26 Nisan 2016 Salı

Bir Arkeoloğun Anıları Ekrem AKURGAL



Bir Arkeoloğun Anıları kitabı Türkiye Bilimler Akademisi onursal üyesi Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın bilime adanmış yaşamının bir dökümü. Türkiye Cumhuriyeti kültür tarihine ışık tutan bu yapıtın önemli bir kaynak olduğu düşüncesindeyiz...













İhsan Sabri Çağlayangil '' Demokrasi ''



İhsan Sabri Çağlayangil Anılar kitabında Celal Bayar'ın Anısı



Muhammed Abdüs Salam

Muhammed Abdüs Salam elektrozayıf etkileşim ile ilgili çalışmalara katkılarından dolayı 1979 yılında Nobel Fizik Ödülünü paylaşan kuramsal fizikçidir. Kendisi Nobel Ödülü kazanan ilk Pakistan'lı ve Mısır'lı Enver Sedat'tan sonra Nobel Ödülü kazanan ilk müslüman olmakla birlikte fen alanında bu ödülü kazanan ilk müslüman olmuştur.

Salam 1960’ten 1974’e kadar Pakistan hükümetine bilim danışmanlığı yaptı ve bu önemli rol Pakistan'ın altyapısına büyük katkı sağladı. Salam kuramsal ve parçacık fiziğindeki önemli gelişmelerden ve katkılarından sorumlu olmanın yanında ülkesindeki bilimsel araştırmaları en yüksek seviyeye çıkarmakla da yükümlüydü. Salam SUPARCO’nun kurucu müdürüydü ve Pakistan Atomik Enerji Komisyonu’nda (PAEC) Kuramsal Fizik Grubu’nun yönetiminden sorumluydu. Bilim danışmanı olarak Salam, nükleer enerjinin barışçıl kullanılmasında ve 1972’de Pakistan’ın atom bombasını geliştirmesinde tamamlayıcı bir rol oynadı ve onun gözetiminde çalışan bilim adamları tarafınca  bu programın “bilimsel babası” olarak görüldü. 1974 yılında Pakistan Parlamentosu Ahmediyye Müslüman Topluluğu’nun kafir olduğunu beyan eden belgeyi yayınladıktan sonra Selam, ülkesinden protestolarla ayrıldı. Ölümünden sonra bile, ülkesinin en nüfuzlu bilim adamlarından sayıldı. 1998 yılında, Pakistan’ın nükleer testleri sonrası, Pakistan Hükümeti Salam’ın hizmetlerini onurlandırmak için onun anısına bir hatıra pulu bastırdı.

Salam’ın en büyük ve dikkate değer başarıları arasında Pati–Salam modeli, manyetik foton, vektör meson, Büyük Birleşme kuramı, süpersimetri çalışmaları ve de en önemlisi elektrozayıf kuvvet teorisini içerir ki bu fizik alanındaki en prestijli ödülü- Nobel Ödülünü kazanmasına vesile olmuştur , Salam kuantum alan kuramına ve Londra Imperial Koleji’nde matematiğin gelişmesine büyük katkılarda bulundu. Öğrencisi Riazuddin ile Selam modern nötron teorisi, nötron yıldızları ve kara deliklere, ayrıca kuantum mekaniğini modernize etmeye ve kuantum alan kuramına büyük katkılar yaptı.Bir öğretmen ve bilim destekçisi olarak, Salam Pakistan’da matematiksel ve kuramsal fiziğin kurucusu ve babası, kendi döneminde de başbakanın bilim başdanışmanı olarak tanınır. Pakistanlı fizikçileri Fizik Topluluğuna kazandırarak dünyaya çok büyük katkı sağlamıştır. Öldüğü ana kadar bile bıkmadan usanmadan fiziğe katkılarını ve Üçüncü Dünya Ülkelerinde bilimin ilerlemesine olan desteğini geri çekmedi.

22 Nisan 2016 Cuma

Yansıma nedir ?

Yansıma nedir diye sorduğumuzda bugün ? 

Avrupa'da önce Türklerin,Müslümanların ve Yahudilerin istenmemesidir.

Diğer yandan işin garibi Orta Doğuyu Orta Doğu yapan yine Türkler,Müslümanlar ve Yahudilerdir.

Yansıma nedir ?

'' Işık ya da ses dalgaları yansıtıcı bir yüzeye çarparak yön değiştirme ya da geri dönme. ''

Geri dönme olayının altını çizmek istiyorum.Biz seçmedik onlar bizi geriye doğru Orta Doğuya doğru geri döndürdüler.Halbuki yaptıkları aptallıktı farkında değildiler.

USA ( Amerika )

Atom bombası denemelerini yapan iki adam vardır Amerikada.İlkini bütün dünya duymuştur elbette ancak ikincisi nedense pek bilinmez.İşin daha da detayına inen insanlar tarafından bilinir.

Bunlardan ilki elbette Albert Einstein ikincisi ise J. Robert Oppenheimer'dır.

İkisi de Yahudi kökenlidir.Amerikanın en parlak dönemlerinde hep Yahudiler vardır.Amerikanın çöküşü Yahudilerin orayı terk etmesi ile başlamıştır dersek yanılmış olmayız herhalde.

Yahut yanılalım yeniden inşa ederiz her şeyi biz Orta Doğuluyuz.

Salih Yücel GÜR



19 Nisan 2016 Salı

KENDİNE HAS YÖNTEMLER

Kendisine yöntem, “Düstur” edinmiş ilk Devlet-Dışı kurum olan Vatikan’ın bu yöntemi “Eski için yeni fikirler dene, olmazsa yeni için eski fikirlere dön” şeklindedir. Vatikan’ı her devirde ayakta tutmuş olan sihirli formül budur
Roma Kilisesi, gerçekte insanlığın 2000 yıldır kesintisizce sürdürebilmek başarısını gösterdiği ender kurumlardan biridir. Dile kolay tam 2000 yaşındadır ve hala etkili ve aktif bir kurumdur. Tarihte nice hanedanlar gelip geçmiş, nice devletler kurulup, yıkılmışlar, nice barış anlaşmaları en çok 40-50 yıl dayanabilmiş ama Roma Kilesi bütün bu alt üst oluşlardan kendisini koruyup ayakta kalmayı başarmıştır. Üstelik Kilise bu olayları kenarda durup seyrederek varlığını sürdürmüş değildir. Tam tersine bütün bu çalkantıların tam ortasında yer almıştır ama daima kaybedenler başkaları olmuştur. Kilise hep ayakta kalmıştır. Bazen sendelemiş hatta yok olma noktasına gelmiş ama 20-30 yıl içinde toparlanıp yine “Süper Güç” haline gelmekte gecikmemiştir. Günümüzde Vatikan da işte böyle bir yeniden güçlenme dönemini yaşamaktadır. Özellikle I. ve 2. Dünya Savaşları’nda yitirdiği etkinliğini 1962’den başlayarak yeniden elde etmek aşamasındadır. 20. yüzyıla girildiğinde aydınlar arasında Roman Katolik Kilisesi’nin bu yüzyılı çıkartamadan dağılacağı varsayılıyordu. Bu yüzyılın sonuna gelindiğinde o aydınların vazgeçilmez sanılan görüşleri yel olup yok olurken Kilise’nin 21. Yüzyılda dünyadaki “Dine Dönüşü” yönlendireceği konuşuluyor. Vatikan 2000 yıldır nasıl ayakta kaldı? İşte bu soru Vatikan nedir sorusu kadar önem taşımaktadır.

17 Nisan 2016 Pazar

Bilinmeyen Vatikan / Aytunç Altındal '' ESRARENGİZ POLONYALI, AĞCA VE GİZLİ ÖRGÜTLER ''

Papa 2. John Paul, Papalık tarihinde, Papa seçilen ilk Slav kökenli Polonyalı oldu. Bu esrarengiz Polonyalı ilginçtir ki Papa olmadan önce Polonya Komünist Partisi gizli polisi ve CIA tarafından korunuyordu. Ağca tarafından vurulduğunda ise araştırmayı NSA yapmış, iki rakip örgüt CIA ve KGB de ne hikmetse ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.

Papaların seçimi çok önemli bir olaydır. İlkin şunu belirtmek gerekiyor. Papa seçilen şahıs bu “Taht”ta ölünceye kadar kalır, Papalık’tan istifa etmek diye bir olay yoktur.

