31 Mayıs 2018 Perşembe

Homo Deus Kitabının İçeriğinden Photoshop ile Düzenlemelerim...


Homo Deus / Cehennemdeki Üniversiteliler


Harari’nin iki eserinden sonra Celal Şengör öğretmenimizin bir kitabını daha okumaya başlayacağım.Harari’nin Homo Deus isimli kitabının son kısmı yazdıklarından sonra gerçekten sorgulanması gereken konular açmıştır.Celal Şengör öğretmenimizin bundan önce Dahi Diktatör isimli kitabını okumuş Mustafa Kemal gibi bir dehaya olan bakışı ile ilgili bilgi edinmiştim.Şengör Öğretmenimizin dine yaklaşımı yüzünden toplumun bir kısmı tarafından yuhalanması onun evrensel düzeyde kabul görmüş bir akademisyen olduğu gerçeğini unutturmamalıdır...


25 Mayıs 2018 Cuma

Canan Dağdeviren




Canan Dağdeviren'in Birleşmiş Milletler Oturumunda Yaptığı Konuşma...

Canan Dağdeviren, Türk fizik mühendisi, Harvard Üniversitesi’nin Genç Akademi üyeliğine seçilen ilk Türk. İlk ve orta eğitimini Kocaeli'nde tamamladı. 2007’de Hacettepe Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünden mezun oldu.

**

Biography

Canan Dagdeviren joined the faculty in January 2017 to direct the new Conformable Decoders research group at the MIT Media Lab. The group creates mechanically adaptive electromechanical systems that can intimately integrate with the target object for sensing, actuation, and energy harvesting, among other applications. Dagdeviren believes that vital information from nature and the human body is ‘coded’ in various forms of physical patterns. Her research focuses on the creation of conformable decoders that can ‘decode’ these patterns into beneficial signals and/or energy.

Dagdeviren created a wide range of piezoelectric systems that can be twisted, folded, stretched/flexed, wrapped, and implanted onto curvilinear surfaces of human body, without damage or significant alteration in device performance. She received her PhD in materials science and engineering from the University of Illinois at Urbana-Champaign with a focus on exploring patterning techniques and creating piezoelectric biomedical systems. Her collective PhD research involved flexible mechanical energy harvesters, multi-functional cardiac vessel stents, wearable blood pressure sensors, and stretchable skin modulus sensing bio-patches. As a Junior Fellow of the Society of Fellows of Harvard University, she conducted her postdoctoral research at MIT David H. Koch Institute for Integrative Cancer Research to design and fabricate multi-functional, minimally invasive brain injectrodes that can simultaneously deliver drugs on demand and electrically modulate neural activity precisely and selectively for the treatment of neurological disorders such as Parkinson’s disease.

Dagdeviren’s work has been recognized by various prestigious media outlets, such as the Smithsonian, MIT Technology Review, Popular Mechanics, CBS News, LA Times, BBC News, New Scientist, Medical Daily, IEEE Spectrum, Physics World, Nature Materials, C&ENews, Forbes, and Qmed/Medical Product Manufacturing News. In 2015, Dagdeviren was named to the "Top 35 Innovators Under 35" (inventor category) by MIT Technology Review, and to the "Top 30 Under 30 in Science" by Forbes.

http://canandagdeviren.com/Biography.aspx

17 Mayıs 2018 Perşembe

Algoritma ve Doktorlar




Doktorlar bile algoritmaların açık hedefi hâline gelmiş durumda. Doktorların ilk görevleri doğru teşhis koymak ve ardından en uygun tedaviyi önermektir. Yüksek ateş ve ishal besin zehirlenmesinin işareti olabileceği gibi mide virüsü, kolera, dizanteri, sıtma, kanser ya da bilinmeyen yeni bir hastalığın habercisi de olabilir. Doktorumun doğru teşhis koyabilmek için birkaç soru sorabileceği ve üstünkörü bir genel muayeneden fazlasını sunamayacağı beş dakikası vardır çünkü sağlık sigortam ancak bu kadarına imkan sağlar. Daha sonra doktor benden aldığı azıcık bilgiyi kişisel hastalık geçmişim ve dünyadaki sayısız illetle karşılaştırın Ne var ki en titiz doktor bile geçmişteki tüm rahatsızlıklarımı ve kontrollerimi hatırlayamayacağı gibi her hastalık ve ilacı tanıyamaz, tıp dergilerinde yayımlanmış her akademik makaleyi okumaya vakit bulamaz. Yetmezmiş gibi doktorlar da zaman zaman yorgun, aç, hatta hasta olabilirler ve bu nedenle değerlendirme süreçleri etkilenebilir. Teşhislerinde sık sık yanılan, en uygun tedaviyi öneremeyen doktorların varlığına şaşmamak gerek.

