31 Ekim 2015 Cumartesi

Osmanlı İhaneti Nasıl Gördü ?


Fotoğraf:El-Hüseyni, Boşnak Müslümanlarını Waffen SS ve diğer birliklere dağıtımda ve örgütlemede söz sahibi oldu ve Almanya'da eğitim alıp Filistin, Irak ve Transürdün'e gönderilen sabotaj timlerini kutsadı.

Hacı Emin El-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı başında Osmanlı subayı üniformasıyla Kudüs Müftüsü olarak anılan Muhammed Emin el Hüseyni (1895 -1974) Kahire’de El-Ezher üniversitesinde bir yıl kadar İslam Hukuku okumuş; 1913’te 18 yaşlarında Mekke’ye gidip hacı olmuş, İstanbul’da öğrenimini sürdürürken I. Dünya Savaşı patlak verince topçu subayı olarak İzmir’de görev yapmıştı. Kasım 1916’da, savaş sürerken “hastalık” bahanesiyle Osmanlı ordusundaki görevini bırakıp Kudüs’e yerleşen Hüseyni, birden bire “iyileşerek”, İngiliz uydusu Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı ilan ettiği Cihad’a katılarak İngiliz ordusuna hizmet etmeye başlamış, İngiliz işbirlikçisi Emir Faysal’ın ordusuna asker toplamış ve İngilizlerin safında Osmanlı’ya karşı savaşmıştı.1917’de Filistin’i ellerine geçirip orada bir Manda yönetimi kuran İngilizler, Hacı Emin El-Hüseyni’yi İngiliz işgal ordusunda görevlendirmişlerdi.


27 Ekim 2015 Salı

ittihat Terakki ve Kapitülasyonlar




















Mehmet Emin Elmacı İttihat-Terakki ve Kapitülasyonlar
Zeki ARIKAN

Özet

Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı yıllarında kendisi için zararlı olan kapitülasyonları kaldırmıştı. Mehmet Emin Elmacı’nın İttihat Terakki ve Kapitülasyonlar adlı kitabı, bu kaldırma kararının önünü ve arkasını arşiv belgelerine ve dönemin basınına dayanarak ortaya koymuştur. Kitap ayrıca Osmanlı’nın adli, mali, iktisadi ve kültürel kapitülasyonlardan kurtulma çabalarını da göstermesi açısından önemli bir dönemi aydınlatmaktadır.

İstanbul Darülfünunu üniversite hukuk mektebini bitirdikten sonra İsviçre’de yeniden hukuk öğrenimi gören Mahmut Esat (Bozkurt) doktora tez konusu olarak Osmanlı kapitülasyonlar rejimini (Du regime des capitulations Ottomanes, sonradan İstanbul’da basıldı.1926) seçmişti. Bu tez Fribourg Üniversitesi’nde savunuldu ve1918’de cum lauda (takdir) derecesiyle kabul edildi. Bu genç Türk öğrencisi niçin böyle bir konuyu tez olarak seçmişti? Çünkü olay günceldi ve hemen hemen bütün Avrupa devletlerini ilgilendiriyordu.

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı başladığı zaman kapitülasyonları tek yanlı olarak kaldırmış, bu da büyük bir tepkiye neden olmuştu. Zira ilgili devletlerin iddialarına göre kapitülasyonlar tek yanlı olarak kaldırılamazdı. Oysa Mahmut Esat, antlaşmaların herhangi bir tarafın zararına işlediği zaman tek yanlı olarak kaldırılabileceğini savunmuş ve kanıtlamıştı.

Ortaçağ hukukunun şahsiliğine ya da İslam’ın aman ilkesine dayanılarak verilmiş olan kapitülasyonların ortaya çıkışı tarihin derinliklerine gitmektedir. Bu bağlamda düzenlenen ahitnameler, Beylikler dönemine ve Osmanlı Devleti’nin başlangıcına kadar uzanmaktadır. İmparatorluk döneminde her yenilendiğinde karşı tarafı şaşırtacak kadar alabildiğine genişletilen bu ayrıcalıklar, zamanla “müktesep” hak haline gelmiş ve artık geri almak olanağı ortadan kalkmıştır. Prof. Feruz Ahmad’ın dikkatini çektiği gibi, İngiltere ile 1809 tarihinde imzalanan Kala-ı Sultaniye Antlaşması, kapitülasyonlar konusunda bir karşılıklılık ilkesi getirmişse de uygulamada bunun pek yararı olmamıştır.


Kapitülasyonların ağır baskısı her alanda kendini gösteriyor ve Osmanlı İmparatorluğu’nu bir “müstemleke” yapmak isteyen “düvel-i muazzama” hep bu Demokles’in kılıcını kullanıyorlardı. Tunaya hocanın bu konuda verdiği bir örnek ilginçtir. Şöyle ki; İzmir ve Selanik art bölgelerindeki yerli üzümcülüğü korumak için çıkarılan, padişah tarafından da imzalanarak yürürlüğe giren İspirtolar Kanunu bir süre sonra dış güçlerin baskısıyla ve Maliye Nazırı Cavit Bey’in girişimiyle yürürlükten kaldırılmıştı. Bu Osmanlı parlamentosunun yasa yapma gücünün de kapitülasyonlar duvarına çarpabileceğini gösteren somut bir örnektir.


Tamamen eşitsizlik temellerine dayanan ve ülkenin elini kolunu bağlayan, o zamanki deyimle “O cehennem zebanisi kapitülasyonlardan” kurtulmak, “istiklal-i tam” ın (deyim o zaman da kullanılmaktaydı.)vazgeçilmez öğesi sayılmıştır. II. Meşrutiyet”in daha ilk hükümetleri, kapitülasyonları kaldırarak düzenli bir ekonomi kurmak ve dışa bağımlılıktan kurtulmak istiyorlardı. Adliyeyi düzeltmek de bu planın parçasıydı. Böyle düşünenlerin başında Adliye Nazırı Manyasizade Refik geliyordu. Fakat ne yazık ki daha 1909 yılında öldü. Bu alanda bir takım girişimler oldu. Adliye Nezareti müşaviri Kont Ostrorog, Fransız hükümetiyle görüşerek ilgili devletlerin de katılımıyla bir konferans toplanmasını sağlamaya çalışıyordu. Fransız hükümeti buna sıcak bakmakla birlikte bu girişimin arkası gelmedi.(“Uhud-u Atika Meselesi” Tanin, 15 Mayıs 1328/1912, No.1344)



Savaş başladığı zaman hükümet bu fırsattan yararlanarak kapitülasyonları kaldırdı ve bunu yabancı devletlerin elçilere bildirdi. (26 Ağustos/8 Eylül 1914). Olay, ülkede tam bir bayram havası yarattı. Yapılan gösteriler ve şenlikler ancak II. Meşrutiyet’in ilk günleriyle karşılaştırılabilirdi. İşte bütün bu gelişmeler, Mehmet Emin Elmacı tarafından hazırlanan bu kitapta ayrıntılı olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir.Eser kapitülasyonların tarihsel bir çerçevesini çizdikten sonra altı bölüme ayrılmaktadır. Kapitülasyonları kaldırma girişimleri, bunların kaldırılması ve kamuoyu, kararın uygulanması, ilgili devletlerin bu kararı kabul etmeleri, mütareke ve kesin sonucun alındığı Lozan ile eser tamamlanmaktadır. Araştırıcı, bu konuda yapılan belli başlı araştırmaları gözden geçirmiş ve Osmanlı arşivinde bulunan ve şimdiye kadar el değmemiş dosyaları da taramıştır. Böylece Babıâli’nin kapitülasyonlarla ilgili tozlu dosyaları “keşf”edilmiş, açıklanmış ve yeni bir gözle okunmuştur.

Kapitülasyonların kaldırılması ve bunun ilgili devletlere bildirilmesi elbette yeterli değildi. Bürokratik yapının yenilenmesi, yabancı devletlerle ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi, gümrük tarifelerinin yükseltilmesi, ülkede yaşayan yabancıların cezai ayrıcalıklarına son verilmesi vb… bir dizi sorunun çözümünü de gündeme getirmişti. Bütün bunların uygulanmasında bürokrasinin epeyce bocaladığı görülmektedir. Nitekim hükümetin bu konuda memurları aydınlatmak için üst üste talimatlar çıkardığına tanık oluyoruz. Fakat yine de uygulamadaki aksaklıkların önüne geçilemiyordu. Hatta vilayetlerden Dâhiliye Nezareti’ne gelen ve sorunlar karşısında ne gibi işlemler yapılacağını öğrenmeye yönelik yazıların ardı arkası kesilmiyordu.

“Milli İktisat”, “Harb-i iktisadi” gibi kavramlar, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avrupalıların yaptıkları haksız işgallere karşı bir tepki olarak dilimize yerleşmişti. Kapitülasyonlar ulusal bir sanayinin kurulmasına engeldi. Yine bu günlerde kooperatifçiliğin, Muhittin (Birgen)’in imece şirketleri dediği kuruluşların, ülke ekonomisini düze çıkaracak örgütlenmeler olarak görülmesi ve bu doğrultuda başlayan çalışmalar dikkat çekiciydi. İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” politikasıyla da kooperatifler çelişmiyordu. Bir“milli burjuvazi” yaratmak düşüncesi, Kara Kemal’in ünlü şirketleri, Teşvik-i Sanayi Kanunu vb… bu alanda atılan fakat savaş ve mütareke koşulları nedeniyle sonuçlanamayan girişimler olarak kabul edilmektedir.