PAPA SEÇİMİNDE PARMAK OYNATANLAR

Ölen Papa’nın yerine seçilecek olan Kardinal’i, Papalığın Senatosu sayılan Kardinaller Koleji’nin üyeleri belirlerler. Ancak tüm Kardinaller bu seçime katılamazlar. Yaşları genellikle 80 ve daha yukarı olanlar bu zor ve meşakkatli seçime dayanamayacakları gerekçesiyle oy kullanmaya çağrılmazlar. Kardinaller Koleji’nde bazı değişiklerle -örneğin ölüm, hastalık, bunama- 110 ile 120 arasında Kardinal bulunur. 2. John Paul’un seçimine 111 kardinal katılmıştı. Papaların seçimi Sistine Chapel denilen küçük kilisede yapılır. Papanın ölümünden sonra çağrılı olan Kardinaller bu küçük kiliseye alınırlar ve Papayı seçinceye kadar bir daha dış dünyayla görüştürülmezler. Bu seçim bazen günlerce bazen haftalarca hatta aylarca sürer. Ve Papanın seçildiği bu küçük kilisenin bacasından tüttürülen beyaz dumanla dünyaya duyurulur. Dumandan sonra karar değiştirilemez. Kim seçilmişse tüm Katolik aleminin ona itaat etmesi gerekir. Böylece 900 milyon insana sözünü geçirtecek olan bir önder sadece 100 kadar yaşlı insanın verecekleri oylarla seçilmiş olur. Papalar Teslis’de (Trinite) yeralan Kutsal Ruh tarafından İsa’nın Havarileri’nin en büyüğü ve ilk Papa kabul edilen Aziz Peter’in vekili olarak seçilirler. Papa seçiminde oy birliği değil oy çokluğu aranır.Papalık seçimlerinde Vatikan’ın tüm iç dengeleri ve uluslararası siyaset çok önemli bir yer tutar. Gerçi inanca göre Papa’yı Kutsal Ruh seçiyordur ama gerçekte CIA’sından KGB’sine ve MOSSAD’a kadar tüm istihbarat örgütleri de Kutsal Ruh’un seçiminde parmak oynatıyorlardır. Örneğin 2. John Paul adını alarak Papa olan Krakov Kardinali Karol Wojtyla (Voytila) hiç kimsenin favorisi olmadığı halde Papa seçilivermişti. Bu nedenle 2. John Paul’un “Olağanüstü” bir gücü olduğuna inanılmıştı.


ESRARENGİZ BİR PAPA

Karol Jozef Wojtyla, 18 Mayıs 1920’de Güney Polonya’daki Wadovice kentinde doğmuştu. Doğduğu gün Polonya, Sovyet ordularına karşı son ikiyüz yıl içindeki ilk zaferini kazanmıştı. Karol üç aylıkken Polonya ordusu bu kez de sayıca çok üstün olan Sovyet ordusunu Varşova’nın varoşlarındaki Vistül nehri önünde durdurmuş ve geri püskürtmüştü. Polonya’da bu zafere “Vistül Mucizesi” denilmişti. Ve bu mucizeyi de Meryem Ana’nın yaptığına inanılmıştı. Resmi ilteratürde bu zafer 1683’de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kapılarından püskürtülmesinden sonra dindar Katoliklerin Hıristiyanlığın düşmanı güçlere karşı kazandıkları ikinci büyük zafer olarak değerlendirilmektedir.Karol’un babası subay, annesi ev kadınıydı. Annesini sekiz yaşındayken, kızkardeşini doğumundan sonra, erkek kardeşini de onbir yaşındayken kaybetmişti. Babası öldüğü zaman Karol 21 yaşındaydı. Şu anda ailesinden hiç kimse yaşamamaktadır. Gençliği zorluklar, yoksulluk ve acılarla geçmiştir. Karol, Papa seçildikten sonra Hıristiyan aleminde ilk kez selefi Papa tarafından biraraya getirilmiş olan John Paul adını aldı.

Bu çok anlamlı bir olaydı. Çünkü Aziz John’a ve onun yazdığı İncil bölümüne (Gospel) ağırlık tanıyanlarla, Aziz Paul’a ağırlık tanıyanlar hiç bir zaman tam ve mutlak bir uyum içinde olmamışlardır. Neredeyse iki kutup, iki ayrı anlayışı temsil eder John ve Paul. Dolayısıyla bunları biraraya getirmek ve bu iki Aziz adına davranmak çok zor bir görevdir. Papalık tarihinde sadece altı Papa, Paul adını kullanmışken 23 Papa John adını yeğlemişti. (Bunlardan 22. John hiç sevilmediği için atlanır). Bu iki akımın en ilginç tarafı, Paul ne denli gerçekciyse, John’un da o denli gizemli olmasıdır. John Paul adını alan Karol da böyle oldu. Gizemli ve esrarengiz bilgilere, sırlara çok düşkün bir Papa oldu Karol Wojtyla. Her gün yedi saatini duaya ayırdı. Mayıs 1981’de Mehmet Ali Ağca tarafından vurulunca bunu da kendisine iletilmiş ilahi bir sır, esrarengiz bir olay olarak yorumladı. 13 Mayıs’da yapılan suikasti gerçekleştiren Türk’ün adının 13 harften oluşması ve bu sayının Hıristiyan ezoterizmindeki (batini, gizli bilimler) önemini yorumlayarak bu suikastle Meryem Ana’nın kendisine bir sır ilettiğini söyledi ve suikastı bir “Armağan” olarak değerlendirdi. Papa, suikastten bir ay sonra Kardinaller Koleji için yaptığı açıklamada bu olaydan sonra Meryem Ana’nın, Portekiz’deki ünlü Kutsal Fatıma aracılığıyla kendisini koruduğunu ve kendisine bir sır tevdi ettiğini açıkladı.

PAPA VE GİZLİ ÖRGÜTLER

Karol, tiyatro eserleri yazmış, şarkıcılık ve aktörlük yaparak geçimini sağlamıştı. Aynı zamanda şairdi. Komünist Polonya’da din görevlisi olduğu halde yazıları Batı basınında yayınlanmıştı. Bunda da iki gizli örgüt rol oynamışlardı. Polonya Komünist Partisi’nin gizli polisi ile CIA... Papa, ilginçtir ki bu iki örgüt tarafından da korunmuş ve dolaylı olarak desteklenmişti. Onun en tutarlı biografisini yazan Tad Szulc, bu hususlara dikkat çekmeden edememişti.Gerçekten de şimdi Ağca olayını değerlendirirken düşünüyorum da 25 Kasım 1979’da Kartal-Maltepe Cezaevinden kaçan / kaçırılan Ağca ertesi gün Milliyet gazetesine bir mektup gönderip Papa’yı da öldüreceğini öne sürmüştü. Ağca’nın bu tehdidinin yayınlanmasından tam üç gün sonra Karol Wojtyla, 2. John Paul olarak Türkiye’yi ziyaret etti ve İzmir’deki Meryem Ana evine giderek Hacı oldu. Papa Türkiye’ye gelmeden bir başka İslam ülkesine, Pakistan’a gitmişti. 16 Şubat 1982’de Karaçi’de konuşma yapacağı stadyuma gelirken yolda polis arabasını durdurmuş ve yavaşlatmıştı. İşte bu yavaşlatılmış yolculuk Papa’nın hayatını kurtarmıştı. Çünkü tam konuşacağı kürsünün önünde bir el bombası patlamış ve kürsüyü koruyan şahıs ölmüştü. Ağca, işte bu suikastten sonra Papa’ya suikast düzenleyen ikinci Müslümandı.Ağca olayının kanımca en ilginç tarafı, KGB ve CIA ile Amerika’nın en gizli güvenlik ve istihbarat örgütü NSA’nın (Ulusal Güvenlik Örgütü) arasındaki gizli yazışmalardadır. Bunlardan KGB’yi bağlayanların bir kısmı açıklanmıştır. Çok ilginçtir ki Papa suikastini araştırma görevini CIA değil, NSA yürütmüştür. Ama olayda KGB’nin hiç bir suçunun olmadığnı dünyaya CIA duyurmuştur ve bünyesindeki görevli gazetecilerle bu kanıyı pekiştirmiştir.

Öte yandan olayda CIA’nın hiç bir dahli olmadığını da bizzat KGB açıklamıştı. Kısacası bu iki rakip örgüt ne hikmetse bu konuda ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.Karol, gençliğinde Bernardine tarikati tarafından yetiştirilmişti. Meryem Ana’ya olan aşırı bağlılıklarıyla tanınan bu tarikat üyeleri mucizeleri de çok önemserler. Nitekim bir önceki 1. John Paul garip bir şekilde sadece 33 gün Papalık yaptıktan sonra ölüverince Karol, haberi aldığında yanında bulunan birine, “Tanrı esrarengiz yollar açıyor. Yakında Meryem bana yol gösterecektir” demişti. Bu sözlerinden bir kaç hafta sonra Karol, 16 Kasım 1978’de saat tam 5:17’de Papa seçilmişti. Seçilmesinden üç yıl kadar sonra 13 Mayıs 1981’de saat tam 5:17’de Ağca tarafından vurulmuştu.Karol Wojtyla, Papalık tarihinde, Papa seçilen ilk Slav kökenli Polonyalıydı. Tam 455 yıl sonra Papa seçilen Karol, 1870’den sonra Vatikan’dan ayrılmak istemeyen Papaların tersine dünyayı dolaşarak Papalık rekoru kırmıştı. 2. John Paul’un bir ilginç özeliği de kendi döneminde, hiç bir dönemde olmadığı kadar şahsı Azizlik mertebesine yükseltmiş olmasıydı. Katolik alemindeki 10.000’den fazla Aziz yetmezmiş gibi Karol, 180 kişiyi daha Azizliğe giden yola çıkarmış ya da Aziz yapmıştı. Listesinde daha 2000 kadar isim vardı. Son olarak da 23.John’u Aziz yaptı.Gençlere ve çocuklara düşkün olan 2. John Paul, onlarla şakalaştığı ve dans ettiği için kendisine “Kutsal Ruh’un John Travoltası” denilmişti. Meryem’i ve İsa’yı durmaksızın andığı için de “John Paul Superstar” lakabı takılmıştı. Ama en ilginç takıyı İran’ı yorumlayınca kazanmıştı. İran’da İslam’ın geri gelişini “Müslümanlar Allah’a geri döndüler. Darısı Avrupa’nın başına” şeklinde yorumlayınca solcu basın kendisine hemen bir ad bulmakta gecikmedi: Ayetullah Wojtyla!