Şimdi de 2011’de Jeopardy! [Riziko] adındaki televizyon yarışmasının tüm şampiyonlarını yenen IBM’in ünlü yapay zeka sistemi Watson’ı ele alalım. Watson bugünlerde hastalık teşhisleri gibi ciddi bir konuyla ilgileniyor. Watson gibi bir yapay zeka, doktorlar karşısında muazzam avantajlara sahiptir, öncelikle bir yapay zeka tıp tarihinde bilinen her türlü hastalığa dair bilgiyi veritabanında saklayabilir. Veritabanını her gün yeni araştırmaların sonuçlarının yanı sıra dünyadaki her hastane ve klinikte toplanan tıbbi istatistiklere göre güncelleyebilir.

İkinci olarak Watson benim tüm genom haritamı ve günbegün tıbbi bilgilerimi kaydedebileceği gibi ebeveynlerimin, kardeşlerimin, kuzenlerimin, komşularımın ve arkadaşlarımınkileri de yakından takip edebilir. Watson yakın zamanda tropik bir ülkeye mi gittim, tekrarlayan mide enfeksiyonları mı yaşıyorum, ailemde bağırsak kanseri geçmişi var mı ya da şehirdeki herkes o sabah ishal şikayetiyle mi geldi, anında bilebilir.




Görsel 43: 2011’de IBM’in Watson’ı insan rakiplerini Jeopardy! yarışmasında yenerken

Üçüncü olarak Watson asla yorulmadığı, acıkmadığı ya da hastalanmadığı gibi bana bolca zaman ayırabilir. Salonumdaki koltuğumda otururken yüzlerce soruya cevap vererek Watson’a nasıl hissettiğimi anlatabilirim. Bu durum hastalık hastası hipokondriyaklar dışında çoğu hasta için mükemmel bir gelişme sayılabilir. Bugün mezuniyetinizden yirmi yıl sonra hâlâ aile doktoru olabileceğiniz beklentisi içinde tıp fakültesine gidiyorsanız belki de tekrar düşünmeniz iyi olabilir; boynuzun kulağı geçeceği aşikar. Watson gibileri etrafta olduğu sürece, Sherlocklara ihtiyaç kalmayacak gibi duruyor.

Bu tehlike sadece pratisyen hekimlerin değil uzmanların da ensesinde artık, öyle ki kanser gibi görece spesifik bir konuda uzmanlaşan doktorları yerinden etmek belki de çok daha kolay olacak. Yakın zamanda yürütülmüş bir deneydeki bilgisayar algoritması, akciğer kanseri vakalarından yüzde 90’ını doğru teşhis ederken doktorların başarı oranı yüzde 50’lerde kaldı.8 Gelecek çoktan kapımıza dayanmış durumda. Akciğer tomografisi ve mamografi gibi teknolojiler standart algoritmalar tarafından kontrol edilerek doktorlara ikinci bir fikir sunuyor, zaman zaman doktorların kaçırdığı tümörleri yakalayabiliyor.

Watson ve benzerleri, bir sürü teknik aksaklık yüzünden henüz doktorları bir gecede işlerinden edemiyor Ancak zor olsa da bu teknik sorunlar elbet bir gün çözülecek. Bir doktoru eğitmek yıllar alan karmaşık ve pahalı bir süreçtir. On yıl eğitim ve asistanlığın ardından elinizde sadece tek bir doktor olur. İkinci bir doktor için aynı süreci baştan tekrarlamanız gerekir. Halbuki Watson’a ket vuran teknik aksaklıkları çözdüğünüzde, dünyanın her köşesinde yedi gün yirmi dört saat erişilebilir sayısız doktorunuz olabilir. Toplam maliyet yüzlerce milyar dolara çıkacak olsa da bu yatırım uzun vadede insan doktorları eğitmekten çok daha ucuza gelecektir.