Öte yandan 1917’de Hukuk-u Aile Kararnamesi’nin düzenlenmesini de yine kapitülasyonların kaldırılması bağlamında ele almak gerekir. Bu kararname de II. Meşrutiyet’in ünlü düşünürü Ziya Gökalp’in damgasını taşımaktadır. Gerçi bu kararname çokeşliliği ortadan kaldırmıyor, ikinci bir evlilikte kadının onayının alınmasını öngörüyordu. Fakat kararnamenin bir başka amacı da şuydu. Dini cemaat liderlerinin yargı yetkisini kaldırmak ve böylece ülkede tek hukuku egemen kılmak…

Şeriye mahkemelerinin Şeyhülislamlığın elinden alınıp Adliye Nezareti’ne bağlanması çabaları da önemli bir denemeydi. Ziya Gökalp’in Bab-ı Meşihat’ı hedef alan ünlü şiirinin Türkiye’de yayınlanamadığını, ancak 1922 yılında Almanya’da basıldığını biliyoruz. Gökalp bu şiirinde değişmeyen kuralları eleştiriyor “iki ilim, iki hukuk, iki din olmaz” diyordu. İttihat Terakki’nin 1917 kongresinde laik düzene giden oldukça önemli kararlar alındı, fakat bunlar uygulanamadı. Mütarekede kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe konulduğu gibi kapsamı da genişletildi. Hukuk-u Aile Kararnamesi de yürürlükten kaldırıldı.

Kapitülasyonlar konusu Lozan’da yeniden karşımıza çıktı. İsmet Paşa, Seha L. Meray’ın yayınladığı Lozan Konferansı tutanaklarında yazdığı önsözde şöyle der; ”Konferansta kapitülasyonlar büyük dava olmuştur. Bunda bütün müttefikler ve Amerika karşımızda bulunmuşlardı. Biz de bu meseleyi hayati davalarımızdan biri sayıyorduk.”

Yalnız bu devletler mi? Hayır. Japonya’yı da karşımızda bulduk. Niçin? Bu sorunun açıklamasını Sayın Prof. Dr Selçuk Esenbel’e borçluyuz. Osmanlı İmparatorluğu ile Japonya arasında XIX. Yüzyıl sonlarında siyasal ve diplomatik ilişkiler başladığı zaman, Japonlar kendilerine de kapitülasyonların verilmesinde direndiler. Bu istekleri kabul edilmedi. Bu yüzden Lozan’da Japonya bu konuda karşı tarafın yanında yer almakla bir bakıma Türkiye’ye bir çeşit gözdağı vermiş oluyordu.

İsmet Paşa, Cumhuriyet’in 50.yıldönümünde Türk Tarih Kurumu’nda verdiği konferansta kapitülasyonların kaldırılmasını şöyle anlatır.

“Lozan Konferansı’nda arada (Şubat) kopma oldu, ayrılma oldu. Mesela, bahsettim; kapitülasyonların kalkmasını kabul etmiyorlar, Promajo isminde bir Fransız hukukçusu var, Hariciye Hukuk Müşaviri imiş. Çok anlatır bana. Kapitülasyonlar maddesini söyleriz. ‘yazın’der. Kapitülasyonlar maddesi, ‘kapitülasyonların ıslahı ve kaldırılması için zemine girmek üzere…’ İşte öyle olur böyle olur…’canım kaldırılma zeminine girmek falan yok! Kaldırılmıştır! Niye bunu demiyorsunuz?’

‘Canım, hukuk dili bu, olmaz ki böyle şey..Hukuk dili…

Hülasa, dokuz ay hukuk dilini öğrenemedim.. Tali Komisyon’da uzun boylu konuştuktan sonra olmadı. Sonra birgün kapitülasyonlar maddesini yazmak için Promajo bana geldi…
‘Nasıl istiyorsunuz ‘dedi.
‘Yarın’ dedim, ‘Kapitülasyonlar kaldırılmıştır, lağvedilmiştir. Daha bilmem ne falan... Bitti yoktur böyle bir mesele’ dedim.
‘Peki, böyle yazalım’ dedi.
‘Ne oldu, hukuk diline uydu mu?’ dedim.
‘Karar verdiler’ dedi. ‘Kapitülasyonları kaldırmaya karar verdiler ’
‘E.Demek şimdiye kadar karar vermemiştiniz?’
‘Vermemişlerdi…’
Hukuk dilidir diye ‘kıyamet’ kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bu tarzda kapitülasyonlardan çıktık.”

II. Meşrutiyet’in ve Cumhuriyet’in ilk kuşakları kapitülasyonlar belasından o kadar yılmışlardı ki, bu sözü duymak dahi istemiyorlardı. İşte Elmacı’nın kitabı bundan kurtulmak isteyen bir zihniyetin tarihini veriyor bize. Son yıllarda kamuoyunda hep aleyhimize olan uluslar arası hükümler birer kapitülasyon olarak algılandı, yorumlandı ve değerlendirildi. Elbette kapitülasyonların tarihi yinelenecek değildir.

Ancak ülke kaynaklarının hesapsız bir şekilde elden çıkarılması, en haklı olduğumuz davalarda haksız düşürülmemiz, yabancılara rastgele gayrimenkul satışlarının hızlanması vb. bütün bunların gelecek kuşakların başına ne gibi belalar getireceğini şimdiden tahmin etmek kolay değildir.

Umalım onlar, İttihatçı ve Cumhuriyetçi aydınlarının çabalarını yinelemek zorunda kalmazlar.

Zeki ARIKAN

MUHTEREM KUŞÇUBAŞI EŞREF BEY


  Araştırma:
Ahmet Özcan
Netpano.com

Yanılmıyorsam, Marcel Proust’un bir sözüydü: “İnsanları yaklaştıran şey fikirlerin ortak oluşu değil, anlayışların ortak oluşudur”, diyordu. “Anlayışlar”… kişilik ve ruh yapıları, hayat içindeki duruş, eşya ve olaylar karşısındaki tutum, hal ve ahval… Fikirlerden daha kavi, daha derin oldukları kesin. Ortak fikirlerle yoldaş, akraba anlayışlarla ise ‘dost’ olunuyor. 

Eşref bey, baş döndürücü yaşam öykün, aynı anlayıştan bir kuşağın acıları, yoklukları, kaybedişleri, savaşı ve ölümü çocukça bir oyuna dönüştüren keyifli bir macera filmi gibi. Keyifli mi dedim? Özür dilerim, bir an için bu ifade, sizin kuşağa, bütün Jöntürk-İttihatcı geleneğe her fırsatta küfreden, ‘hayalperest, maceracı, Osmanlıyı batıran, Almancı’ vb. diyerek sizin sayenizde oturdukları koltuklarında üfüren her ’fikir’den cahil ve nankör takımının ağzına yakışır. Bilirsin bizde atavizm güçlüdür.Atalarımızın bir kısmına tapar, kalanına da illaki küfrederiz. Çünkü tefessüh etmiş bir devlet ve toplum düzenine isyan eden tek ahlakımız sizdiniz Ama her ahlaksız gibi, çokları sizin ahlakınızdan hep rahatsız oldu. Varsın olsun, şairin dediği gibi, ’ne çıkar siz bizi anlamasanız da, sahi siz bizi anlamasanız ne çıkar?

Eşref bey, 

İtiraf etmeliyim, yaşam öykünüzden başım döndü: Abdulhamit’in Kuşçubaşı Çerkez Mustafa Nuri beyin oğlu olarak girdiğiniz Kuleli Askeri Lisesi’nde, idareye karşı eylem yapıp Edirne’ye sürgüne gönderilmekle başlıyor. Mekteb-i harbiye’yi bitirdikten sonra atandığınız Makedonya’da muhalif faaliyetlere karışınca babanız ve kardeşiniz Selim Sami ile birlikte Hicaz’a sürgün ediliyorsunuz. 1900 yılında Taif’teki hapishaneden kaçış, yakalanma ve üç-dört defa Cidde, Medine hapishanelerinden kaçma girişimi, sonra tekrar kaçış ve Abdülhamit’e karşı Hicaz’da bir çete kurup, ünü bölgeye yayılan eylemler. Medine tören meydanında üç tabur askeri teftiş eden padişahın yaverini kaçırma, padişahın Medine’ye gönderdiği hediyeleri gasp etme, Hindistan’a gidiş, Abdülhamit’in bıktığı için af çıkarması, tekrar dönüş, yine eylemler Bahreyn’e kaçış, tekrar Hindistan ve Türkistan’a gidiş. Afganistan ve İran seyahati. 

Babanızın şantaj olarak tutuklanması üzerine Hicaz’daki bir grup hükümet müfettişini kaçırma ve babanızın affı karşılığı serbest bırakma. Çeşitli kılıklarda Mısır’a, Kıbrıs’a ve Paris’e seyahat. İttihat-Terakki’ye katılıp Makedonya’ya gidiş. Orada aynı anlayıştan ‘dost’larla tanışma: Ohrili Eyüp Sabri, Enver bey, Süleyman Askeri, Resneli Niyazi, Sapancalı Hakkı, İskeçeli Teğmen Atıf…Divan-ı harp tarafından idama mahkumiyet, Karadağ’a kaçarken ağır işkencelerden geçme. 

