16 Ekim 2019 Çarşamba

21.yy için 21 Ders / Harari

'' Ne yazık ki içinde bulunduğumuz siyasal ortamda liberalizm ve demokrasiye dair her tür eleştirel düşünce insanlığın geleceğini dürüstçe tartışmak yerine, tek derdi liberal demokrasinin itibarını sarsmak olan otokratlarla farklı dar görüşlü akımlar tarafından gasp edilip kullanılabiliyor.Bu tarz yaklaşımlar liberal demokrasinin sorunlarını masaya yatırmaktan hoşnutken kendilerine yöneltilen eleştirilereyse neredeyse hiç tahammülleri yok. '' 

'' Artık bu vaat gerçekleşmeyebilir gibi görünüyor. Küreselleşme kesinlikle geniş bir insan kesiminin işine yaradı ama hem toplumlar arasında hem de bir toplumun kendi içinde eşitsizlik artışının emareleri görülüyor. Küreselleşmenin meyveleri giderek belli grupların tekeline girerken milyarlarca insan geride bırakılıyor. Şimdiden en zengin yüzde ı'lik grup dünya servetinin yarısını elinde tutuyor. Daha da tedirgin edici olanı, en zengin yüz kişinin servetinin en yoksul dört milyar insanın toplam servetinden çok olması. '' 

'' Şahsi hayatlarımızın böyle küresel bir boyut taşıması dini ve siyasi önyargılarımızın,ırk ve toplumsal cinsiyet ayrıcalıklarımızın, kurumsal zulümlere farkında olmaksızın yardım ve yataklık edişimizin su yüzüne çıkarılmasının her zamankinden daha önemli olduğu anlamına geliyor. Peki bu gerçekçi bir girişim mi? Ufkumu aşan, bütünüyle insan kontrolünün dışında dönen ve tüm tanrılarla ideolojilere gölge düşüren bir dünyada sağlam bir etik zemin bulmam mümkün mü? '' 

'' Ne yazık ki bu durum geleneksel dinleri çarenin değil, insanlığın dertlerinin bir parçası kılıyor. Dinler hala milli kimlikleri temellendirecek ve hatta III. Dünya Savaşı'na sebep verebilecek ölçüde siyasi güç sahibi. Ama küresel sorunları alevlendirmek değil de söndürmek sözkonusu olduğunda sundukları pek bir şey yok gibi görünüyor. Çoğu geleneksel din evrensel değerleri benimseyip kozmik ölçekte geçerlilik iddiasında bulunsa da günümüzde çoğunlukla çağdaş milliyetçiliğin yardakçısı rolünde kullanılıyorlar; bu Kuzey Kore' de de, Rusya, İran ya da İsrail' de de böyle. Bu yüzden milli farkları aşmayı ve nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi tehditlere küresel çözümler getirmeyi daha da zorlaştırıyorlar. ''

'' O zaman, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık bir durumda sıkışıp kalmış bulunuyoruz. İnsanlık tek bir medeniyet artık ve nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi sorunlar sadece küresel düzeyde çözülebilir. Öte yandan milliyetçilik ve din, medeniyetimizi farklı ve birbirine düşman kamplara bölmeyi sürdürüyor. Küresel sorunlarla yerel kimliklerin bu şekilde çarpışması şu günlerde dünyanın en büyük çokkültürlü deneyinin, Avrupa Birliği'nin yakasına yapışan krizde kendini gösteriyor. Evrensel liberal değerlere erişme umudu üzerine inşa edilen Avrupa Birliği, entegrasyon ve göç meselelerinin beraberinde getirdiği zorluklar yüzünden dağılmanın eşiğinde ayakta durmaya çalışıyor. ''

Bu kısımdaki alıntım biraz uzun ancak gerçekten çok önemli bir kısım olarak görüyorum bu aşağıdaki paylaştığım kısmı 

'' Geleneksel ırkçılık sırtını biyoloji kuramlarına dayamıştı. 189o'larda ya da 193o'larda Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD gibi ülkelerde yaşayanlar kalıtsal bir biyolojik unsurun Afrikalı ve Çinli insanları yapı itibarıyla Avrupalılardan daha az zeki, daha az girişken ve daha az ahlaklı yaptığına inanıyorlardı.Sorun kanlarındaydı. Bu tarz görüşler hem siyasi arenada saygı görüyor hem de bilimsel altyapıyla destekleniyordu. Oysa günümüzde pek çok insan ırkçı beyanlarda bulunsa da bu görüşler hiçbir bilimsel altyapıya sahip değil ve öyle bir siyasi saygı da görmüyor; tabii kültürel terimlerle başka bir şekilde ifade edilmedilerse. Siyahlar genlerinin niteliği düşük olduğu için suç işlemeye eğilimlidir deme modası geçti; artık işlevsiz altkültürlerden geldikleri için suç işlemeye meyilliler demek moda.