CİZVİTLERİN GAZABINA KARŞI OPUS DEI

Wojtyla çok yönlü karizmatik bir Papa oldu. Vatikan’da kendisinde korkuyla “Kara Papa” diye söz edilen Cizvitler’in başı Peter Arrupe ile mücalelesinde OPUS DEI’ye sığındı. Alman araştırmacı Adelbert Krims’ in yazdığına göre 87 ülkede 73.745 üyesi olan bu gizli örgüt Papayı Cizvitlerin gazabından korudu.Wojtyla, dansı müziği, tiyatroyu, edebiyatı seven bir filozoftu. Gençliğinde piyeslerde rol almıştı. Ve her genç gibi “Aşık” olmuştu. Papa’nın gençliğinde aşık olduğu kadın halen büyükanne olarak Polonya’da yaşamaktadır. Sadece üç fotoğrafını görebildiğim bu kadın anlaşılan Papa’nın hayatındaki tek büyük aşk olmuştur. Gençliğinde bir hayli yakışıklı olan Papa, doğrusu 1945’lerde tanıdığı bu hanımı hiç unutmamışa benzemektedir. En azından şiirlerinden öyle anlaşılıyor. Aralarında neler geçtiğini bir onlar bir de muhtemelen Vatikan’ın duvarlarında bulunan dinleme kulakları bilmektedir.20. Yüzyılın, 23. John’dan sonra en tartışmalı Papası sayılan 2. John Paul’dan sonra kimin bu Taht’a geçeceği son üç yıldır tartışılmaktadır. Tam beş kez suikastten kurtulan, sayısız ameliyat atlatan ve bir keresinde, iki yıl önce vücudundaki bütün kan değiştirilerek son anda ölümden döndürülen bu esrarengiz Polonyalı’dan sonra Vatikan’ı ve Hıristiyanlığı nelerin beklediğine ilerki yazılarda değineceğim.

16 Nisan 2016 Cumartesi

Bayan Thatcher'la karşı karşıya

Bayan Thatcher'la karşı karşıya

Toplantıya Thatcher başkanlık ediyordu.Bütün demokratik ülkelerin muhafazakar partileri davetliydi.Toplantı bitti.Katılanlara Thatcher,Başkanlık Konutunda bir yemek verdi ve bizi davet etti.Yemek öğle yemeğiydi.Bütün delegeler aynı otelde kalıyorduk,İngiltere'deki büyükelçimize rica etmiş,arabasını istemiştim.Otomobil geldi.Baktım,Kıbrıs Rum Yönetiminin delegesi Klerides arabasız kalmış.Kendisiyle tanışırız.''Bir sakınca yoksa sizi ben götüreyim '' dedim.Razı oldu.Beraber Başbakanlık Konutuna gittik.

Thatcher,davetlileri kapıda karşılıyordu.Benim Kıbrıs Rum Yönetimi delegesiyle birlikte geldiğimi görünce şaşırdı. 

'' Hayrola ikiniz beraber misiniz ? '' dedi.

'' Evet '' dedim '' arabasız kalmış;birlikte geldik.'' 

'' Bari yolda Kıbrıs meselesini halletseydiniz '' dedi.

Ben de kendisine gülerek şu yanıtı verdim:

'' Mesafe uzun olsayı başaracaktık.Ama çok kısa,yine çözemedik.'' 

Gülüştük...

Thatcher'la bir anım da,kendisi muhalefetteyken...

Thatcher,muhalefet partisi genel başkanı.Ben de o zaman Dışişleri Bakanıyım...

İzmir Çeşme'de Bilderberg toplantısı yapılıyordu.Ben ABD Savunma Bakanı McNamara ile aynı uçakt İzmir'e gidiyorum.Kendileri de aynı toplantıya davetli.Uçaktan indik.Oradaki görevli THY memuru,on dakika sonra İngiliz muhalefet partisi lideri Thatcher'ın İzmir'e geleceğini bildirdi.Bayan Thatcher da Bilderberg toplantısına geliyordu.

McNamara'ya, '' Bekler misiniz ? '' diye sordum.'' Memnum olurum '' dedi.Bekledik,İngiliz muhalefet partisi lider,özel uçağı ile gerçekten on dakika sonra alana indi. Kendisini McNamara ile birlikte karşıladık.Kendilerine yemek yiyip yemedikleri sordum.'' Hayır,otelde yiyeceğim'' dedi.

'' ikimiz de oraya gidiyoruz.Evvela rıhtımda bir lokantada yemek yiyelim.Size İzmir balığı yedireyim,sonra Çeşme'ye gideriz'' dedim.

Hanımlığı tuttu,itiraz etti.

'' Kıyafetim müsait değil '' dedi.

'' Biz de günlük elbiseyle gidiyoruz.Lokanta,zennetiğiniz gibi lüks değil ama yemekleri nefis '' dedim.

Razı oldu.Üçümüz,İzmir'de deniz mahsulleri lokantasına gittik.Güzel balıklar yedik.Thatcher yemekleri çok beğendi.

Yemekten sonra Çeşme'ye hareket ettik.Gece yarısı Çeşme'ye vardık.Selahattin Beyazıt bizi kapıda karşıladı.

'' Uyumadın mı ? '' dedim.

'' İngiliz Savunma Bakanı Dennis Healey Hikaye anlatıyordu dinledim '' dedi

Thatcher bu söze son derece anlamlı güldü.

Thatcher,muhalefette iken iktidara yürüdüğünü belli eden bir politikacıydı.Bizde dört-beş yılda bir yeni-eski kavgası başlatılır.İngiltere'de Thatcher on iki yıldır iktidarda,kimse '' Artık eskidin '' demiyor...

14 Nisan 2016 Perşembe

Bilinmeyen Vatikan / Aytunç Altındal

DÜNYA’NIN EN ESRARENGİZ DEVLETİ

İnanılması güç sırları, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla Vatikan, tam anlamıyla Dünya’nın en “esrarengiz” devletidir.

Bilinmeyen Vatikan ve Papaları anlatan bu yazı dizisine, “Vatikan Nedir?” sorusuyla başlamak kanımca yerinde ve yararlı olacaktır. Türkiye’de Vatikan’ın adı bilinmekte ve/fakat gerçekte “ne” olduğu geniş Müslüman kitle tarafından hiç bilinmemektedir. En iyimser deyişle Vatikan, Papalarıyla birlikte anılan, Papa’nın yaşadığı yer diye bilinen minik bir devlet olarak tanınmaktadır. Kuşkusuz bu kısa açıklamada doğruluk payı vardır ama çok, hem de çok eksik bir tanımlamadır bu. Eksik bilgilenme ise, herkes kabul eder ki, hiç bilgi sahibi olmamaktan daha sakıncalı ve tehlikelidir. İşte Türkiye’de Vatikan’la ilgili bu eksik bilgilendirmeyi biraz olsun giderebilmek amacıyla “Vatikan Nedir?” sorusuyla girmekte yarar görüyorum.