Mahmut Şevket Paşa’nın girişimiyle salıverilme. Abdülhamit’in İzmir Tepeköy de uslu durmanız karşılığında verdiği çiftlikte zorunlu ikamet. İzmir’de İTC hücresi oluşturma, tütün tüccarı kılığında seyahat ederek bölgede örgütleme çalışması, Çakırcalı Efe ile işbirliği ve nihayet 1908 Meşrutiyetin ilanıyla yeni yönetim tarafından bölgenin güvenliğini temin etmekle görevlendirilme. Ayaklanmaları bastırırken sert davrandığınız gerekçesiyle tahkikat ve tekdir açılması üzerine istifa…1909’ da ayrılıkçı hareketler yoğunlaşınca İTC liderlerine destek ve 1911’ de İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali üzerine Enver Bey’in eski silah arkadaşlarını toplayarak direniş harekatı başlatma çağrısına uyarak gönüllüler grubuna katılış. 

Mısır üzerinden Trablus ve Bingazi’ye sızan 300-400 kişilik grupla birlikte bedevi birlikleri örgütleyip İtalyanlara karşı gerilla savaşı.1912 de Balkan Savaşı çıkınca Enver Bey’in talimatıyla Süleyman Askeri ile birlikte Trakya’da gerilla kuvveti oluşturma ve geçici hükümet kurma çalışması.1913 de Enver Bey’le birlikte Edirne’nin geri alınışı .1914 de Enver Bey tarafından Hindistan’da İngilizlere ve Orta Asya’da Ruslara karşı direniş propagandası başlatmak üzere Hindistan ve Türkistan’a gidiş. İstanbul’a dönünce yeni kurulan Teşkilat-ı Mahsusa Arabistan bölge sorumlusu olarak Hicaz’a gidiş. 1914-1916 arası Sina,Yemen ve Hicaz’da aşiretleri İngilizlere karşı örgütleme, gerilla savaşı ve cihat propangandası. 1917’de İngiliz yanlısı Emir Abdullah tarafından esir alınarak Malta’ya sürgün edilme. 

1920’de Malta’dan dönünce kendini ‘yüzellilikler’ listesinde bularak yaşanan kırgınlık. Fevzi Çakmak’ın kefaletiyle listeden çıkıp İzmir yöresindeki eski Teşkilat-ı Mahsusa üyelerini örgütleme. Milli mücadeleye silah, para ve adam toplama. Ali Fuat Cebesoy komutasında Geyve Cephesi’nde mücadele ve daha sonra Adapazarı yöresinde Kuvay-ı Milliye kumandanlığı. Cumhuriyetin başlarında Kıbrıs ve Girit’te ve daha sonra Abdülhamit’ten kalma İzmir’deki çiftlikte eş ve çocuklarla sakin yaşama geçiş. 1962’de 90 yaşında vefat.


1957 yılında sizinle Teşkilat-ı Mahsusa konusunda hazırladığı doktora tezi için görüşen CIA bağlantılı Dr. Philip H. Stoddard’a diyorsunuz ki; 
“Durmadan çalıştım… bu işe gönül vermiştim,mantık ne derse desin… hiçbir zaman filozof yahut siyasetçi olmadım ve bu işten iyi dostlar, yara izleri, kalça çıkığı, birkaç madalya ve memleket için çok iyi dövüştüğümü bilmenin verdiği tatmin dışında hiçbir şey elde etmedim.’ 
“Ben bir Osmanlıydım. Türkçe konuşan bir Osmanlı , Dağıstan hayali kuran bir Çerkes milliyetçisi veya bir Arap yahut Rum değildim.’ 
“İçimizden kimsenin kaybedecek bir şeyi yoktu. 

Davamız haklı olduğuna ve çalışmalarımızın mühim olduğuna inanmıştık. Sonunda kazanamayacak oluşumuzu gözardı etmeye meyyaldik. Hiç değilse harbin sonunda etrafımızdaki dünya çökmeden ufak tefek birkaç daha zafer kazanabilirdik.’

Eşref Bey, aslında sizin kuşağın hemen tümü için sıradan ve belki de zorunlu bir yaşam serüveni bu. Olağanüstü düzenlerin insanları olarak hem birer savaşçı hem de idealist militanlar olarak gelişen kişilik yapılarınız, tabii ki normal zamanların insanları için anlaşılmaz geliyor. 

Elbette, ülkemizin ve halklarımızın aynı felaket günlerini yaşamasını istemiyoruz. Ama bunun hala mümkün bir olasılık olduğunun da tabii ki farkındayız. Ben asıl olarak, sizin serüveniniz de bugün için anlamlı olan iki hususa dikkat çekmek istiyorum; 

İlk olarak, bizim kuşakların pek tanımadığı şu Teşkilat-ı Mahsusa meselesi. 

Sanırım 1913 sonları ya da 1914 başlarında Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya bağlı olarak yarı resmi yarı açık bir ‘Force Speciale’, Özel Örgüt olarak kuruluyor. Aslında kuruluyor demek pek doğru değil, zira 1911 yılında Trablusgarp’ın işgali üzerine Enver Paşa’nın toparladığı gönüllü direniş ekibinin ana çekirdeği 1.Dünya Savaşı’nın başlangıcında biraz daha derlenip toparlanıyor ve daha profesyonel bir şekle sokuluyor. Görevi gereği gizli olduğu için hakkında ayrıntılı bir bilgi edinemiyoruz, kaldı ki o dönemde mebus ve nazırlara dahi teşkilat hakkında, hatta varlığı hakkında dahi onlara güvenilmediği için bilgi verilmiyor. Bugünkü anlamda direniş, örgütleme, gerilla savaşı yürütme, propaganda, casusluk, istihbarat, sabotaj eylemleri, asayişi koruma gibi birbirinden çok farklı birçok işleve sahip. 

Yine Trablusgarp’tan Hicaz’a, Mısırdan Trakya’ya, İran, Hindistan, Afganistan, Türkistan, Kafkasya, Yemen, Irak, Suriye, Lübnan ve Anadolu’da faaliyet gösteren gerçekten özel, kendine mahsus bir örgüt. Üye sayısının 30 bin civarında olduğu tahmin ediliyor. Esas amacı, Osmanlının yıkılışını engellemek ve İngiltere ve Rusya’ya karşı tüm Doğu’da topyekun bir direniş örgütlemek. Panislamist karekteri baskın, hatta son reisi Hüsamettin Ertürk’ün ifadesiyle,’Bu teşkilatın gayesi bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle panislamizme vasıl olmaktır. Diğer taraftan Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan pantürkizmi hakikat sahasına sokmaktır. Enver Paşa’nın bir yanda İttihat Terakki programındaki Emiri Efendinin panislamizinden, diğer taraftan Ziya Gökalp’ın pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır. (H.Ertürk,iki devrin perde arkası) Teşkilat, padişah/Halife’nin ilan ettiği cihat propagandasını yaymak için tüm İslam dünyasına eğitmen, hoca ve militanlar göndermekle işe başlıyor. 

Çoğunluğu doktor, mühendis, gazeteci, siyasetci, subay ve din adamından oluşan hayli seçkin bir kadrosu var.Üyeleri arasında Osmanlı bakiyesi bütün ülkelerde sonradan başbakan, bakan ve benzeri üst düzey görevlere gelen çok sayıda isim var. Hatta Mısır, Irak, Libya, Sudan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afganistan gibi ülkelerin 1920’li yıllardaki yöneticilerinin önemli bir kısmı eski Teşkilatı Mahsusa üyesi. Cezayir de Muhammet Abdülkerim el Kattabi, Emir el Kadir Cezayir’in oğlu Emir Ali, Fas’ta Hoca Abbas, Tunus’ta Şerif Burgiba, Ali Başamba, Şeyh Salih el Tunusi, Şeyh Ahmet el Şerif el Sunusi, Mısırda Abdülaziz Çaviş, Ferit Bey, Dr.Fuat, Dr.Nasır, Dr.Tabit Mahcap , Hicaz’da İbn Reşit ve daha birçokları..Türkiye’de ise Milli Mücadeleyi başlatan hemen tüm önde gelen isimler Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu ya da elemanı. 

Kuzey Afrika ve Orta Doğu da Arap, Kürt ve Çerkez aşiretlerinin birçoğu teşkilat tarafından İngilizlere karşı direnişe angaje ediliyor. Cihat propagandasının yetersiz kaldığı durumlarda para veya aşiret reislerinin çocuklarını eğitim bahanesiyle İstanbul’a getirip rehin tutma gibi yöntemler kullanılıyor. Süveyş Kanalı’nı İngilizlerden geri almak için hazırlanan birlikler içinde bir Mevlevi tarikatı tugayı da bulunuyor. İngiliz ordusunda yer alan Hindistan’dan getirilmiş Müslüman askerler üzerinde Mevleviliğin etkisinden yararlanmak amaçlanıyor.Teşkilat, bir çok yerde İngiliz karşıtı nümayişler çıkartıyor, dergiler, gazeteler basıyor, Hindistan’da ayaklanma için silah ticareti organize ediyor. Üyeleri öğretmen çiftçi, tüccar, hoca, şeyh ve benzeri kılıklarda faaliyet gösteriyor. 