Tabii tüm bunlar doktorların ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Yakın gelecekte insanlar, sıradan teşhisler koymaktan çok yaratıcılık gerektiren işleri ellerinde tutmaya devam edecekler. Tıpkı 21. yüzyıl ordularının elit özel harekat güçlerine devşirilmesi gibi gelecekteki sağlık hizmetleri de tıbbi özel harekat timlerine yer açmaya başlayabilir. Ancak orduların milyonlarca ere ihtiyaç duymaması gibi, gelecekteki sağlık servisleri de milyonlarca pratisyen hekime gerek duymayabilir. Eczacılar doktorlardan çok daha önce bu duruma düşecektir. 2011’de San Francisco’da açılan bir eczane tek bir robotla işliyor. Robot, eczaneye gelen müşterilerin tüm reçetelerine, bu reçetelerle alınan ilaçların ve şüphelenilen alerjilerin detaylı bir listesine saniyeler içinde ulaşıyor. Yeni reçetede yazılmış ilaçların birbiriyle tepkimeye girip yan etkiye yol açabilme ihtimalini hesaplıyor ya da alerjileri tetikteme durumunu kontrol ediyor ve müşteriye gerekli ilacı veriyor. Robot eczacı ilk yılında tek bir hata bile yapmadan iki milyondan fazla reçeteyi karşılayabildi; kanlı canlı bir eczacıysa kendisine gelen reçetelerin ortalama yüzde 1.7’sinde hata yapıyor. ABD’de bu sayı yılda her yıl 50 milyondan fazla hatalı reçeteye tekabül ediyor!

8 Mayıs 2018 Salı

Homo Deus / Humboldt


Bilimsel Devrim bambaşka bir bilgi formülü sundu: Bilgi = Ampirik Veriler x Matematik. Bir soruyu yanıtlamak için ampirik veriler toplamalı ve matematiksel araçları kullanarak bu verileri çözümlemeliydik. Mesela Dünya’nın gerçek şeklini belirlemek için Güneş’i, Ay’ı ve gezegenleri farklı konumlardan gözlemleyerek işe başlayabilirdik. Yeterli gözlem yaptıktan sonra trigonometriyi kullanarak sadece Dünya’nın şeklini belirlemekle kalmayıp tüm Güneş Sistemi’nin yapısını da ortaya çıkarabilirdik. Bu süreç bilginin peşindeki biliminsanlarının gözlemevlerinde, laboratuvarlarda ya da keşif gezilerinde daha çok ampirik veri toplayıp bu verileri daha doğru yorumlamak adına matematiksel araçlar geliştirme peşinde yıllarını harcaması anlamına gelir.

Bilginin bilimsel formülü astronomi, fizik, tıp ve daha birçok disiplinde beklenmedik atılımların yolunu açtı. Bu formülün tek bir dezavantajı vardı, değer ve anlamla ilgili sorulara bu yöntemle yanıt bulunamıyordu. Ortaçağdaki âlimler öldürmek ve çalmanın kesinlikle yanlış olduğunu belirleyebiliyor, insan hayatının tek amacının Tanrı’nın emirlerini yerine getirmek olduğunu söyleyebiliyorlardı çünkü kutsal metinler böyle buyuruyordu. Biliminsanlarıysa böyle ahlaki yargılarda bulunamazlar. Hiçbir veri ya da matematik formülü öldürmenin yanlış olduğunu kanıtlayamaz. Ne var ki insan toplumları da değer yargıları olmadan ayakta kalamazlar.