VATİKAN DEĞİL LATERAN

Günümüzde Vatikan diye bilinen yerleşim alanı yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti” statüsündedir. Vatikan bu özelliği nedeniyle “Kutsal-Kent”tir. Bu Tanrı-Kenti aynı zamanda bir “Devleti” içinde barındırır. Vatikan yeryüzündeki tek “Tanrı-Kenti ve Devleti”dir. Vatikan’dan başka “Tanrı-Devleti” yani “Teokrasi” yoktur, fakat halen de kutsal sayılan bir çok kent vardır. (Örneğin, Kudüs, Kom, Hinduların, Budistlerin ve Şintoistlerin kutsal kentleri gibi).Vatikan’ın bugünkü statüsü 1870’de İtalya’da bulunan Papa-Devletleri’nin, İtalyan Ulusal Birliği’nin kurulabilmesi amacıyla ilga edilmeleriyle başlamış ve son hukuki şeklini Faşist Diktatör Mussolini ile Vatikan’ın Dış İşleri Bakanı Kardinal Gaspari arasında 26 Ekim 1926’da imzalanan “Concordat” (Mukavele) ile almıştır. Böylelikle Vatikan İtalya’da “devlet içinde devlet” statüsü edinmiştir. Vatikan’a tüm girişler Roma’nın sınırlarından yapılabilmektedir. Diğer bir deyişle Vatikan, İtalya Devleti’nin tüm haklarından yararlanabilen fakat kendi bayrağına ve egemenliğine sahip ayrı bir devlettir.Vatikan adı, ilginçtir ki, Hıristiyanlığın ilk 1350 yıllık döneminde hiç ağıza alınmamıştır. Çünkü 1267’ye kadar böyle kutsal sayılmış bir yerleşim alanı yoktu. O zamana kadar Papalar Vatikan’da değil Lateran diye bilinen yerleşim alanında otururlardı. Papalar yaklaşık 1000 yıl buradan yönetmişlerdi Katolik alemini. 14. Yüzyıl’da Papalar, Fransa’nın şimdi tiyatro şenlikleriyle tanınan Avignon şehrinde yaşamaktaydılar. Bunlar Hıristiyanlığın en tartışmalı Papalarıydılar. Fransa kralları tarafından korunan bu Papalar 13. Ve 14. Yüzyıllara damgalarını vurmuşlardı. Papaların Vatikan’a geçişleri 1377 yılında, Avignon’daki Papaların sultasının yıkılmasından sonra olmuştur. Bu nedenle “Lateran Kilise Kararları” daima Vatikan kararlarına öncelik sağlamıştır. Bugünkü Vatikan’ın tesisi sırasında da yine Lateran Sözleşmeleri (Treaties) rol oynamıştır.

MİNİK DEVLET=BÜYÜK GÜÇ

Bugünkü Vatikan, yerleşim alanı itibariyle, kalın surlarıyla birlikte 44 hektarlık bir alanı kaplamaktadır. Çevresindeki surlar bir saatte dolaşılabilir. 1527’de İspanyolların işgaline uğrayan Vatikan’ın yıkılan surları ve binaları yeniden inşa edilmişlerdir. Vatikan’ı İsviçreli Katolik askerler, geleneksel giysileri içinde korumaktadırlar. Ünlü Devlet kuramcısı Makyavel, aynı zamanda “prens” olan Papaların kendilerini paralı asker olan İsviçrelilere korutmasını sert bir dille eleştirmişti. Ona göre bu paralı askerler, kendilerine daha fazla para veren düşmanlara Papa’yı satabilirlerdi. Makyavel’in dediği doğruydu. Nitekim bir kaç kez Papalar, İsviçreli askerlerin ihanetine uğramışlardı. Ama yine de Papalar kendilerini İsviçreli paralı askerlere korutmaktan vazgeçmemişlerdi. Nedeni de çok ilginçti. İsviçreli paralı askerler ihanet etseler bile Vatikan’ın hiç bir sırrını açıklamıyorlardı. Vatikan’ı gizemli bir Kilise-Devleti yapan budur işte. Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmaz.” Vatikan’ın sırlarını açıklayanların ve nesiller boyunca ailelerinin canları ve malları güvenlikte olmaz. Çünkü Vatikan gerçekten de inanılması güç sırları barındıran, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla tam anlamıyla “esrarengiz” sayılan bir yerdir ve bu şöhretini de yüzlerce yıldır sadece kendisine sakladığı sırlarının başkalarınca öğrenilebilmesini önleyerek edinmiştir.

SİYASİ VE DİNSEL YAPTIRIM SAHİBİ

Vatikan, kendi pasaportu, kendi devlet kuruluşları ve bürokratları olan bir devlettir. Nedir ki, bu devleti diğer devletlerden ayıran temel farklılıklar vardır. Bunları kısaca sayalım.Vatikan Devleti’nin gece yerleşik nüfusu 600 kişidir. Bu sayı sürekli konuk sayılan kişilerle birlikte 1014 olur. Gündüz nüfusu ise 3599’a yükselir. Bunlar Vatikan’da görev yapan işçiler ve diğer memurlardır. Vatikan Pasaportu bizzat Papa tarafından verilir. Bu pasaport geçicidir. Vatikan istediği zaman tek taraflı olarak iptal edebilir ya da hiç vermemiş gibi kayıtlardan çıkartabilir. Pasaportun özelliği hiç bir ırk ya da milliyet gözetilmeden verilebiliyor olmasıdır. Ne var ki tek koşulu, pasaport alacak şahsın Katolik Kilisesi’ne kayıtlı dindar olarak tanınmış bir Katolik olmasıdır.Vatikan’da altı dikkatle çizilmesi gereken bir özellik vardır. Çoğunlukla devlet olarak bilinen Vatikan ile “Papalık Makamı” bir ve aynı (özdeş) sanılmaktadır. Bu eksik bilgilenmedir. Papa, Katoliklerin başı olarak yeryüzündeki tüm Katoliklerin “Kutsal Pederi”dir, ama sadece ve sadece Vatikan Devleti’nin Devlet Başkanı’dır. Tüm Katolikler’in “Devlet Başkanı” değildir. Bu görevinde Papa’nın bir Başbakanı, bir Senatosu ve Bakanları vardır. Bunlar da siyasi yaptırımları itibariyle sadece Vatikan’la tanımlı ve sınırlıdırlar. Ancak, dinsel yaptırımları itibariyle tüm Katolikleri bağlarlar.

VATİKAN DEVLETİNİN BEYNİ “CURİA”

Devlet ve siyasi erk olarak Vatikan’ın en önemli ve güçlü kurumu, “Curia”dır. Bu kurum Devlet olarak Vatikan’ın beynidir.Vatikan’ın 1983’de kabul edilen en son Anayasası’nın (Code of Canon Law) 360. paragrafında Curia, “Papa’nın adına ama Kiliselerin hayrına ve yararına çalışma yapmakla yükümlü kılınmış bir kurumdur.” Curia, Papalık Sekreteryası (Devlet Bakanlığı); Kilise Kamu İşleri Konseyi (CPAC); Katolik Cemaatleri (Congregations);Yargı Kurumları ve diğer enstitülerden oluşmaktadır. Curia’yı oluşturan bu bakanların, deyim yerindeyse “sinir sistemi” Kilise Kamu İşleri Konseyi’ dir. Vatikan’ın yukarıda sözü edilen Anayasasına göre Curia, çok önemlidir ki, “Dini / Ruhani” bir kuruluş olarak değil, tartışmasız “Dünyevi / Seküler” bir kuruluş olarak bizzat Tanrı tarafından değil, bizzat insan tarafından oluşturulmuş bir birim olarak kabul ve tasdik edilmiştir. Dolayısıyladır ki, Vatikan’ın bu dünya ile ilgili tüm işleri, başta da siyasi, diplomatik ve ekonomik kararlarla, uluslararası ilişkileri “Dinsel” değil, “Dünyevi” olan bu kurum aracılığıyla ele alınır ve yönlendirilir.Curia ilk kez 1605’de diğer ülkelerdeki Kardinal Büyükelçileriyle çalışan Devlet Bakanlığı olarak kurulmuş, daha sonra 1721’de kendi içinde tüm Papa Devletlerinin Başbakanlığı adı altında bir makama sahip olmuştur. Papalığın Başbakanı aynı zamanda Dış İşleri Bakanıdır. Şunu da belirtmek gerekir ki Curia, Tanrı tarafından öngörülmüş bir kurum olmadığı için gerekli görüldüğü takdirde Papa’nın emriyle ilga edilebilir.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Marie Curie

İnsanlar bilim dünyasındaki kadınlardan bahsederken, akıllarına ilk gelen isim Marie Curie (1867-1934) olur. Ve bunun için iyi bir nedenleri vardır. Yalnızca Nobel Ödülü’nü kazanan ilk kadın değil, aynı zamanda iki Nobel Ödülü kazanan da ilk kişidir.

Marie Curie, radyoaktivite üzerine yaptığı araştırmasıyla 1903’te Fizik dalında, ilk Nobel Ödülü’nü kazandı. On yıl öncesinde Paris’te Curie ve beraberindekiler, uranyumun özelliklerini araştırıyorlardı. Curie, uranyumun ahşaptan ve etten geçen ışınlar yaydığını fark etti. Ama merak uyandırıcı bir şekilde, uranyuma ne yaptığı –ısıtması, soğutması veya diğer elementlerle onu birleştirmesi– fark etmeksizin, yayılan ışın miktarının uranyumun kütlesi ile olan ilişkisinin sabit kaldığını gördü. Curie, ışınların yayılmasının veya radyoaktivitenin –onun bulduğu bir terim– atomların bir niteliği olduğu, bir kimyasal tepkimenin ürünü olmadığı sonucuna vardı. Sonrasında Curie, uranyum bakımından zengin olması dolayısıyla “uranyum cevheri” denen madeni incelemeye başladı. Uranyum cevheri, uranyumun tek başına yayabileceğinden çok daha fazla radyasyon yaydı. O ve eşi Pierre Curie, bu cevherde her ikisi de yüksek oranda radyoaktif olan iki yeni element bulmayı başardılar. Bunlardan birine, Marie’nin memleketi olan Polonya’ya ithafen “polonyum” adını verdiler. Diğerinin adıysa Latince “ışın” anlamına gelen “radyum” oldu.