Bazı operasyonlar için namlı eşkıyalar ya da hapishanelerden mahkumlar kullanılıyor. Birçok cephede yardımcı kuvvet olarak orduya destek veriyor. Ancak asıl işlevi Osmanlı coğrafyasında ve diğer Türk-İslam bölgelerinde halkı emperyalist güçlere karşı ayaklandırmak için mümkün olan her yolu kullanmak. 

Teşkilat-ı Mahsusa, üzerine yüzlerce film, roman, öykü yazılacak denli zengin faaliyet tarihine rağmen, sonuç itibariyle Osmanlının genel yenilgisinin bir parçası olarak başarısız sayılıyor. Gerçekte ise, Eşref bey, sizin ifadenizle, “Hasta adam o kadar hastaydı ki, onun acılarına son vermek İngilizlerin dört senesini aldı. Bizim işimiz hastayı mümkün olduğu kadar uzun yaşatmaktı.” Yani yenilgiyi İngilizlere pahalı ödetmek! Sonuçta İngiliz arşivlerinde ki raporlardan da anlaşıldığı kadarıyla, İngiltere hiç beklemediği bir çok isyan ve kargaşalıkla uğraşmak, bir çok önemsiz gördüğü bölgeye fazladan kuvvet yığmak, daha fazla altın vermek gibi pahalı diyetler ödemiştir. Nitekim bir İngiliz gözlemcinin raporunda şöyle deniyor; “Bu direnişler öyle çok harcama yapmamıza neden olmuştur ki, bu harcamalar yüzünden yeni nesil ömür boyu kişi başına 2 pens daha fazla gelir vergisi ödemek zorundadır.” 

Öte yandan, İngilizler uzun süre sömürgelerindeki anti-İngiliz ajitatorlerin tek bir örgüte bağlı olduklarını fark edemiyorlar. Teşkilat, 1918’ de yenilgi kesinleşince görünüşte lağv ediliyor ve Enver Paşa örgütü Hüsamettin Ertürk’e emanet ederek, ismini Ulum-u alem İslam İhtilal Teşkilatı olarak değiştiriyor. Bu tarihten sonra bir yanda Enver Paşa’nın Orta Asya serüveninde Afganistan, Hindistan, İran ve Türkistan’da faaliyet yürüten kadrolar, öte yanda Anadolu’da son iç kaleyi korumak için Milli Mücadeleyi örgütleyen kadrolar var.Ve dışarıda kesin yenilgi, içeride kazanılan buruk zafer sonrası yeni bir sayfa, yeni bir dönem başlıyor. Teşkilat kadrolarının çoğu, M.Kemal’in yakın arkadaşları Ali Fuat Bey ve Ali Fethi Bey gibiler dahil, genel ittihatçı tasfiyesi ile 1926 yılına kadar parça parça, 1926 İzmir suikasti davası ile tamamen tasfiye ediliyorlar. Geri kalanlar ise, Eşref bey sizin gibi, ya sessiz ve suskun bir hayatı ya da Mehmet Akif gibi sürgünü tercih ederek tarihen ve siyaseten devre dışı kaldılar. 

Teşkilat-ı Mahsusa, Jön Türk geleneğinin son örgütlü halkası olarak, çöken bir imparatorluğun görkemine uygun bir son direnme silahı olarak esasında kendiliğinden örgütleniyor, savaşıyor ve sahneden çekiliyor. 

Eşref Bey, 

Halimize bak ki, Teşkilat-ı Mahsusa’yı, bir Amerikalıdan , P.Stoddard’dan öğrenir olduk. Bu örgütü gizli karanlık işlerle veya ulvi olmayan amaçlarla yürütülen bazı operasyonlarla bir tutanlar oldu. Şevket Süreyya gibi küçümseyenler yada genel Enver ve İttihatçı düşmanlığıyla görmezden gelenlerde var.. Öte yandan Teşkilat-ı Mahsusa, bugün için hiçbir kurumsal ve manevi mirasçısı olmayan, aksine ne için dövüşmüşse onun zıddına uğraşanların bazen kendilerini refere etmeye kalktıkları bir muamma durumunda. Sizin kuşakların hatıralarında satır aralarında geçen mütevazı değinmeler olmazsa, tam bir kayan yıldız gibi kaybolacaktınız.Yine de bu yürekli vatanseverlerin muazzam öyküsü karşısında saygıyla eğilecek kadar haberdar olma şansımız var. 

Bugün için anlamlı olan ikinci hususa gelince, Eşref Bey, bugün teşkilatı doğuran koşullar giderek yeniden ortaya çıkıyor.Topraklarımızda yine düşman çizmeleri, başımızda yine işbirlikçi hainler, aramızda yine mandacılar ve göklerimizde yine anlaşılmaz bir sessizlik var. Üstelik bu kez düşman geçmişten ders çıkartarak gelmeden önce bizim bütün potansiyel direnç noktalarımızı, anti-emperyalist solu, onurlu ve bağımsız İslamcılığı, samimi ve gerçek milliyetçiliği budadı. Bu iş için elinde yeteri kadar ‘güvenlik üreticisi’ ajan, millet düşmanı bürokrat ve dolarla euroyla beslenen aydın kılıklı soysuzlar var. 

Bir süre önce, sözde ekonomik kriz yaratıp bugünkü Irak işinde ayak sürümesinden ya da en azından görevi tam yerine getirememesinden çekindikleri çok parçalı berbat bir hükümeti yıkıp, bir savaş hükümeti seçimi yaptılar. Görünüşte birçok şey onların plan ve dizaynlarına göre tamamlandı. Sizin döneminize benzemek için geriye tek eksik bir şey kaldı; bu milleti, milletin canlı ve namuslu damarını örgütleyecek her inançtan, etnisiteden, mezhepten soylu vatanseverlerin İttihat Terakkisi, Teşkilat-ı Mahsusası, kuvvası, Müdafa-ı Hukuku, henüz yok. 

Bu arada sol ve tarikat kökenli iki provakatör grup peydahlayıp, ‘Biz’e ait ne kadar kutsal ve doğru varsa onlara tapulamak gibi yeni bir şeytanlık deniyorlar. Bu milletin diniyle sorunu olanların ağzından ulus, bağımsızlık, milli onur düşmüyor. Sahiden namuslu vatanseverler neredeyse bunlarla aynı çerçevede görünmemek için bu kavramları ağızlarına alma orucu tutar oldu. 

Eşref Bey, Osmanlı yıkıldı ve gitti biliyorduk. Bugün anlıyoruz ki, yıkım hala devam ediyor. İngilizler o zaman cihat fetvasına karşı sömürgelerindeki halklara ‘halifeyi esir almış bir avuç dinsiz İttihatçının zorba idaresinden sizi kurtarıp medeni milletler gibi yaşatacağız’ diye karşı propaganda yapıyorlardı. Şimdi biraz daha rafine bir dil kullanıyorlar; ‘Müslüman demokratik model diyorlar, muhafazakar demokrat, modern Müslümanlık, çağdaş değerlerle barışık İslam!’… 

‘Büyük adam’ olmak isteyen, büyük adamlarla oturup kalkmak isteyen, hayatları boyu gizlice öykündükleri oligarşiyi büyük adam zanneden narsistik şişinme içindeki ayak takımımız da bu yavelerden kendine ekmek çıkarmaya uğraşıyor. 

Oysa her akil kişi biliyor ki, tıpkı Şerif Hüseyin gibi, tıpkı Mısır’ın, Irak’ın, Suriye’nin işbirlikçileri gibi, tıpkı Damat Ferit gibi, bugünkü bütün Amerikancıların da savaş bitince dolacak bir kullanım süreleri var. 

Sevgili Kuşçubaşı, 

Teşkilatın ikinci adamı Süleyman Askeri’nin Irak’ta Şuaybe ormanı civarında yaşanan hazin yenilgiden sonra bunu kendine yediremeyip 31 yaşında intihar ettiğini biliyoruz. Fahrettin Paşa’nın çok az bir askerle Medine’yi ölümüne müdafaa edişini, Filistin cephesini, Yemeni, Sina’yı, Kutu’l Amere’yi.. 