Örneğin ABD' de kimi parti ve liderler ayrımcı politikaları açıkça destekleyip sık sık Afrika ve Latin kökenli Amerikalılar ve Müslümanlar hakkında atıp tutuyorlar ama DNA'larında bir sorun var demiyorlar. Sıkıntının kaynağı olarak kültürleri gösteriyorlar. Dolayısıyla Başkan Trump Haiti, El Salvador ve kimi Afrika ülkelerine "bok çukuru" yakıştırması yaparken, belli ki bu yerlerin kültürleriyle ilgili görüşünü beyan ediyor, genetik yapılarına dair bir şey söylemiyordu. 2 Trump başka bir seferinde ABD'ye göç eden Meksikalılar hakkında şu şekilde konuşmuştu: "Meksika bize insan gönderdiğinde en iyileri göndermiyor. Bir sürü sorunu olan insanlar gönderiyor ve bu sorunlar buraya taşınıyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcü bunlar. Sanıyorum bir kısmı da iyi insandır." Bu çok yakışıksız bir iddia ama biyolojik açıdan değil sosyolojik açıdan yakışıksız. Trump Meksikalı kanı iyilikten nasibini almamıştır demiyor; iyi Meksikalılar Rio Grande'nin güneyinde kalıyor diyor sadece.3

Tartışmanın odağında yine de insan bedeni; Latin Amerikalı bedeni, Afrikalı bedeni, Çinli bedeni var. Ten rengi pek bir mühim. Derinizde fazlaca melanin pigmentiyle New York sokaklarında dolanıyorsanız, nereye gidiyor olursanız olun, polis size şüpheyle yaklaşır. Ama hem Başkan Trump hem de Başkan Obama gibiler ten renginin önemini kültürel ve tarihsel bağlamda ifade eder. Polisin ten renginize şüpheyle yaklaşmasının altında yatan gerekçe biyolojik değil tarihseldir. Tahminen Obama ve benzerleri, polisin ön yargısının kölelik gibi olumsuz tarihsel hatalardan kaynaklandığını açıklayacaktır. Trump ve benzerleriyse siyahların suç işlemesini, beyaz liberaller ve siyah toplulukların yaptığı tarihsel hataların olumsuz mirası olarak görecektir. Her iki koşulda da Delhi'den gelmiş Amerikan tarihinden bihaber bir turist bile olsanız bu tarihin yol açtığı sonuçların vebalini çekmek zorunda kalırsınız.

Biyolojiden kültüre geçiş, anlamsız bir teknik dil değişikliği değil. Uygulamaya etki eden kimi iyi kimi kötü sonuçlar doğuran kapsamlı bir geçiş. Öncelikle, kültür biyolojiden daha kolay şekillendirilebilir. Bu bir yandan günümüzde kültürcülük yapanların geleneksel ırkçılardan daha hoşgörülü olabileceği anlamına geliyor; "ötekiler" kültürümüzü benimserse onları kendimizle bir tutarız diye düşünebilirler. Öte yandan, bunun sonucunda "ötekiler" asi mile olmaya çok daha fazla zorlanabilir ve başarı gösteremezlerse çok daha sert eleştirilere maruz kalabilirler.

Koyu tenli bir insanı ten rengini açmıyor diye suçlayamazsınız ama insanlar Afrikalıları ya da Müslümanları Batı kültürünün norm ve değerlerini benimsemiyorlar diye suçlayabilirler ve suçluyorlar da. Böyle suçlamaların ille de geçerli bir sebebi olması gerekir anlamına gelmez bu. Çoğu durumda hakim kültürü benimsemek için pek fazla sebep yoktur ve çoğu başka durumda da gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir hedeftir bu. Yoksulluğun kol gezdiği varoşlardan gelen Afrika kökenli Amerikalılar, hegemonyacı Amerikan kültürüne uyum sağlayabilmek için ne kadar gayret etseler de öncelikle kurumsal ayrımcılığa maruz kalabilir, sonra da yeterince çaba sarfetmemekle suçlanarak çektikleri sıkıntının tek suçlusu kendileriymiş konumuna düşürülebilirler. '' 