Curie, radyum ve polonyumu keşfetmesinden dolayı 1911’de, bu kez Kimya dalında ikinci bir Nobel Ödülü’ne layık görüldü. Bugüne dek, Linus Pauling (1901-1994) dışında, iki farklı dalda Nobel Ödülü kazanan tek kişidir.

EK BİLGİLER:

1. Marie Curie, yıllarca yoğun radyasyona maruz kaldığı araştırmalarından sonra, 1934’te lösemiden öldü.

2. Marie ve Pierre Curie’nin kızı Irene Joliute-Curie, yapay radyoaktiviteyi keşfetmesinden dolayı 1935’te Kimya dalında Nobel Ödülü’nü kazandı.

3. Torunu, onları dezenfekte edene kadar, Marie Curie’nin notları radyoaktifti.

4. Marie Curie, Paris Sorbonne’da öğretim görevlisi olan ilk kadındı.

Yerçekimi

Yerçekimi, evrenin büyük bir gizemidir. Yerçekiminin arkasındaki mesele, evrendeki her kütlenin başka kütlelerin üzerine çekilmesi ve bu çekim gücünün mesafeden etkilenmesidir. Kütle büyüdükçe çekim de büyür. Mesafe arttıkça, çekim azalır. Ama evrendeki her cisim neden diğer cisimleri çeker? Bilen yok.

Günlük konuşmada, kütle ve ağırlık birbiri yerine kullanılır, ama bu ikisi aslında oldukça farklıdır. Kütle, bir cisimdeki madde miktarını ölçer. Bir yastık ve bir kağıt tutucu, farklı boyutlarda olmalarına rağmen aynı kütleye sahip olabilir. Kağıt tutucu yastıktan daha yoğundur; kağıt tutucunun içindeki madde, daha sıkı bir şekilde paketlidir.

Ağırlık, yerçekimsel bir alanda bir cisme uygulanan kuvveti ölçer. Kütle, konuma bağlı olarak değişmez ama ağırlık çevreye bağlı olarak değişebilir. Yeryüzünün yüzeyindeki bir kütle, her saniye karede 9.8 metre gezegen çekimini yaşar. Aynı kütle ayın yüzeyine götürülse, cisimler daha hafif tartılır çünkü ay, yeryüzünden daha hafiftir. Ayda altıda bir oranında yerçekimi vardır. Bu nedenle cisim en fazla altıda biri ağırlığındadır. Başka bir deyişle, 68 kilogram ağırlığında bir kişi ayda 11.3 kilogram ağırlığında gelir.

Bedenlerimiz, yeryüzünden yerçekimi kuvveti altında var olmak üzere tasarlanmıştır. Astro-notlar, uzayda ağırlıksızlığı –mikroyerçekimi desek daha doğru olur– deneyimlediklerinde, bulantı, baş dönmesi, baş ağrısı, iştah kaybı ve kan toplanması gibi rahatsızlıklar yaşarlar. Buna uzay tutması denir. Normalde bacaklardaki kan, kalbe doğru yukarı çıkmak için yerçekimine karşı direnmelidir. Mikro-yerçekiminde kan hiçbir direnç olmadığından beyninize doğru hızla çıkar. Bu durum sanki uzun bir süre bacaklarınızın yukarıdan aşağıya sallandırılması gibidir.

EK BİLGİLER:

1. Astronotlar, kaslarının körelmesini önlemek üzere uzayda günde saatlerce idman yapmalıdırlar.

2. Sir Isaac Newton (1642-1727) 1687’de yerçekiminin ilk matematiksel formülünü yazdı.

3. Newton’un bir ağaçtan elmanın düştüğünü gördükten sonra yerçekimini kavradığına dair anlatılan hikâye doğru değildir.

Tuhaf yazılar...


Bırak ayacıklarını ben yıkayayım
Nazım'ın dediği gibi
Memleketi sevdiğim gibi seni seveyim
Necip Fazıl'ın dizleri misali

Sana çocukların özgürlüğü gibi aşık olayım
Yağmurlar yağsın isterse,dağlar yer değiştirsin
Struma yeniden yaşansın yüreğimde
Sürgün zaten gözlerimdeki dehlizlerde

Mayısın 21'inde öyle bir gel ki
Yüreğim Sochi olsun
Küçük bir kızın bana gülümsemesi gibi
Her sabah azeri türküleri ile uyandırayım seni

Sadece aşkı değil dünyadaki bütün acıları hissedelim
Zaten aşk sarhoşu değil miyiz ?
Evlerinin önü yonca olsun senin için
Benim için Behdudov Bügün Ayın Üçüdür
Kör olsun düşmanımız.

Önce ruhlarımızı sonra da çocuklarımızı bırakalım
Yemyeşil çayırlara,dizlerimizin üzerinde acı bulunsun
Dünyaya denk düşmeyen sığmayan çocuklar yetiştirelim
Anadolu kadar güzel olsun orta doğu kadar karışık
Anlamsızlaşma isminin geçtiği yerde doğsun
Gözlerim gözlerine değdiğinde yansın yüreklerimiz.

Salih Yücel Gür

Sanatçı ve Çağı Albert Camus

ALBERT CAMUS

Altı ay önce, dün bile, «Ne yapacak?» diye soruluyordu. Saygı duymak gereken karşıtlıklarla yaralanmış bir halde, geçici bir süre için sessizliği seçmişti. Ama, ağır ağır seçen ve seçtiğine bağlı kalan ender insanlardan olduğu için, sessizliğinin sonu beklenebilirdi Bir gün, konuşacaktı. Söyleyecekleri üzerinde tahminde bulunmak yürekliliğini bile göze alamayacaktık. Ama, hepimiz gibi, yer yüzü ile birlikte değiştiğini düşünüyorduk: varlığının canlı kalmasına yetiyordu bu.

Dargındık; dargınlık - hiç görüşmeyecek bile olsak, - bir şey değil; olsa olsa, içinde bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime «Ne diyor? Şu anda ne diyor?» dememe engel değildi.

Olaylara ve içinde bulunduğum ruhsal duruma göre, bazen çok sakıntılı, bazen çok acı olarak yargıladığım sessizliği; ısı ya da ışık gibi, her günün niteliği idi, insancıldı. Kitaplarının - özellikle, belki en güzeli ve en az anlaşılanı olan Düşüş’ün tanıttığı düşüncelerinin, yanında, ya da karşısında olunuyor, ama her zaman onlarla birlikte yaşanıyordu. Kültürümüzün belirli bir serüveni idi bu; dönemleri ve sonucu bulunmaya çalışılan bir davranıştı.

Çağımızda ve tarih karşısında yapıttan Fransız edebiyatında belki de en ilginç olan uzun ahlâkçılar zincirinin günümüzdeki mirasçısını temsil ediyordu. İnatçı, dar ve saf, duygulu ve sert insancıllığı, çağımızın biçimsiz ve toplu olayları ile, sonucu şüpheli bir savaşa girmişti. Ama, bunun yanında da reddetmekteki inatçılığı ile, çağımızın ortasında, gerçekliğin altınlarına ve makyavelcilere karşı, ahlâkın varlığını savunuyordu..

Bir yıkılmaz deyimlenme, savunma olduğu söylenebilirdi. Ne değin az okunur, ne değin az düşünülürse düşünülsün, avucunda sıkı sıkıya sakladığı insancıl değerlerle karşı karşıya kalmıyordu: siyasal davranış sorununu koyuyordu ortaya örneğin. Ya yanından kıvrılıp gitmek, ya da savaşa girişmek gerekiyordu: tek kelime ile, düşünce hayatını yapan gerilim için kaçınılmazdı. Son yıllarda, sessizliğinin bile olumlu bir yönü vardı; uyumsuzun bu Descartes’çısı, ahlâkın güvenli toprağını bırakıp uygulamanın sonucu belirsiz yollarına sürüklenmeyi reddediyordu. Farkediyorduk bunu; sessizliği seçtiği sorunların ne olduğunu da seziyorduk : çünkü ahlâk, yalnız başına ele alınırsa, hem devrim yapılmasını gerektirir, hem de suçlar onu.