Bize emanet olarak gördüğümüz her kutsalı, her karış toprağı kanımızın son damlasına kadar dövüşerek korumaya çalıştık. Bölge halklarını batılı mütecavizlere karşı kendi onurlarını, inançlarını korumaları için isyana çağırdık, cihada çağırdık… 

Sonuçta bölgede, senin ifadenle; “..Ahalinin çoğu hareketsiz kaldı. Ne bizden ne de İngilizlerden yana oldu. Hepsi hangi tarafın kazandığını görmek için bekliyordu. Maalesef biz İngilizlerden fazla kaybettik.. Eğer Araplar bizim için dövüşmeyecekse, İngilizlere pek hayırları dokunmamasını temin etmek Teşkilat-ı Mahsusa’nın vazifesiydi.” 
Yine Süveyş’e hareket sırasında Kürtlerden oluşan birliklerin komutanı Hilmi Musallimi şöyle diyor: 

“Doğu Anadolu’dan gelen Kürt müfrezeleri en azından Sina’da güvenilirliklerini gösterdiler. Ama Irak’tan gelen pek çok Kürt 1916 yılında firar edip İngilizlere katıldı ve daha sonra Hicaz’da Şerif Hüseyin için savaştı.” Biliyorsun İspanyol komutan Cortes, Meksika’yı yani İnka’ları 500 kişilik ordusuyla yenmişti. Çünkü İnka’larla sorunu olan diğer birçok kabile, Cortes’e destek vermişti. Dünya böyledir işte, yenilmeyeceksin, yenilebileceğini hiçbir zaman hissettirmeyeceksin. Aksi halde ne ortak tarih, ne kader duygusu, ne de din, ihaneti engellemeye yetmiyor. 

Tabii ki son tahlilde kendine, yani asıl gücüne ve inancına dayanarak kavgaya girmek gerekiyor. Max Weber,” politik bir krizde bir gram ideolojik inanmışlık, bir ton komiser gözetiminden daha değerlidir” diyor. 
Bunun ne kadar doğru olduğunu bütün bir çöküş sürecinde sizlerin yürüttüğü o inatçı ve inançlı mücadeleden biliyoruz. 

Yalnız, eklenmesi gereken bir nokta var; (gerçi o zamanlar birçoğumuz bunu biliyordunuz, ama yine de bir umut diyerek ses çıkarmadınız,) muhayyel bir İslam dünyası ve onu ayağa kaldıracağı varsayılan bir garip cihat fetvası… Doğrusunu istersen kendi doğallığı içinde bir Müslüman uygarlık düzeni olan Osmanlı’nın periferisine ve dışarısına dönük bir politikası olmadığı malum. Ama çöküş sürecinde Abdülhamit’le başlayan ve Almanların da desteğini alan o özel ‘Panislam’ politikasının hiçbir işe yaramadığı görüldü. Daha doğrusu, o güne kadar ‘halife’ gibi davranmayan Halife’nin bu sahte rolünün cahil Müslüman kalabalıklar için bile sahte olarak algılandığı ortaya çıktı. Demek ki ‘Panislamizm’ bir politik proje olarak ilk ve son deneyinde büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Aslına bakarsan 1920’lerden itibaren Pantürkizmin de aynı derecede boş bir hayal olduğu görüldü. 

Osmanlı, kendi doğal ve içkin Müslüman kimliğinden bir evrensellik üretebilseydi, özünde adalet, kardeşlik ve dayanışma olan bir politik proje geliştirerek süreci karşılasaydı, sonuç başka olur muydu, bilemiyorum. Ama en azından halifelik, cihat, İslam Birliği gibi söylem ve kavramlar yıpranmadan bir kenarda saklı durur, başka koşullar için ‘son tahlilde’ Doğu’nun haysiyet silahı olarak bilinçaltında tutulurdu. Şimdi Müslüman kimlik, sonu bırak daha ilk adımda parayla, altınla, güçle değiş-tokuş ediliyor. 

Bunda işte o dönemin derin hayal kırıklığının payı elbette var. Demek ki, kutsal haleleri Pratik/ politik malzeme yapmanın ya da pratik/politik krizlerde yürütülen siyasetleri kutsal kavram ve sembollerle süslemenin ne o kutsallara ne de siyasete bir katkısı olmuyor. Aksine her ikisini de yıpratarak zarar veriyor. 

Kuşçubaşı; 

‘Biz’, ‘biziz’ ve kendimiz olarak, içinde inançlarımız, değerlerimiz, tarihimiz, coğrafyamız olarak ‘düşünme’ ve buradan yeni bir evrensellik üretme, tüm insanlığa her dinden ve inançtan iyi ve doğru olan insanlığın vicdanına dönük sağlam, kalıcı yeni katkılar, değerler geliştirmenin yollarını aramalıyız. Devletimiz, gerçekten “Kerim Devlet”, milletimiz gerçekten soylu ve onurlu bir millet, ülkemiz gerçekten hakkın ve hukukun üstün olduğu bir uygarlık merkezi, insanımız gerçekten insan olmalı. Bizim, Osmanlılığımız ve Müslümanlığımız, işte bunun için her şeyimizdir., sigortamızdır, haysiyetimiz ve ütopyamızdır. 

İşte bu yüzden Panislamizmin yarattığı hayal kırıklığı bahanesiyle o günden beri Osmanlı kimliğimiz ve Müslümanlığımızla uğraşanlara ‘biz’ vatan haini, halk düşmanı ve batı ajanı muamelesi yaparız. 
İşte bu yüzden, haksız yere cana kıymak, haram lokma yemek, yetim malı yemek, komşusu açken tok yatmak, helal süt emmeden büyümek, ar damarı çatlamak, hayasızlık ve diğer şeytan işi pisliklere karşı hala ayakta duran yanımız varsa, bu görünmez sigortamız sayesindedir. 
İşte bu yüzden, ‘içimizdeki beyinsizler’ yüzünden bu sigortanın da atmasından korkuyoruz. 

Evet, korkuyoruz Kuşçubaşı, hem de emperyalizmden, onun silahından, kültüründen, ajanlarından, sabetaycılarından, masonlarından, medyasından, bürokrasisinden, sermayesinden, bankalarından, borsasından değil, onlarla nasıl olsa baş ederiz, ama ruhlarımızdaki komplekslerden, uşak yanımızdan, kör ihtiraslarımızdan, harama tevessül eden o alçak ve kalleş yüzümüzden korkuyoruz. 

Üşüyoruz, Kuşçubaşı; 

Zemheriden, ayazdan, borandan değil, bizi biz yapan o ateş-i suzan söndüğü için, o meftun ve rindane ruhumuzu yitirdiğimiz için, daussılamızı kaybettiğimiz için üşüyoruz. Bize yine o ateşten lazım, sizin ateşten. Şöyle ısınıp kendimize geleceğimiz, çay demleyip sigara tüttüreceğimiz, tüfek çatıp halay çekeceğimiz, şöyle soysuzlaşanlara, hainlere, hırsızlara, düşmana ‘nerede kalmıştık’ diye şerare yollayacağımız bir ateş… Sahi, nerelere sakladınız, Kuşçubaşı, o ateşi na’ptınız, onu arıyoruz, analarımızın ve çocuklarımızın yüzüne bakabilmek için, insanlığın gözünün içine bakabilmek için, sizin kabirlerinize bakabilmek için o ateşi arıyoruz. ‘Biz’i ‘siz’lerle aynı anlayıştan kılacak, akraba yapacak o menevişi arıyoruz.. Siz ki, Osmanlıydınız, müslümanlığınız da mertlik, sokaklarınızda adap, sofralarınızda helal rızık bulunurdu. Siz ki, haysiyeti ölüme katık yapar, edeb’i elinize, belinize, dilinize sarardınız. Siz ki, yoksulluğunuz mahzun, yenilginiz mağrur, kahramanlığınız mahcuptu. Siz, bütün hatalarınızla, eksikliklerinizle, yenilginizle bile adam gibi adamlardınız.

Sana, sizlere selam olsun,. Türkmen Ali’ye, Çerkez Reşit’e Arap Hilmiye, Arnavut Selime, Ohri’lı Eyüb’e, Trabzonlu Kemal’e, Giritli Mehmet’e, Kırımlı İbrahim’e çok selam… 

Hepinizin ellerinden, düşmana tetik çeken şehadet parmaklarınızdan teker teker öpüyorum. Sizi hiç unutmayacağımızı bilmenizi istiyorum. Sizleri unutturanlar için de sizden özür diliyorum. Allah’ın rahmeti üzerinizden eksik olmasın. 

Hoşçakalın. 

(*) Teşkilat-ı Mahsusa, Dr. Philip H.Stoddard, Arba yayınları, İst.,kasım 1993

ittihat ve Terakki’nin Gölgede Kalmış Simalarından Doktor ishak Sükûtî (1868-1902)

        


        Ahmet KANLIDERE
MÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

       İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucularından olup Jön Türklerin tanınmış fikir ve eylem adamı olan Doktor İshak Sükûtî’nin adı çok yerde geçmesine, birçok hatıratta ve belgede zikredilmesine rağmen, ayrıntılı bir biyografisi yoktur. Hakkında yazılanlar birkaç küçük ansiklopedi maddesinden, ölümünden hemen sonra kaleme alınan üç beş yazı ve hayatının belli dönemlerini ele alan birkaç makaleden ibarettir.Bununla beraber,Sükûti hakkında dağınık vaziyette birçok bilgiler bulunmaktadır. Sükûtî ve cemiyetteki arkadaşlarının yazdığı mektuplarda da önemli ayrıntılar bulunmaktadır.Ölümünden sonra kaleme alınan yazılar da önemli bilgiler içermektedir.Bunlar arasında Abdullah Cevdet, Yunus Nadi ve Rıza Nur tarafından yazılanlar önemlidir.Bunlardan başka, Hüseyinzade Ali, İbrahim Temo, Ethem Ruhi [Balkan] gibi yakın arkadaşlarının hatıralarında da bazı malumat bulunmaktadır. Bütün bu kaynaklardaki bilgileri tahlil ederek Sükûtî’nin derli toplu bir biyografisini oluşturmaya çalıştık.