Bu sıkıntının üstesinden gelmenin bir yolu, eski ortaçağ formülleriyle yeni bilimsel yöntemleri bir arada kullanmaktı. Dünya’nın şeklini belirlemek, bir köprü kurmak ya da bir hastalığı tedavi etmek gibi teknik bir sıkıntıyla karşılaştığımızda ampirik veriler toplayıp matematiksel olarak çözümlüyor boşanma, kürtaj ya da eşcinsellik gibi konularda etik bir sıkıntıya düştüğümüzdeyse kutsal metinleri karıştırıyorduk. Bu çözüm Viktorya İngiltere’sinden 21. yüzyılda İran’a kadar pek çok modern toplum tarafından farklı kademelerde benimsendi.

Ancak hümanizm bambaşka bir seçenek sunuyordu. İnsanların kendilerine güveni arttıkça etik bilgiye ulaşmak için yeni bir formül doğdu: Bilgi = Deneyimler x Hassasiyetler. Artık herhangi etik bir soruya yanıt ararken içsel deneyimlerimize dönüyor ve bu deneyimleri son derece dikkatle incelerken hassasiyetlerimizi de gözetiyoruz. Yıllar boyunca çeşitli deneyimler biriktiriyor ve bu deneyimleri anlayıp yorumlamak için hassasiyetlerimizi keskinleştiriyoruz.

“Deneyimler” ampirik verilerden oluşmazlar. Bir deneyimin atomları, elektromanyetik dalgaları, proteinleri ya da sayıları yoktur. öznel bir olgu olan deneyim üç temel bileşenden oluşur: duyulan duygular ve düşünceler. Herhangi bir andaki deneyimim, duyumsadığım her şeyi (ısı, keyif, gerginlik, vb.), her duygumu (sevgi, korku, öfke, vb.) ve aklımdan geçen her düşünceyi kapsar.

Peki bu “hassasiyetler” nelerdir? Hassasiyet hem duyularıma, duygularıma ve düşüncelerime odaklanmak hem de bu duyu, duygu ve düşüncelerin beni etkilemesine izin vermektir. Bu her rüzgarın beni başka bir kıyıya sürükleyeceği anlamına gelmese de yeni deneyimlere açık olmak ve görüşlerimin, düşüncelerimin, hatta karakterimin bu deneyimler sonucunda değişebilmesine izin vermek demektir.

Deneyimler ve hassasiyetler hiç bitmeyen bir döngü içinde birbiriyle gelişir. Herhangi bir hassasiyetim yoksa hiçbir şeyi deneyimleyemem ya da çeşitli deneyimler edinmeden hassasiyet geliştiremem. Hassasiyet kitap okuyup bu konuda ders alarak geliştirilebilecek bir meziyet değildir. Sadece uygulamayla olgunlaşabilecek teknik bir beceridir.

Çay içmeyi ele alalım. Güne gazetemi okurken yanında bir bardak bol şekerli çayla başlarım. Aslında çay şekerin bahanesidir. Bir gün şekerle gazete arasında çayın tadını pek de almadığımı fark ederim. Koyduğum şekeri azaltıp gazeteyi bir kenara bırakıp gözlerimi kapar ve çaya odaklanırım. Kendine has kokusunu ve lezzetini duyumsarım. Kısa sürede kendimi siyah ve yeşil çay gibi farklı türleri denerken bulurum, enfes tatlarla hassas karışımları karşılaştırırım. Birkaç ay içinde süpermarketlerde satılanları bırakıp çayımı aktarlardan almaya başlar, Çin’in Siçuan eyaletindeki Ya’an dağlarının eteklerinde yetişen, panda dışkısıyla gübrelenmiş “panda dışkısı çayı”ndan ayrı bir keyif duymaya başlarım. İşte böylece çay hassasiyetimi bardak bardak damıtır ve bir çay eksperi hâline gelirim. Çay içme ritüellerimin ilk günlerinde bana Ming Hanedanlığından kalma porselen bir fincanda panda dışkısı çayı sunmuş olsaydınız, kıymetini bilemez, bu özel çaya karton bardaktaki poşet çaydan farklı davranamazdım. Hassasiyetiniz olmayan bir konuyu deneyimleyemezsiniz, tıpkı uzun bir deneyimleme sürecinden geçmeden hassasiyet geliştiremeyeceğiniz gibi.