Bekliyorduk; beklemek gerekti, bilmek gerekti: sonunda ne yapar, neye karar verirse versin Camus, kültür alanımızın belli başlı kuvvetlerinden biri olmakta, çağın ve Fransa’nın tarihini kendince temsilde devam edecekti. Ama konuşsa idi, belki gittiği yola öğrenecek ve anlayacaktık. Herşeyi yapmıştı - bütün bir eser - ve her zaman olduğu gibi, herşey ortada idi. Kendisi de söylüyordu: «Eserimi bundan sonra yapacağım». Bitti artık. Bu ölümün, kendine özge bir rezaleti var; insancıl olmayanın, insanlık düzenini ortadan kaldırması bu.

İnsanlık düzeni, bir düzensizliktir henüz; haksızdır, geçicidir, ölünür orada, açlıktan öldürülünür; ne var ki, insanlarca kurulmuştur, onlarca ayakta tutulmakta ve savaşı yapılmaktadır. Bu düzende Camus’nün yaşaması gerekti; ilerleyen bu adam, bizim sorunumuzu ortaya koyuyordu; kendisi de karşılığını arayan bir sorundu; bizler için, kendisi için, düzeni kuran ve reddeden insanlar için, uzun bir hayatin ortasında yaşıyordu; sessizlikten çıkması, karar vermesi ve sonuca bağlaması önemli idi. Yaşlanıp ölenler vardır; hep ertelenmiş olup, yaşantılarının anlamı, yaşantının anlamı değişmeden ölebilecekler vardır. Ama bizim gibi kararsız, şaşkın olanlar için, en iyilerimizin karanlık geçitin sonuna gelmeleri gerekir. Bir yapıtın nitelikleri ve tarihsel bir anın koşulları, çok ender olarak, bir yazarın yaşamasını bu kadar açıkça gerektirmiştir.

Camus’yü öldüren kazaya« rezalettir diyorum; çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor. Camus, yirmi yaşında iken, ansızın kapıldığı, yaşantısını alt üst eden bir hastalıkla, uyumsuzu - insanın budalaca yokluğunu - buldu. Alıştı buna, dayanılmaz koşulunu düşündü ve kendisini kurtardı. Bu iyileşmiş hasta, beklenmeyen ve dışarıdan gelen bir ölümle çiğnendiğine göre, yalnız ilk yapıtlarının gerçeği söylediği zannedilebilir. Buna göre uyumsuzluk, ne kimsenin ona, ne de onun kimseye sorduğu sorudur; sessizlik bile denemeyecek, hiç bir şey olmayan bir sessizliktir.

Böyle olduğunu zannetmiyorum. İnsancıl olmayan, kendini belli eder etmez insanın bir bölümü olur. Durmuş her yaşantı, - bu değin genç bir adamınki bile olsa - hem kırılan bir plak, bütün bir hayattır. Bu ölümde, onu sevmiş olanlar için, dayanılmaz bir uyumsuzluk vardır. Gene de bu parçalanmış yapıtı, bütün bir yapıt olarak görmeyi öğrenmek gerekir. Camus’nün insancıllığında, kendisini ansızın alıp götüren ölüme karşı insancıl bir davranış bulunduğu, onurlu mutluluk araştırmasının, ölmenin insanlık dışı gerekliliğini içine aldığı ve zorunlulaştırdığı ölçüde, bu eserde ve bu eserden ayrılamayacak olan yaşantıda, gelecekteki ölümüne karşı varlığının her anını kuşatmak isteyen bir insanın, saf ve başarılı girişimini bulacağız (Bu yazı, Albert Camus’nün ölümü üzerine yazılmıştır.)

Jean-Paul SARTRE

8 Nisan 2016 Cuma

Magna Carta

İngiltere Kralı John, 1214’te Fransa Kralı II. Philip ile girdiği bir savaşta yenilgiye uğradı. Ardından ülkesine dönüp, denizaşırı seferini desteklememiş olan baronlardan ağır vergiler toplayarak kraliyet hazinesini yeniden yapılandırmaya teşebbüs etti. Bunun üzerine baronlar isyan etti ve 1215 yazıyla beraber Lond-ra’yı ele geçirdiler.

Londra’nın düşmesiyle birlikte, Kral John, Thames Nehri’nin kıyısındaki çayırlıkta, Runnymede’de bir anlaşma yapmak için pazarlığa oturdu. Magna Carta adındaki bildiride özetlenen anlaşma, temel özgürlükler ve kralın mutlak gücü üzerine konan bir dizi sınırlamaların bir teminatıydı. Magna Carta 19 Haziran’da kraliyet mührüyle damgalandı ve ülke genelinde okunması emredildi. Anlaşma, sadece Kral John’u değil tüm mirasçılarını sonsuza dek bağlıyordu.

Anlaşmanın ilk taslağı sadece baronlar için geçerliydi, ama son hali her özgür insanı kapsayacak şekilde değiştirildi. O zamanlar özgür insanlar İngiltere nüfusunda azınlıktaydı ama yüzyıllar içinde anlaşma tüm yurttaşlar için geçerli olacak şekilde evrildi.

Magna Carta’nın ilk kısmı, İngiltere Kilisesi’nin “özgür olacağına ve haklarının azaltılmayacağına ve özgürlüklerinin zarar görmeyeceğine” dair teminatta bulunur.

Takip eden maddeler, kral ve asilzadeler arasındaki feodal ilişkiyi bir sisteme bağladı. Anlaşmaya, adlî bir süreç yaşanmaksızın kimsenin hapse atılamayacağına dair teminatlar ve hiçbir feodal verginin krallığın “genel rızası” olmaksızın yürürlüğe konamayacağına dair bir hüküm de konmuştu. Son madde ise, bir baronlar konseyini ve anlaşmayı kuvvetlendirmek üzere krallığa karşı güç uygulama yetkisi verilen ruhban sınıfını kurdu.

Magna Carta, İngiltere’de özgürlüğün ve hukuk devletinin temeli ve anayasal monarşinin ilk tohumu olarak değerlendirilir. Ancak, çıkarılmasından sonraki yüzlerce yıl boyunca büyük oranda ihmal edilmiştir. Papa II. Innocent, bildiriyi o Eylül ayında feshetti. 1217’de tekrar çıkarıldı, ama hukuken bağlayıcı görülmedi.

Magna Carta’nın önemi, on yedinci yüzyılda bir parlamento lideri olan Sir Edward Coke’un, Stuart krallarına karşı verdiği savaşta anlaşmanın ilkelerini tekrar ve tekrar alıntılamasıyla yeniden gündeme geldi. Ve sonraları Amerika’daki sömürgelere bağımsızlık mücadelelerinde ilham kaynağı oldu.

EK BİLGİLER:

1. Magna Carta, Latince’de “Büyük Sözleşme” anlamına gelir.

2. Magna Carta’nın dört orijinal kopyası hâlâ korunmaktadır. İki kopyası İngiliz Kütüphanesi’nde, diğer ikisiyse Lincoln ve Salisbury’deki katedral arşivlerinde görülebilir.

3. 1957’de American Bar Association, Runnymede’te bir anıt dikerek Amerikan hukukunun Magna Carta’ya olan borcunu ifade ettiler.

Paris’in Notre Dame Katedrali

Notre Dame Gotik Katedrali, Paris’in ortasındaki Sen Nehri üzerinde bulunan Ile de la Cite adlı adacığın doğu kısmında konumlanmıştır.

Katedral, 528’de bir Hıristiyan kilisesinin yerini aldığı, Jüpiter’e adanan antik bir Roma tapınağı alanına inşa edilmiştir. Yakın zamanda (1144) restore edilmiş Saint Denis Abbey Kilisesi’nin azametinden ilham alan Piskopos Maurice de Sully, Paris’in eski kilisesini yıkmaya ve yerine daha büyüğünü inşa ettirmeye karar verdi. Yeni katedralin inşaatı 1163’te başladı ve on dördüncü yüzyılın başlarına kadar devam etti.

Çoğu Gotik katedralde olduğu gibi, Notre Dame’ın dış cephesi de üç katlıdır. Bunların üzerinde, yaratık şeklinde heykelciklerle –şeytani ruhları kiliseden uzakta tuttuğuna inanılan çirkin ve ürkütücü canavarların heykelleri– bezeli bir kemerle bağlanan iki kule yükselir. Kemerin altında, yüzlerce boyalı cam parçasının bir araya getirilmesiyle yapılan ve çapı dokuz metreden fazla olan gül şeklinde bir pencere vardır.

Daha aşağısında, başlangıçta Yahuda ve İsrail’in yirmi dokuz kralının heykellerini içeren Kral Kemeri vardı. Fransız Devrimi sırasında, figürlerin Fransız krallarının portreleri olduğunu sanan kızgın yağmacılar tarafından hepsinin başı koparıldı. Heykeller, 1845’te ünlü Fransız mimar Viollet-le-Duc tarafından yapılan yenileriyle değiştirildi.