1868’de Diyarbekir’de doğan Sükûtî, fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası Ahmed Sükûtî “ehl-i dil” bir kimseydi.İstanbul’a ne zaman ve nasıl geldiği bilinmemektedir. Kuleli Askerî Tıbbiye İdadisinde okudu. O zaman tıp okulları hürriyetçi fikirlerin en çok yayıldığı yerlerdi. Sükûti’nin de içinde bulunduğu bazı talebeler, bir taraftan tıp tahsili görürken diğer yandan gizlice ele geçirdikleri edebi ve siyasi kitapları okumakta, bunları birbiriyle paylaşmaktaydılar. Okulda kendisi gibi taşradan gelen İbrahim Temo ile can dostu oldu.Temo bir hatırasını anlatırken, ders sırasında gizlice okuduğu Namık Kemal’in Rüyası’nı fark eden Sükûtî’nin kendisinden bu eseri ödünç istediğini ve böylece aralarında samimi bir dostluk kurulduğunu söylemektedir. İshak Sükûtî ona Diyarbakırlı şair Hâmi-i Âmidî’nin ve diğer bazı Doğu Anadolulu ve Mezopotamyalı yazarların eserlerini vermekte, Temo ise ona Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Şefkatî gibi yazarların yanı sıra Rumeli yazarlarının, Bektaşi nefesleri ve Mevlevi ilahileri ile İran hürriyetçilerinin yayınladıkları gazetelerini sağlamaktaydı. Üç yıl boyunca gizli gizli yürüttükleri bu faaliyetler sonucunda okulda hürriyet yanlısı ve istibdat karşıtı fikirlerin yayılmasını sağladılar.Bu yüzden zaman zaman başlarının belaya girdiği, sorguya çekildikleri ve cezalar aldıkları anlaşılmaktadır.



Sükutî, Kuleli Askerî Tıbbiye İdadisinden mezun olduktan sonra, 1887’de Sarayburnu’ndaki Gülhane Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyesi’ne kaydoldu. Burada da hürriyet yanlısı arkadaşlarıyla birlikte edebiyat ve siyasetle ilgilendi. Mayıs 1889’da İbrahim Temo ile beraber, (sonradan İttihat ve Terakki adını alacak olan) gizli bir cemiyetin temellerini attılar. O zaman çok sofu olan Arapkirli Abdullah Cevdet ve Çerkez Mehmed Reşid’i de bu oluşuma kattılar.9 Örgütçülükte son derece yetenekli olan İshak Sükûtî ve İbrahim Temo ikilisi, okul dışında gizli toplantılar düzenleyerek tıbbiye, harbiye, mülkiye ve medrese talebelerinden birçok kişiyi cemiyete soktular. İstibdat yönetimini eleştiren, ıslahat ve hürriyet talep eden bildiriler basıp dağıttılar.



Tahminen 1893-1894 yılında Mamüratülaziz’de (Elazığ) Abdullah Cevdet ve Ağınlı Abdullah Efendi ile birlikte bir okul açtıkları ve burada yeni eğitim metotları denedikleri söyleniyorsa da,10 bu konuda kesin bir bilgi yoktur.



Sükûtî cemiyete birçok önemli ismin kazandırılmasını sağladı. 1894’te arkadaşı Hüseyinzade Ali’yi de cemiyete dahil etti. Onun katılmasıyla cemiyet mensupları Rus nihilistlerinin ihtilalci fikirleri ve metotlarıyla yakından tanıştılar. Ulemadan Ubeydullah Efendi’nin desteğini sağladı; onun da yönlendirmesiyle cemiyet, medrese talebeleri arasında da örgütlendi.11 Paris’ten getirttiği Le Temps dergisini tercüme ettirerek softalara yeni fikirler aşılamaya çalıştı. İsmail Kemal ve Mizancı Murad Bey’in de cemiyete kazanılmasını sağladı.12



Hürriyet aşkıyla yanan Sükûtî ve arkadaşları, diğer okulların talebelerine de ihtilal ruhunu aşıladılar; onların gayretleri sonunda, medrese talebelerinden, subaylardan ve halktan birçok kişi İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye oldular. Cemiyet büyüdükçe büyüdü. Hürriyetçi gençlerin istibdat rejimi aleyhinde yürüttüğü faaliyetler hükümeti endişeye sevk ettiğinden, İttihat ve Terakki’nin önde gelen üyelerinden bazıları tutuklandı. Bunlar arasında Sükûtî de vardı. 1896 yılı başlarında, tabip yüzbaşı olarak Haydarpaşa Tatbikat Hastanesi’nde görev yaparken askerlikten çıkarıldı;13 beş yıl kalebentlik cezasıyla Rodos’a sürgün edildi.



Sükûtî, Rodos’ta da boş durmadı. Buradaki mahalleleri dolaşarak fakirliğin ve hastalığın pençesine düşen kimseleri arayıp bularak onları tedavi etti, insaniyetçi yaklaşımı ve hakimane sözleriyle de onlara manevi destek verdi. Onun bu davranışları o vakit Rodos’da sürgün olan Çürüksulu Ahmed Bey ve diğer sürgünleri de etkiledi; onlar da halka karşı duyarlı davranmaya çalıştılar. Aynı zamanda cemiyetin yayınlarının Rodos’tan Batı Anadolu’da dağıtılmasını sağladı; gençlere hürriyetçi fikirler aşıladı. Onu bu sırada tanımış olan Yunus Nâdi, onun şecaat aşılayıcı karakterini büyük bir hayranlıkla anlatmaktadır. Onun Şahname’den beyitler okumasından çok etkilenmiş, onun sesinde istibdat yönetimine meydan okuyan bir şecaat ve metanet ruhunu hissetmiştir.



Sükûtî, Rodos’ta hapishane dışında bir evde iki arkadaşıyla oturuyor, diğer sürgün arkadaşlarıyla buluşup görüşebiliyordu. Fakat bu sırada Padişahın hafiyeliğini yapan bir memur da Rodos’a gelmiş, buradaki sürgünlerin faaliyetlerini ve hürriyetçi fikirleri taşıyan kimseleri takip etmeye başlamış, sürgünlerin rahatını bozmuştu. Bu durum iyice can sıkıcı bir dereceye geldiği için bundan kurtuluş yolu aramak bir zaruret hâlini almıştı. Sonuçta cemiyetin planladığı bir girişim sonunda Sükûtî ve arkadaşları kaçmayı başardılar.



Sükûtî, Rodos’tan kaçtıktan sonra geçici olarak Mısır’a gitti. 17 Bir müddet burada kaldıktan sonra Paris’e, oradan da Cenevre’ye geçti.18 Cemiyetin ilk kurucularından ve teşkilatlanmasındaki önemli şahsiyetlerinden biri olması ona Avrupa’daki Jön Türklerin gözünde büyük bir itibar sağladı. İttihat ve Terakki’nin Kasım 1896’da yapılan toplantısında Mizancı Murad başkanlığa, Çürüksulu Ahmed yardımcılığına seçilirken, Sükûtî, bu heyetin üç üyesinden biri oldu;19 örgütün malî işlerinin sorumluluğunu üstlendi.



Sükûtî’nin Abdülhamid rejimine yönelik mücadelesi sadece fikir alanında değildi. Onun şiddet içeren eylemleri de planladığı anlaşılmaktadır. Nisan 1897’de yazdığı bir mektubunda, Abdülhamid’in ortadan kaldırılması gereğinden bahsederken, suikast işinde görev alacak fedailerin bomba değil, tabanca kullanmasının daha uygun olacağını yazıyordu.



Sükûtî’nin 1897 ortalarında hastalandığı ve cemiyet işlerini aksattığı anlaşılmaktadır. Bu sırada Avrupa’daki Jön Türklerden Abdullah Cevdet, onun yokluğunda cemiyetin büyük yaralar aldığından bahsederek kendisini Cenevre’ye çağırıyordu. 1897’de Cenevre’ye döndüğünde buradaki Jön Türklerin faaliyetlerini organize etti. Hatta bütün Avrupa’da cemiyetin fiili lideri durumuna yükseldi.



Avrupa’daki Jön Türklerin en zayıf yönleri, memleket hasreti ve parasızlıktı. Bu durumu iyi bilen Sultan Abdülhamid’in Avrupa’daki görevli memurları, hükümet karşıtı faaliyetleri yumuşatmak için Jön Türk ileri gelenleriyle temas kurdular. Memlekete dönmek isteyenlerin affedileceğini, kendilerine memlekete dönüş için tahsisat verileceğini bildirdiler. Maddi zorluklar içinde yaşayan Jön Türklerden bir kısmı, fırsattan faydalanarak hükümetten para koparmak ve cemiyeti güçlendirmek düşüncesindeydiler. Yapılan pazarlıklar sonucunda bir uzlaşmaya varıldı. Anlaşma protokolünü cemiyet adına imzalayan üç kişiden biri Sükûtî idi.