Gölgeyi tanımak kısmı


Laikliği Stalinci dogmacılıkla ya da Batı emperyalizminin ve denetimsiz sanayileşmenin meyveleriyle karıştırmamak gerek. Ama bunların hiçbir sorumluğu yoktur da denilemez. Laik akımlar ve bilimsel kurumlar insanlığı mükemmelleştirme ve Dünya gezegeninin hazinelerini türümüze fayda sağlamak için kullanma vaadiyle milyarlarca insanı büyülediler. Bu tür vaatler, vebanın ve kıtlıkların üstesinden gelmenin dışında çalışma kamplarına ve eriyen buzullara da yol açtı. Bunun suçlusu temel laik idealleri ve bilimin gerçek bulgularını yanlış anlayıp çarpıtanların suçudur diyebilirsiniz. Kesinlikle haklısınız. Ama bu tüm etkin akımların ortak sorunudur.

Örneğin Hıristiyanlık Engizisyon, Haçlı Seferleri dünya genelinde yerli kültürlerinin baskıya maruz bırakılması ve kadınların yetkisiz kılınması gibi büyük suçların mümessilidir. Hıristiyan biri bu sözlerden alınıp, bu suçların Hıristiyanlığın tamamen yanlış anlaşılması sonucu işlendiğini belirtebilir. Hz. İsa sadece sevgiyi öğütlemiş ve Engizisyon onun öğretilerinin korkunç bir şekilde çarpıtılmasına dayandırılmış. Bu açıklamayı kabul edebiliriz ama Hıristiyanlığı taşıdığı sorumluluktan bu kadar kolay azat etmek yanlış olur. Engizisyon ve Haçlı Seferleri'ni dehşetle karşılayan Hıristiyanlar bu felaketleri öylece geride bırakamazlar; kendilerine birtakım zor soruları yöneltmeleri gerekir.Nasıl olmuş da "sevgi dini" saydıkları bu din, öyle bir iki kere de değil, defalarca çarpıtılmasına izin vermiş? Tüm suçu Katoliklerin fanatikliğine atan Protestanların, İrlanda ya da Kuzey Amerika' daki Protestan sömürgecilerin davranışları hakkında bir kitap okuması tavsiye edilir. Aynı şekilde, Marksistlerin kendilerine Marx'ın öğretilerinin hangi yönünün çalışma kamplarına giden yolu açtığını sorması, biliminsanlarının bilimsel projenin nasıl küresel ekosistemin dengesini bozduğunu sorgulaması ve özellikle de genetikçilerin Nazi döneminde Darwin'in teorilerinin nasıl saptırıldığını ibret alması gerekir.

Her din, ideoloji ve inancın bir de gölgesi vardır ve hangi öğretinin takipçisi olursanız olun bu gölgeyi tanımanız ve safça, "Bizim başımıza böyle bir şey gelemez," diye avunmaktan kaçınmanız gerekir. Laik bilimin, çoğu geleneksel dine karşı en azından bir büyük avantajı var: kendi gölgesinden korkmuyor ve ilkesel olarak hatalarını ve kör noktalarını kabul etmekten kaçınmıyor. Yüce bir gücün vahiy yoluyla bildirdiği mutlak bir gerçeğe inanıyorsanız, herhangi bir hatayı kabul etmeniz mümkün olmaz, çünkü tüm anlatı boşa çıkar. Ama yanılma payı bulunan insanların hakikat arayışına inanıyorsanız, hataların kabulü oyunun bir parçasıdır.

Dogmatik olmayan laik akımlar biraz da bu yüzden nispeten mütevazı vaatlerde bulunur. Kusurlarının farkında oldukları için kademeli ufak değişiklikler elde etmeyi umar, asgari ücreti üç beş dolar artırmaya, çocuk ölümlerini birazcık da olsa azaltmaya bakarlar. Durmadan imkansızı vadetmek, aşırı özgüven sahibi dogmatik ideolojilere özgüdür. Liderleri, sanki kanun koyarak, tapınak inşa ederek ya da bir bölgeyi ele geçirerek tek bir görkemli hareketle tüm dünyayı kurtarabileceklermiş gibi durduk yere "sonsuzluk", "namus" ve "günahlardan arınma" hakkında konuşurlar.

Hayatımızın gelmiş geçmiş en önemli kararlarını almanın eşiğinde, ben şahsen şaşmazlık iddiası taşıyanlardan ziyade cehaletlerini kabul edenlere güvenmeyi tercih ederim. Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünün dünyayı yönetmesini istiyorsanız soracağım ilk soru şudur: "Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünüzün düştüğü en büyük hata neydi? Neyi yanlış anladı?" Ciddi bir şey bulup çıkaramazsanız, kendi adıma size de güvenmem.