Dış cephede, kiliseye üç ana giriş bulunur. Merkezî ve en geniş giriş kapısı, kıyamet günü gelecek olan İsa’ya adanmıştır. Solundaki kapı Meryem’in, sağındaki ise Meryem’in annesi Azize Anne’nin giriş kapısıdır.

Katedralin zengin bir geçmişi vardır. Burası, 1185’te Caesarealı (Kayseri) Heraklius’un Üçüncü Haçlı Seferi’ni ilan ettiği yerdi. 1431’de, VI. Henry’nin ve 1804’te de Napoleon Bonaparte’ın taç giyme törenine sahne oldu. Kilise, Fransız Devrimi sırasında ilk olarak “Akıl Tapınağı”, sonrasında da “Yüce Varlık Tapınağı” (Temple of the Supreme Being) adını aldı. 1970’te Charles de Gaulle’ün cenaze töreni için kullanıldı.

EK BİLGİLER:

1. Victor Hugo Notre Dame’ın Kamburu’nu (1831) yapının yıkılma tehlikesi altında olduğu sıralarda, Notre Dame’ın tarihine dair halkın bilincini ve hassasiyetini arttırmak için yazdı.

2. Fransız otoyollarında ölçülen tüm mesafeler için başlangıç noktası olarak işaretlenen sıfır kilometresi, katedralin önündeki meydanda konumlanmıştır.

Madde-22

Joseph Heller’ın Madde-22’si (Catch-22), İngilizce’ye günlük konuşma dilinde şimdi yaygın olan bir biçim verdiği gibi, en güzel savaş romanlarından ve kara komedilerinden birini de verdi. 1961’de ilk kez basıldığında bu sıra dışı eser türlü eleştirilerle karşılaştı. Bazıları onu çok parlak, bazıları ise şok edici ve saldırgan buldu. Her durumda Madde-22, absürdün ve gerçeküstücülüğün Amerikan edebiyatına tanıtıldığı, dönüm noktası haline gelen muhalif bir romandı.

Madde-22’nin başkahramanı, II. Dünya Savaşı sırasında küçük bir İtalyan adası olan Pianosa’ya giden bir ABD Hava Kuvvetleri bombacısıdır. Hava filosu, havacılara bazı belirli görevleri tamamladıktan sonra evlerine gidebilecekleri sözünü veren –ama görevlerin sayısının artmaya devam etmesiyle kimsenin oradan ayrılamamasına sebep olan– komik derecede beceriksiz generaller tarafından idare edilir. Savaşın bürokratik saçmalıkları, Hava Kuvvetleri’nin romana adını veren basit ama sinsi yönetmeliğinde cisimleşir. Yirmi ikinci maddede, bir askerin ancak delice davrandığı takdirde savaş görevinden muaf tutulabileceği, ama kişi bu muafiyet için talepte bulunursa, bu durumun, uçacak kadar aklı başında oluşunu açıkça göstereceği belirtilir.

Roman, uygunsuz durumların ve acayipliklerin unutulmaz karakterleri ile doldurulmuştur. Hava filosu kumandanı Binbaşı Binbaşı Binbaşı Binbaşı (ismi böyle konmuştu çünkü babası komik olabileceğini düşünmüştü), kariyerinin ilk gününden itibaren, bir bilgisayar arızası sayesinde binbaşılığa giden tüm yolları atlayarak terfi ettirilmiştir. İşi karıştıran memur Milo Minderbinder, acımasız bir karaborsacıdır ve kâr uğruna kendi hava filosunu bombalaması için Almanlar’la bir sözleşme imzalamak da dahil, her şeyi yapar. Ve doktor Doc Daneeka, hatalı bir evrakta “öldürüldükten” sonra, aslında halen yaşadığına – en kötüsü hayat sigortası poliçesinden dolayı aylık ödemelerine minnettar olan kendi eşi de dahil – başkalarını ikna edemez.

Madde-22’nin öykülemeciliği, zaman için herhangi bir uyarı yapmaksızın sözün gelişine göre birkaç ipucu vererek, savaşın kargaşasını taklit ederek ve okuyucuyu tamamen başıboş bir halde bırakarak bir ileri bir geri atlar. Bu arada, hava filosunun eğlence evi soytarılıkları romanı kahkahadan kırıp geçirecek derecede komik yapar, ta ki bir şeylerin kötüleşmeye başladığı ana kadar. Kara mizah ustası Heller, olay örgüsünün detaylarını, başlangıçta çok gülünç görünen şeylerin, tüm gerçek bilindiği zaman aslında öldürücü derecede ciddi olduğu açıklığa kavuşana dek aşamalı olarak ve düşünmeden yapılmış gibi gözler önüne serer.

Heller, Madde-22’nin aslında özellikle II. Dünya Savaşı ile ilgili olmadığını, genel olarak modern dünyadaki bürokrasi ve otoritenin saçmalığı hakkında olduğunu söylemiştir. Bu mesaj, 1960’ların anti-kurumsal, karşı-kültür hareketleri arasında romanı bir kült haline getirmiştir.

EK BİLGİLER:

1. Madde-22’ye, başlangıçta Madde-18 adı verilmişti, ama Leon Uris’in romanı Mila 18’in 1961’de ondan hemen önce çıkarılmasından sonra Heller, romanının ismini son dakikada değiştirmeye karar vermiştir.

2. Heller, II. Dünya Savaşı sırasında İtalya ve Kuzey Afrika’daki Amerikan seferlerinde bombalama göreviyle bir düzine uçuş gerçekleştirmiştir.

Nosisepsiyon: Acının Algılanması

Acının algılanması, yani nosisepsiyon, insanın hayatta kalmasında temel rol oynar.

Acı, dünyanın tehlikelerini öğrenmenin basit, etkili bir yoludur. Tepki vermemiz gerektiği zamanlarda bize bir sinyal yollar; örneğin, kaynar sudan kaçınmamız, kırık camlara basmamamız veya burkulan ayak bileğimizin acısını hafifletmemiz gerektiği zamanlarda.

Tüm gelişmiş türler, özellikle de bize en yakın olanlar, acıyı duyumsamalarını sağlayan sinir sistemlerine sahip gibi görünmektedir. İncinip incinmediklerini onlara soramayız ama kuşlarla memeliler insanlara benzerler ve bazı durumlarda kıvranır, inilder, acıyla uğuldarlar. Bizler gibi onların da zararlı uyarılar karşısında kan basıncı yükselir, gözbebekleri büyür, ter bezleri çalışır ve kalpleri daha hızlı atar.

Nosisepsiyon, karmaşık organizmalar için çok önemli bir hayatta kalma aracıdır. Nadir olarak görülen, acıya karşı duyarsızlık ve anhidroz (CIPA) hastalığıyla dünyaya gelen insanların çoğu 25 yaşından fazla yaşamaz. İlk doğduklarında normal görünen bu çocuklar, diş çıkarmalarıyla birlikte sorun yaşamaya başlar: Hiçbir şey hissetmeksizin parmaklarını ısırıp koparabilirler. Kemiklerini kırabilir, ellerini yakabilir veya dizlerini yaralayabilirler ama kan ya da çürük görene dek yaralandıklarını anlamazlar. Genelde birden çok yarada oluşan ağır enfeksiyonlardan dolayı ölürler.

Kulağa bir klişe gibi gelebilir ama acı gerçekten tümüyle kafamızın içindedir. Beynin farklı kısımları, bir ağ kurup birlikte çalışarak “acı matrisi” olarak adlandırılan şeyi oluşturur. Matrisin bazı bölgeleri acının şiddeti hakkında bilgi verirken, diğer bölgeleri acının yeri, süresi ve çeşidi (yanması, zonklaması veya keskinliği) hakkında bizi bilgilendirir. Acının duyumu, beynin “ön singulat korteks” denen bir bölümü sayesinde stres duygusunu tetikler. İlginç olan şey, bu bölümün fiziksel ve duygusal acıyı ayırt edemeyişidir. Ön singulat korteks, kırık bir kola da kırık bir kalbe de aynı şekilde yanıt verir.

EK BİLGİLER:

1. İnsanlarla empati kurmada iyi olan kimseler, daha aktif ön singulat kortekslere sahiptir. Onlar, diğer insanların acılarını hakikaten hissederler.

2. İnsan embriyoları, acı hissedebilmek için gereken sinir devrelerini yirmi dokuz haftada geliştirirler.

3. Anestezisiz sünnet edilen yeni doğanlar, dört ve sekiz aylıkken yapılan aşılarda acıya daha büyük tepki verirler.

4. Kimi uzuvları kesilmiş veya alınmış olan kişiler, sık sık hayali acılardan şikayet ederler. Artık yerinde olmayan uzuvlarına şiddetli ağrılar saplanmış gibi hissederler. Bu vakalar, acının kısmen beyinden geldiğine dair elde edilen ilk kanıtlardan bazılarıdır.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Kadınlar Eşit Olmak Adına Erkeklerin Aptallıklarını Taklit Ediyorlar

'' Feminist kadınların en büyük hatası,erkeklere eşit olmak adına erkeklerin yaptığı pek çok aptallığı taklit etmeleridir.Mesela araştırmalara göre,erkeklerde sigara kullanma oranı düşerken,kadınlarda hızla artıyor.Son dönemde bu tip kadınlar '' eşit olmak adına '' playboy erkekler gibi partnerini de aldatmaya başladı!