Sükûtî, cemiyetin malî durumunu güçlendirmek ve Mısır kolunu yeniden örgütlemek üzere Ağustos 1897’de Kahire’ye gitti.23 Padişahın başhafiyesi olan Ahmed Celaleddin Paşa’yla pazarlığa girişti. Cemiyetin Mısır’daki faaliyetlerinin durdurulması, evraklarının ve eski gazete ve risalelerin paşaya teslim edilmesi karşılığında 1000 İngiliz lirası almayı kabul etti24 ve bununla cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarını karşıladı.



Cemiyetin böylece maddi bir güç elde etmesinden hemen sonra, Sükûtî’nin talimatıyla çoktandır yayınlanması düşünülen Osmanlı gazetesinin ilk sayısı 1 Aralık 1897’de Cenevre’de yayınlandı. Gazeteyi kuranlar arasında İshak Sükûtî’den başka Abdullah Cevdet ve Tunalı Hilmi de bulunuyordu. İshak Sükûtî, para yardımı ve isimsiz yazılarıyla gazeteyi destekledi.26 Jön Türk yayın organlarının en önemlilerinden olan bu gazetenin başarısı Osmanlı hükümetini endişeye sevk etti.



Sükûtî, Mart 1898’de cemiyetin Berlin şubesini oluşturmak için girişimde bulundu. Alman İmparatorluğu’nda öğrenim gören talebelerin kazanılmasına çalıştı. Buradaki Osmanlı büyükelçisi Tevfik Paşa, Alman yetkililerin bu ihtilalci faaliyetleri engellemesi için harekete geçti. Osmanlı sultanını tarafına çekme siyaseti güden kayser, Jön Türklerin faaliyetlerinin önlenmesi için tedbirler aldı.



Osmanlı gazetesinin ve cemiyetin faaliyetlerini sürdürebilmesi için paraya ihtiyaç vardı. 1898 yılı ortalarında padişahın temsilcileri Sükûtî ve diğer iki redaktörle müzakere yaparak, muhalefetlerini (Osmanlı gazetesinde kullandıkları sert dili) yumuşatmaları karşılığında onlara 12 lira (1500 frank) aylık bağladı. Sükûtî, bu paranın önemli bir kısmını hükümet aleyhindeki gazetenin yaşamasına sarf etti.



Sükûtî ve arkadaşlarının padişahın adamlarıyla müzakere edip uyuşmuş olması (Osmanlı hükûmetinden maaş alıp sefarette görev kabul etmeleri) cemiyetin Paris grubunun lideri Ahmed Rıza Bey ve ekibi tarafından eleştirildi. Bu durum cemiyetin yurt içi şubelerinde de hayal kırıklığına yol açtı.



1898 yılı sonunda Sükûtî, cemiyetin Paris şubesiyle bozulan ilişkileri onarmaya çalıştı ve bir dereceye kadar başarılı oldu. Osmanlı gazetesi muhalefetini yeniden sertleştirdi.28 Osmanlı hükümeti de karşı saldırıya geçti. Paris Sefiri Münir Paşa, Nisan 1899’da İsviçre makamlarıyla görüşerek onların bu ülkeden sınır dışı edilmeleri için uğraştı. Bu girişim sonunda Jön Türkler üzerindeki baskılar arttı. Osmanlı gazetesinin dağıtımı da güçleşti. Bu gazete Fransız postaları aracılığıyla Osmanlı ülkesine girmekteydi. Beyoğlu ve Galata Fransız postanelerine gelen gazete nüshaları geri gönderildi.29 Bu yılın ortalarında İstanbul’dan gelen baş hafiye Ahmed Celaleddin Paşa, birkaç girişimden sonra Sükûtî ile görüştü ve aralarında yeni bir uzlaşmaya varıldı; Cenevre’deki Jön Türk liderlerinin yazı yazmamaları karşılığında onlara belli bir maaş bağlanacaktı. Fakat paralar alındıktan sonra da yazıların devam etmesi üzerine maaşlar kesildi. Osmanlı hükümetinin girişimleri sonucunda İsviçre yönetimi Jön Türkleri yayınlarına dikkat etmeleri konusunda uyardı.



Eylül 1899’da hükûmetle varılan uzlaşma sonunda, yayın hayatından çekilmeleri karşılığında Jön Türk liderlerine Avrupa’da mesleklerine uygun memuriyetler verildi. Bu bağlamda İshak Sükûtî Roma Büyükelçiliği doktorluğunu kabul etti. Jön Türkler Trablusgarp’ta mahpus ve kalebent olan 78 siyasi mahkumun affedilmesini şart koşmuşlardı. Bu sayede aralarında Yusuf Akçura ve Ahmed Ferid (Tek) de bulunan muhalif aydınlar serbest bırakıldılar. Abdullah Cevdet’e göre, Sükûtî ve arkadaşlarının mücadele meydanından çekilir görünmeleri taktik bir hareketti.30 Osmanlı gazetesinin idaresini Avrupa’ya yeni firar eden Edhem Ruhi (Balkan)’ye devredilmiş olmakla beraber, Sükûtî gazeteden el çekmedi; devletten aldığı maaşın bir kısmıyla ve imzasız yazılarıyla gazeteyi desteklemeye devam etti.



Fakat gazetenin yayın hayatını sürdürebilmesi için maddi desteğe ihtiyaç vardı. Abdülhamid’in kayın biraderi Damad Mahmud Celaleddin Paşa’nın İstanbul’dan kaçarak Paris’e gelmesi bu konuda yeni umutlar doğurdu. Sükûtî, Paris’ten Cenevre’ye gelen Paşayı ziyaret etti ve Osmanlı gazetesinin imtiyaz hakkını ona devretti. Böylelikle gazeteye maddi açıdan önemli bir destek de sağlanmış oldu. Bununla beraber, aslında gazeteyi yaşatan İshak Sükûtî idi32 ve maaşının önemli bir kısmıyla bu gazeteyi desteklemeye devam etti.



Düzensiz ve inişli çıkışlı hayat tarzı Sükûtî’nin zaten zayıf olan bünyesini epeyce sarstı; o zamanların ünlü hastalığı olan vereme yakalandı. Tedavisi devam ederken bir taraftan da mücadelesini sürdürdü. Nisan 1901’de arkadaşı İbrahim Temo’ya yazdığı bir mektubunda hastalığının iyice ilerlediğini, kendisinin de doktorların da bu durumdan bıktığını ifade ediyordu. Aynı yıl Abdullah Cevdet ve İbrahim Temo ile Viyana’da bir araya gelerek Cemiyetin Balkanlar, Paris, Cenevre ve Kahire’deki şubelerinin nasıl birleştirilebileceğini görüştüler.



Bundan sonra Sükûtî hava değişimi için San Remo’ya gitti.Kendisini toparladıktan sonra Romanya’ya geçmeyi düşünüyordu. Cemiyetin önemli yazışmalarının bulunduğu evrakları Roma’da Derviş Himâ’ya emanet etmişti. Israrı üzerine bu evraklar kendisine gönderildi. Bunları Romanya’daki arkadaşı İbrahim Temo’ya gönderilmek üzere hazırladı. Fakat evrakları teslim aldıktan iki gün sonra, 9 Şubat 1902’de vefat etti. Sükûtî’nin evrakı San Remo’daki Osmanlı Konsolosu Resul Efendi’nin eline geçti. Konsolos, bunları doğrudan Sultan Abdülhamid’e iletti. Resul Efendi’nin Jön Türklere sempatisi olduğu öne sürülmüştür. Bir rivayete göre, Resul Efendi birçok Jön Türk’ün başını yakacak olan bazı evrak ve resimleri imha edip geri kalan önemsizlerini hükûmete göndermiştir.



Konsolos Resul Efendi, Sükûtî’nin üzerinde çıkan paradan 800 frank vererek San Remo’da mezar yeri satın aldı. Sükûtî’nin ölümünden 7 yıl sonra, 1909’da Sükûtî’nin hayranlarından34 Rıza Nur bizzat Avrupa’ya giderek onun kemiklerini İstanbul’a getirdi ve Divan Yolu’ndaki Sultan Mahmud türbesinin yanına gömülmesini sağladı.



Sükûtî’nin terekesinde 30 lira kıymetinde bir saat, altın kordon ve kalem, 3200 franklık Fransız banknotu, üç-dört Napolyon, Roma’da bir bankada bulunan 1000 frankın makbuzu, bir sandık kitap, elbiseler ve iki torba evrak çıkmıştır. Eşyalarından ve kitaplarından bazıları Roma’da kalmıştır. Kitapları arasında Farsça ve Türkçe çeşitli divanlar, şiir mecmuaları, tarihler, Makyavel ve bu türden kitaplar bulunmuştur. San Remo’da bulunan eşya ve kitaplar Roma sefaretine gönderilmiştir.



İttihat ve Terakki’nin Avrupa’daki faaliyetlerinde çok önemli bir rol oynayan, fakat müstakil eserleri olmayan Sükûtî’nin fikirlerini tespit etmek oldukça güçtür. Paris, Londra, Cenevre, Brüksel, Roma ve Kahire’deki Jön Türk gazetelerine yazılar yazdığı bilinmektedir. Cenevre’de Abdullah Cevdet’le beraber çıkardığı Osmanlı gazetesindeki yazılarında imza yoktur.