Çay örneğindeki doğrular tüm estetik ve etik bilgi konusunda da geçerlidir. İçeriği önceden belirlenmiş hazır bir bilinçle doğmayız. Hayatın akışında insanları incitir ve inciniriz; biz şefkat gösterdikçe karşımızdakiler de bize aynı sevgiyi gösterir ve şefkat duyarlar. Eğer dikkatimizi verirsek ahlaki hassasiyetlerimiz gelişir ve bu deneyimler neyin iyi ve doğru olduğuna karar vermemizi sağlar aslında gerçekte kim olduğumuza dair gerekli etik bilgilerin kaynağı hâline gelir.

Hümanizm, yaşamı içimizdeki kademeli bir değişim süreci olarak değerlendirir. Deneyimler aracılığıyla cehaletten aydınlanmaya doğru ilerleriz. Hümanist bir yaşamın en önemli hedefi entelektüel, duygusal ve fiziksel deneyimlerle bilgimizi geliştirmektir. 19. yüzyılın başında modern eğitim sisteminin baş mimarlarından Wilhelm von Humbolt, varlığımızın amacını “olabildiğince çok deneyimin süzülerek bilgeliğe dönüşmesi,” olarak açıklar. Ayrıca, “Hayatın zirvesi her şeyin tadına bakmaktır,”4 der. Bu söz hümanizmin ana sloganı bile olabilir, değil mi?



5 Mayıs 2018 Cumartesi

O büyük deha Gazi Mustafa Kemal Paşa


O büyük deha Gazi Mustafa Kemal Paşa

Kurtuluş Savaşı'nın yapıldığı dönemde iç isyanların her türlü etnik köken üzerinden çıkartılması toplumumuzun aslında ne kadar saf halklardan oluşan bir toplum olduğunun göstergesidir.Diğer devletlerin bu saflığı rant kavgasına çevirmesi bugün hala mevcuttur.

Bireylerin etnik köken kimlikleri üzerinden yaptırdıkları milliyetçilik ile ulusal düzeyde yapılan milliyetçiliğe karşı karşıya getirmeye çalışmak elbette akademik çalışmalar ile başlayacaktır.

Devlet yakın zamanla bu etnik kimlik kalkışmasını akıllı bir tavır ve toleranslı bir davranış ile savuşturmuştur.Ancak burada yapılmak istenilen yine aynıdır aslında.Toplumumuzun oluşturan halkların birbirleri karşısında parti zihniyet ideoloji gibi kırılmaları yetmiyor gibi bir de etnik köken milliyetçiliği üzerinden vurmak.

Bunlar yetti mi peki ? Yetmedi, bunlardan daha sonra ulusal düzeyde olan Türk kimliğimizi bir etnik kimlik seviyesine indirme çalışmalarına akademik olarak girişerek bu çatı altında toplanmamız için ellerinden geleni yaptılar.

Aynı Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi bir dehanın çıkmasını beklememize gerek yoktur.O deha zaten size izleyeceğiniz bütün yolları göstermiştir.Bu yüzdendir ki Atatürk'ün ortaya koyduğu Atatürk milliyetçiliği bugün hala değerini korumaktadır diğer ilke ve inkilapları gibi.

Devletçilik ilkesini biraz sol ideolojiler.Milliyetçilik ilkesini ise biraz sağ ideolojiler bilgi kirliliğine tutsa da Atatürk her iki ideolojinin buluştuğu noktadadır.Aslında bu deha ideolojisi olmayan bir birey için dahi çekicidir.Çünkü bu kadar birbirinden kopuk ve bu kadar çok kırılma noktası mevcut olan halkları bir ulus haline getirmek ve ulus olarak kalmasını sağlayacak ilkeleri ortaya koymak kolay değildir.

Salih Yücel GÜR 

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Homo Deus Lorenzo Valla


Bilimin, dinlerin ortaya koyduğu etik yargıları çürütme ya da kanıtlarla destekleyebilme gibi bir yetkisi ya da yetisi yoktur. Ancak dinin olgusal önermeleri hakkında biliminsanlarının söyleyeceği çok şey vardır. “İnsan fetüsü ana rahmine düştüğünde sinir sistemi hemen oluşur mu? Acı hissedebilir mi?” gibi olgusal soruların karşısında biyologlar rahiplerden çok daha yetkindir.

