halk adına yapılmış hareketler sandık, devirlerin tercüme kanunlarla temsil edileceğine inandık... Aynı ölçüler içinde 1962 Cumhuriyet Türkiyesinin acılarını, aynı mihenk taşına vurunuz: Siz, sanırmısınız ki, bizim bugünkü dertlerimiz sadece rejim buhranı adı verilen politika kavgalarıdır?... Asla!... Biz, tarihimizin ve coğrafyamızın, bize emrettiği yeri alamamış, ona erişememiş olmanın ıstırabı içindeyiz: Nasıl ki, matbaayı Batı'dan 217 yıl sonra nimet sayabilmişsek, bugün, televizyon'un Arab Yarımadasında çöl'e çıktığı şu günlerde, bizim asıl acımız, Atom devrine, dedelerimizin Buhar Devrine uzak oldukları kadar uzak olmamız ve çağın şartları karşısında iki büklüm kaldığımız mahrumiyet çukurumuzdur. Biz, bizi bu çukurdan kurtaracak cesur vatanseverlik hamlelerini ihanet saymanın kısa vâde hastalığı feveranları içinde bocalayıp duruyoruz: Üçüncü Selim'in tek tâbirle Nizam-ı Cedid dediği «YENİ DEVİR» e karşı ayaklanan Köse Musa'nın Yeniçeri kafası, Fetva verecek yeni Topal Ataullâh'lar bulma şer verasetine tesahüb ettikçe, ne Amerikan unundan ekmek yuğurmanın hicabı, ne de hayâl hak ve hürriyetler için Belediye Hudutlarına çekilme irticai son bulacaktır. Ve torunlara kalacak bu kötü mirâs'ın zaman zaman hortlayışı ile dünya yeni devirlere erişmişken, onları vatanı için de düşünenleri, Tevfik Fikret'in hayâl ettiği:

Zahmetin, himmetin ve fazlın için
Koyar elbet vatan, bu hasta nine
Bir sıcak buse, terli nâsiyene


kadirşinaslığı yerine, yağlı kemendler, inkârlar, veya tahrif edilmiş hâdiselerle tarihin hükmünü şaşırtma gayretleri bekliyecektir.

Elinizdeki kitabı takdim satırlarında bu yürekler acısı kadere neşter vurmaya ne lüzum vardı demeyiniz: Çünkü elinizdeki kitabın mevzuu da, tahammül edilememiş büyük ülkülerin, hüzünle kapanmış sahifelerinden birisinin ibretli hikâyesidir...

Teşkilât-ı Mahsusa'nın neden ve hangi duygularla doğduğunu, devrini kapatalı yarım asra
yakın olmasına rağmen bilmiyoruz... Peygamberimizden 1285 sene sonra, yine o tarihî

Hayber'de, Kırk Türk çocuğunun -masal değil!.. - yirmi bin düşman, hem de çoğu dini bir düşman karşısında nasıl bir şehamet yarattığını da bilmiyoruz. Bunların ikisi de, kendi saha ve mevzularında, devre ışık olma hareketi değil midir? Çünkü bir milletin hayatında, örnek tutulma sevivesi sadece bir tek mevzuda olmaz: Maddî manevî kudretler birbirlerini tamamlar ve ortaya imrenilecek varlıklar çıkar.

Gerileme, korkaklığın altıncı hissi'dir: Bu his, her türlü kahramanlıkların önüne çıkar: Büyük Kafa'ya tahammül edemez. Cesur Yüreğe düşman olur, kendi küçük ve kifayetsiz bedbahtlığının üstüne çıkan her türlü normal-üstü himmetin affetmez düşmanıdır: Anlatılmamış, unutturulmaya çalışılmış, inkâr edilmiş, meçhullere sürükletilmiş bütün gerçek hâdiselere yapılan kasıdda, fasik-i mahrum'un bu aşağılık duygusunun ufuneti tüter. Gerçek tarihin ve gerçek tarihçinin vazifesi ise, hakikatlerin üzerindeki şal'ı kaldırabilme cehdidir: En meraklı romanlara mevzu olacak vak'aların, bir hayâl değil, gizlenmiş, bilmediğimiz öz tarihimizin bakir safhasından bir tutamını önümüze iten mevzu!...

Kendi sahasında, böyle bir meçhul’ün üzerindeki örtüyü, elinizdeki sahifeler içinde beraberce kaldırmaya çabalıyacağız.


Tanrı yardımcımız olsun...

Cemal KUTAY Eylül, 1962 Moda, İstanbul.




Kitaptan bazı yazıların linkleri