Kadınlar erkeklerin yaptığı her şeyi yaparak '' erkek gibi güçlü '' olacaklarını sanıyorlar.İlk önce pantolon giydiler.Sonra,işte çalışmaya başladılar.Şimdilerde,kadın davulcular,kamyon şoförleri,kadın boksörler ortaya çıkıyor!

İlginçtir,kadınlar bu tuhaf macera nedeniyle korunaklı evden çıkıp,sert hayat şartlarıyla boğuşmaya başlayınca,kadınlarda kalp krizi görülme oranı erkeklerle eşit hale geldi! '' 
Sayfa 215

Nasıl ama gerçekten güzel bir kitap bence her erkeğin okuması gereken bir kitap, kitabın bitişine doğru öğrendiklerim ve yaşadıklarım ile kıyasladığımda gerçekten güzel analizlerin olduğunu düşündüğüm bir kitap.Bana da yine bir erkek tarafından önerildi.Aslında neden önerildi diye sorguluyorum bu aralar.Öneren abim ise benim alışveriş yaptığım dükkanın sahibidir.Belki de bir gün buralara uğrar.Selamlar abi... :) 

5 Nisan 2016 Salı

İmparator Konstantin

Hıristiyanlık ilk zamanlarında küçük bir tarikat iken, devasa Roma İmparatorluğu genelinde acımasız zulümlere uğramıştır. İmparator Neron MS 64’te, İsa’nın Kudüs’te ölümünden sadece otuz yıl kadar sonra, Roma’daki Hıristiyanlara işkence edilmesini ilk kez resmen emretmiştir. Romalı tarihçi Tacitus, dengesiz zorba Neron’un emriyle bazı inananların köpeklere yem edilerek zalimce infaz edildiğini anlatmıştır. Tacitus, “Ölümleri bile eğlence konusu haline getirilmişti,” diye yazmıştır.

Romalı devlet adamları Hıristiyanlığı imparatorluğun güvenliği için bir tehdit olarak görmüşlerdir, çünkü Hıristiyanlar Romalılar tarafından çarmıha gerilen bir suçluya tapmış ve imparatorla pagan tanrıların tanrısallığını reddetmişlerdir. Hıristiyanlık dini yayıldıkça işkencelerin boyutu da iki yüzyıl boyunca ara ara artmıştır. Ancak Hıristiyanlık başlangıçta genel olarak fakir halkın inanışıyken, ortalama hayatlar süren Romalıları da zamanla kendisine çekmeye başlamıştır.

İmparator Konstantin (275-337), bir hayal görüp de Hıristiyanlığa geçtikten sonra, MS 313’te Milano Fermanı’nı çıkarmış ve Hıristiyanlığı imparatorluk genelinde yasallaştırmıştır. O zamandan itibaren Hıristiyanlık inancı yayılmıştır. Hatta fermandan birkaç nesil sonra Roma İmparatorluğu’nun resmi dini olarak paganizmin yerini almıştır. Dört yüz yıl içinde, birkaç hoşnutsuz Yahudi’nin benimsediği yasadışı bir inanç olmaktan çıkarak bir imparatorluk dinine dönüşmüştür. Roma İmparatorluğu MS V. yüzyılda yıkılmıştır ama Hıristiyanlık Avrupa’da yayılmaya devam ederek kıtaya birlik getiren bir inanç olmuştur.

Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi halen Vatikan Şehri’nde, bir zamanlar Hıristiyanların aslanlara yem edildiği amfitiyatronun kalıntılarından yalnızca birkaç sokak ötesinde bulunmaktadır.

EK BİLGİLER:

1. Konstantin’in Hıristiyan olması, kendi ailesinden birçok kimsenin de aralarında bulunduğu siyasi düşmanlarının çoğunu öldürmekten onu alıkoymamıştır. Konstantin otuz bir yıllık hükümdarlığı boyunca kaynını, ikinci eşini ve en büyük oğlunu öldürtmüştür.

2. Roma’dan çok sıkılan ve bu şehrin imparatorluğu için uygun bir başkent olmadığını düşünen Konstantin, Avrupa’nın Asya ile buluştuğu yerde, Hellespont’ta bir şehir kurmuştur. Şehir ilk başta Yeni Roma olarak adlandırılmış, ama sonraları imparatorun şerefine Konstantinopolis olarak anılır olmuştur. Şimdiyse modern Türkiye’nin en büyük şehri olan İstanbul olarak bilinmektedir.

3. İmparator Konstantin, Romalıların asırlarca hayranlıkla takip ettiği gladyatör dövüşlerini kaldırtmıştır. Yine de dövüşler yasadışı olarak bir süre daha devam etmiştir.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Karanlığın Yüreği

Joseph Conrad’ın 1899 tarihli kısa romanı Karanlığın Yüreği, pek çok yönden gerçek anlamda ilk 20. yüzyıl romanı olarak görülebilecek, zamanının çok ötesinde bir eserdir. 19. yüzyılın sonlarında yaygın olan gerçekçi yazım tarzına dayanmasına rağmen, modern çağa özgü birçok konuyu ele almaktadır. Avrupa emperyalizminin 1800’lerde Afrika ve Asya’daki yaygın sömürüsüne eleştirel gözle bakan ilk edebi çalışmalardan biri olarak da göze çarpar.

Karanlığın Yüreği, yaklaşık seksen sayfalık, kısa ama özlü bir çalışmadır. Belçika’ya ait, yalnızca “Şirket” denen sömürgeci bir işletmede çalışan Marlow isimli bir adam tarafından geriye dönük olarak anlatılır. Marlow, Kongo Nehri’ni geçip, Şirket’in çok uzaklarda kalan ve Kurtz adlı bir fildişi tüccarı tarafından işletilen iç şubesine gidecek buharlı gemiye kaptanlık etmek üzere Belçika Kongo’suna yollanır. Afrika’ya ulaşan Marlow, Şirket tesislerinin çürümüşlüğünü ve ırkçı Avrupalıların Afrikalı yerlileri küstahça sömürdüğünü görünce sarsılır.

Conrad’ın Kongo’su açık seçik bir dünya değildir ve bu dünyada neredeyse tüm karakterler uğursuz bir biçimde isimsiz kalır: Müdür, Muhasebeci ve diğerleri... Ayrıca Belçikalıların birbirinden kopuk yerleşim yerlerinin hemen ötesinde devasa ve aşılmaz orman görünür. Marlow, nehirde daha da uzak bölgelere doğru yol alırken, ruhsal bir yolculuk da yapar. İlerilere gittikçe medeniyetin tuzakları da azalır ve Marlow kendisini insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına yolculuk yapıyor gibi görmeye başlar. Bu esnada gizemli Kurtz hakkında daha fazla şey öğrenir ve Kurtz’un Afrikalı yerlileri medenileştirme niyetinde bir terslik olduğu belli olur. Afrika’nın karanlığına ve vahşiliğine olan düşkünlüğü, Kurtz’u ele geçirmiştir.

Karanlığın Yüreği, sıra dışı fakat olağanüstü film uyarlaması Kıyamet’ten (Apocalypse Now, 1979) dolayı bugün özellikle bilinmektedir. Film, romanı 1970’lerin Vietnamı’na taşır ve Kurtz rolünü, Kamboçya’nın ücra bir köşesinde aklını kaçıran Amerikalı bir albayı canlandıran Marlon Brando oynar. Senaryoda Conrad’ın hikâyesindeki birçok unsur korunurken; film, 1960’ların karşı kültürünün etkisini taşıyan sanrısal müzik ve görüntülerle güncelleştirilmiştir.

EK BİLGİLER:

1. Conrad’ın önemli eserlerinin tümü, kendisi Polonyalı bir aileden gelmesine karşın (gerçek adı Jozef Teodor Konrad Korzeniowski’dir) İngilizcedir. Lehçe ve Fransızcadan sonra İngilizce üçüncü diliydi.

2. Conrad’ın Karanlığın Yüreği ile insanın bilinçaltını keşfe çıkışı, yazarın çağdaşı olan Sigmund Freud’un ileri sürdüğü fikirlerden bazılarına ayna tutmaktadır. Bugün bile eleştirmenler, romanı sıklıkla Freudcu bir bakış açısıyla ele alır.

3. T. S. Eliot, kitaptaki en ünlü satırlardan birini “The Hollow Men” şiirinde (1925) epigraf olarak kullanmıştır: “Bay Kurtz... Öldü o”