Her şeyi daha da açıklığa kavuşturmak için, dini propagandalarda pek de duymayacağınız türden, zamanında akıl almaz sosyal ve siyasi sonuçlar doğurmuş tarihsel bir gerçeklikten bahsedelim. Ortaçağ Avrupa’sında papalar çok daha geniş sınırları olan bir siyasi otoritenin keyfini sürüyordu. Avrupa’da ne zaman siyasi bir anlaşmazlık çıksa meseleyi çözecek otoritenin kendileri olduğunu öne sürüyorlardı. İddia ettikleri otoriteyi kurmak için de Avrupalılara sürekli Konstantin’in Bağışı’nı hatırlatıyorlardı.

Hikayeye göre Roma İmparatoru Konstantin, 30 Mart 315’te Papa I. Silvester ve haleflerine Roma İmparatorluğu’nun batısının daimi kontrolünü veren resmi bir belge imzalamıştı. Bu kıymetli belgeyi arşivlerinde saklayan Papalar ne zaman hırslı prensler, kavgacı şehirler ya da isyankar köylülerle karşı karşıya kalsa bu güçlü propaganda aracını öne sürüyordu.

Ortaçağda Avrupa’daki insanların antik imparatorluk hükümlerine saygısı sonsuzdu, belge ne kadar eskiyse o kadar otoritesi olduğuna inanılırdı. Aynı zamanda onların nezdinde krallar ve imparatorlar Tanrı’nın temsilcileriydi. Konstantin, Roma İmparatorluğumu pagan diyarından Hıristiyan bir imparatorluğa çevirdiği için ayrıca el üstünde tutuluyordu. Herhengi bir kent meclisinin önüne, büyük Konstantin’in kendi eliyle imzaladığı bir hüküm konsa ortaçağ Avrupalıları kesinlikle antik belgelere sadık kalmayı tercih ederlerdi. Böylece Papa ne zaman siyasi bir muhalefetle karşılaşsa Konstantin’in Bağışı’nın belgelerini sallar ve itaat beklerdi. Bu yöntem her zaman işe yaramıyordu tabii ama Konstantin Bağışı, papalık propagandasının ve ortaçağ siyasi düzeninin köşetaşıydı.

Konstantin’in Bağışı’nı yakından incelediğimizde hikayenin yine üç temel bileşenden oluştuğunu görürüz:

Etik yargı

İnsanlar antik İmparatorluk hükümlerine  dönemin popüler  düşüncelerinden  daha çok değer  vermelidir.

Olgusal önerme

30 Mart 315’te 

İmparator Konstantin  Avrupa’nın hakimiyetini  papalara vermiştir.

Uyulacak Talimat

1315 yılında  Avrupalılar Papa’nın  emirlerine uymalıdır.

Antik imparatorluk hükümlerinin etik otoritesi gün gibi ortadaydı. 21. yüzyıldaki pek çok Avrupalının nezdinde, günümüz vatandaşlarının talepleri, çoktan öteki dünyaya göçmüş monarkların dayatmalarından önce gelir. Ancak hiçbir deney ya da denklem bu konuda bir karara varmaya yardımcı olamayacağına göre bilimin söyleyecek hiçbir sözü yoktur. Günümüzde bir biliminsanı zaman yolculuğuyla yedi yüzyıl öncesine gitse ortaçağ Avrupalılarına antik imparatorların hükümlerinin, güncel siyasi tartışmalarla hiçbir alakasının olmadığını kanıtlayamaz.

Konstantin’in Bağışı hikayesi de etik yargılara dayanmıyordu aslında. Bilimin doğrulamaya ya da çürütmeye yetkin olduğu kesin olgusal önermeler de barındırıyordu. Katolik bir rahip ve öncü bir dilbilimci olan Lorenzo Valla 1411’de Konstantin’in Bağışı’nın sahte olduğunu kanıtlayan bilimsel bir çalışma yayınladı. Lorenzo Valla, belgenin üslubu ve grameriyle beraber içerdiği bazı kelime ve terimleri inceledi. Belgenin 4. Yüzyıl Latincesinde kullanılmayan yabancı kelimeler içerdiğini ve muhtemelen Konstantin’in ölümünden yaklaşık dört yüzyıl sonra düzenlendiğini ortaya koydu. Üstelik belgedeki tarih, “30 Mart, Konstantin’in dördüncü, Gallicanus’un ilk kez konsül olduğu yıl,” olarak belirtilmişti. Roma İmparatorluğunda her yıl iki konsül seçilir ve görüldüğü üzere belgeler konsül yıllarına göre tarihlenirdi. 315 yılında Konstantin dördüncü defa konsül olmuştu olmasına ama ne talihsizliktir ki Gallicanus ilk kez 317’de konsül seçilmişti. Bu çok önemli belge sahiden Konstantin’in zamanında kaleme alınmış olsaydı asla böyle bir hata barındırmazdı. Thomas Jefferson’la arkadaşlarının Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine “34 Temmuz 1776” tarihini atması gibi bir şeydi bu.

Bugün tüm tarihçiler Konstantin’in Bağışı’nın 8. yüzyılda papalığa ait bir mahkeme tarafından sahtecilik yapılarak düzenlendiği konusunda hemfikirdir. Lorenzo Valla antik imparatorluk hükümlerinin etik otoritesini hiçbir zaman tartışmaya açmamış olsa da yapmış olduğu bilimsel analiz, Avrupalıların Papa’nın emirlerine uyması gerektiğini söyleyen talimatların temelini çürütmüştür.

1 Mayıs 2018 Salı

Afrika ve Luther


19. yüzyıldan kalma, Avrupa’da yapılmış bir Afrika haritası. Afrika’nın iç kesimleri hakkında pek de bilgi sahibi olmamaları, Avrupalıları kıtayı paylaşmaktan ve sınırlarını çizmekten alıkoymadı.

19. yüzyılın sonunda kimi Avrupalı güçler Afrika topraklarında hak iddia ettiler. İhtilafın tüm Avrupa’yı kasıp kavuracak topyekun bir savaşa dönüşmesinden korkan taraflar 1884’te Berlin’de bir araya geldiler ve Afrika’yı bir pasta misali böldüler. O dönemde Afrika’nın iç kesimleri Avrupalıların henüz keşfetmedikleri topraklardı. Afrika’nın kıyı şeridinin oldukça hassas haritalarına sahip olan İngiliz, Fransız ve Almanlar; Nijer, Kongo ve Zambezi nehirlerinin okyanusa döküldüğü yerleri çok iyi biliyordu. Ancak bu nehirlerin iç kesimlerde ne yöne ilerlediğine, kıyılarında hangi krallık ve kabilelerin yaşadığına, yerel din, tarih ve coğrafyaya dair pek bir fikirleri yoktu. Bu detaylar Avrupalı diplomatların umurunda da değildi. Yarı boş bir Afrika haritasını iyi cilalanmış bir Berlin masasına serip oraya buraya birkaç çizgi atarak kıtayı kendi aralarında bölüştüler.


Görsel 24: Papa, para için endüljanslan satarken (Bir Protestan risalesinden).

Luther’ın zamanında kilise inananlara son derece cazip anlaşmalar sunuyordu. Günah işlemişseniz ve öteki dünyada sonsuz bir ıstıraba hapsolmak istemiyorsanız elinizi korkak alıştırmadan bir endüljans[6] satın alabilirdiniz. 16. yüzyılın başında kilise, Avrupa’yı kasaba kasaba dolaşarak sabit fiyatlara endüljans satan profesyonel “seyyar kurtuluşçular” çalıştırmaya başlamıştı. Cennete giriş vizesi mi istiyorsunuz? On altın yeterli. Rahmetli büyükbaba Heinz’le büyükanne Gertrud’un da sizinle olmasını diler misiniz? Hiç sorun değil, otuz altına halledilebilir. Ünlü bir seyyar kurtuluşçu olan Dominikan rahibi Johannes Tetzel, efsaneye göre, altınlar sandığına düştüğü an ruhun araftan cennete uçtuğunu söylermiş.