Osmanlı’daki yazıların birçoğu Arnavutluk ve Girit meseleleri hakkındadır. Kadın meselesi, Panslavizm ve Rusya konuları da işlenmiştir. Rusya ve Rusya Müslümanlarına ait yazılar da dikkati çekmektedir.38 Bu konudaki bir makalede, Rusya’nın Orta Asya’daki İslam ülkelerini eline geçirdiği günden beri hep İslamlığı yeryüzünden kaldırmak, Türklüğü mahvetmek siyasetini güttüğü ve bu maksatla Müslüman kavimlerin dinî törenlerini ve geleneklerinintahkir ettiği, vakıf gelirlerine el koyduğu, Müslüman halkı İslamlıktan Türklükten uzaklaştırmak, Moskofluğa, Ortodoksluğa yaklaştırmak için baskı yaptığı yazılmaktadır.O günlerde Fergana bölgesindeki Andican’daki ayaklanmadan kıyamdan söz edilerek Şeyh Muhammed Ali’nin (Dükçü İşan’ın) asılmasından duyulan üzüntü dile getirilmekte,39 isyancı liderlerin feci bir şekilde asılmalarından ve bu konuda alınan son haberler verilmektedir. 40 Bir başka yazıda, Rusya’nın Orta Asya’da uyguladığı ezici siyasetten bahsedildikten sonra, “Rusya Müslümanlarının hali bize istikbal için medar-ı intibah olmalı; onlar bugün kendilerini bu hâle dûçâr eyleyen kadim hanlarına ve o hanların istibdadına hâdim olan cedlerine lanetler yağdırıyorlar” denilmektedir.



Rusya Müslümanlarının tanınmış liderlerinden Gaspıralı İsmail Bey’in Osmanlı gazetesini çıkaranlarla temas halinde olduğu anlaşılmaktadır. Osmanlı sayfalarında Tercüman gazetesi övülmekte, gazetenin Rusya Müslümanları arasında eğitimi canlandırmak için senelerdir sebat ve sadakatle çalışıp durması takdir edilmektedir. Ayrıca, Osmanlı gazetesine Gaspıralı İsmail Bey tarafından gönderilen “Türkistan Uleması” adlı risaleden bahsedilmekte,Türkistan’da yetişen ulemanın hayat hikâyelerini içeren bu kitap okuyuculara tavsiye edilmektedir.Osmanlı’da Rusya Müslümanlarıyla ilgili başka haberlere de rastlanmaktadır.



Bazı araştırmalar Sükûtî’nin Avrupa’da yayınlanan Kürdistan gazetesine destek vermesinden yola çıkarak onu Kürt milliyetçiliğini desteklermiş gibi gösterse de,44 bu yorum doğru değildir. Sükûtî etnik ayrılıkçılığın karşısındadır ve bunu hüsran yaratacak bir nifak olarak niteler. Osmanlı’da Sükûtî’ye ait olduğu tespit edilen “Arnavutlar ve Kürtler” adlı makalesinde Sükûtî, Kürtler arasında Arnavutlar’da olduğu gibi istiklâl hevesi olmadığını,ama zamanla bunun da olacağını söylerken şu tehlikeye dikkat çeker. Kürdistan’da ortaya çıkacak ihtilal Rusya’nın Anadolu’ya serbestçe girmesine yol açacağını, Kürt uleması ve önde gelenlerinin bunu böyle bilmeleri konusunda uyarır ve şunları yazar: “İran hududunda bulunan Kürd aşiretlerinden birkaçı bir nevi imtiyaz talep etmek için ittihat ediyorlarmış. Bu meseleye hayret ettik... Bizim için çare-i necat, umum Osmanlılar ittihat ve ittifak eyleyerek idare-i zâlime-i hâzırayı el birliğiyle ıslah eyleyerek müreffehen yaşamaktır. Bu tarik ihtiyar edilmediği taktirde ferman-ı idamımızı kendi elimizle imza etmiş oluruz. Netice olarak diyoruz ki, ittihad bâis-i selametimiz, nifak ise hüsran ve nikbetimizdir.



Sükûtî, Kürdistan gazetesini çıkaran Bedirhan Paşazadelerden Abdurrahman Bey ile yakından tanışıp görüşüyordu. Abdurrahman Bey, Mısır’dan Cenevre’ye geldiğinde gazetesini onun matbaasında bastırdığı, ayrıca Sükûtî’den gazeteye yazı vermesini istediği bilinmektedir.47 Sükutî’nin buraya bazı yazılar da verdiği bilinmektedir. Fakat Sükûtî bu gazeteden bahsederken amacını (mesleğini) “Kürd kardeşlerimizi tahsil-i ulûma teşvik ve terğibdir” şeklinde açıklanmakta, bunu etnik ayrılıkçı bir yayın olarak görmemekteydi.



Bu noktada, bazı araştırmalarda görülen Sükûtî’nin Kürt kökenli olduğu iddiası da tartışmalıdır.1909’da “hürriyet kahramanı” Sükûtî’nin mezarını bulmak üzere San Remo’ya giden ve ona büyük bir hayranlık besleyen Dr. Rıza Nur onun etnik bakımdan Türk kökenli olduğunu söylemektedir.Sükûtî’den kalan mektuplarda ve diğer yazılarında hiçbir zaman Türklük dışında bir etnik kimliğe aidiyetinden bahsetmediği görülür.



Sükûtî, fikrinde sâbit ve mücadelesinde kararlı bir kişiliğe sahipti. Rıza Nur onu “zeki, feylesof meşrepli, hakîm ve müstakimbir zât” olarak tanımlanmaktadır.50 Büyük bir teşkilatçı ve eylem adamıydı. Doğu edebiyatına vâkıftı; dergi ve gazetelerde yazmasının yanında şairlik tarafı da vardı.51 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Cenevre kolunu büyük ölçüde çekip çeviren, o idi.Cemiyetin üyeleri arasındaki irtibatı sağlıyor, kasasını yönetiyordu. Bu yüzden cemiyet üyelerinin yazışma evrakı onda toplanmıştı.Cemiyetin kasadarlığını yapmış olması, onu sevmeyenler için saldırı malzemesi olmuş, cemiyetin parasını çalmakla suçlanmış, öldükten sonra on üç bin lirası çıktığı hakkındaki dedikodular yapılmıştır.



Türk Yazısı Alfabesi ve Dili / ilber ORTAYLI




21 Ekim 2015 Çarşamba

Kapatsam Gözlerimi


İki Ünlü Tasavvuf Bilgini

IX. Yüzyılda, iki ünlü tasavvuf bilgini, 
İbrahim Ethemle, Belhli Şakik, aralarında konuşuyorlar.

Türk bilgin Şakik, soruyor:

–Sizin yaşama ilkeniz nedir?..

İbrahim Ethem,

–Bulunca şükrederiz, bulmayınca sabrederiz, dediğinde;

Şakik,

–Onu bizim Horasan’ın köpekleri de yapar, diye karşılık verir.

–Bulmayınca şükretmeli, bulunca dağıtmalı.

***



20 Ekim 2015 Salı

Ben bir eski insanmıyım ?



İnsanlar neden onları önemsediğimizi yada sevdiğimizi illa ki yüzlerine karşı söylememizi isterler ki !

Gerçekten anlaşılabilmiş bir durum değildir herhalde.İlla ki yüzüne söylediğimiz zaman ne değişecek ki.Halbuki yaptığımız ya da karşı tarafı düşündüğümüze dair bir gösterge olması daha önemli değil midir ? 

Birini gerçekten düşündüğümüzde onun yararına olan bir şeyi yaptığımızda.Bunu anlamadan eleştirmesi hayatın en büyük cilvesi galiba.Hayat bu kadar karmaşık belki de.Ancak insanlar bu kadar karmaşık olmamalı.

Biraz da olsa sorgulamalılar.Acaba neden niçin diye sorgulamak bu kadar zor mu ?.Eski insanlar da hiç olmazsa biraz bu vardı galiba.Onlar öyle herşeyi illa yüz yüze söylemezlermiş özellikle herkesin içinde ayıp sayalarrmış.

Birde şimdikilerin haline bakın.Ne yaptıklarını bile bilmiyorlar.

Anlamıyorlar...

Başka satırların arasında sıkıştığımız bir günde buluşmak dileyiğle...

İnsanlara önemsendiklerini anlatmak için,önemsendiklerini söylememiz mi gerek illa ?

salih yücel gür

19 Ekim 2015 Pazartesi

Türklerin Tarihi Arka Kapak




'' Koca bir kavmin binlerce kilometreyi üç asır içinde geçtiğini düşünün...
Bu,dünyayı değiştirmezde ne yapar ? İşte Türkler dünyayı böyle değiştirdi.Bu sebeple, bizim hayali bir tarih ve kahramanlar üretmeye değil yalnızca doğruyu öğrenmeye ihtiyacımız var... ''

İlber ORTAYLI


'' Türkler olmadan bir dünya tarihi yazmak mümkün değildir. '' 




18 Ekim 2015 Pazar

Ahlâkı kim bozdu?...



Tarihçilere göre İstanbul, bir zamanlar ahlâkına gayet düşkün ve gayet namuslu bir şehirdir ama bu namusu ve zarafeti, Kahire'den gelen Mısır sosyetesi bozmuştur.

Tahtta, yine Abdülmecid vardır. Mısır valisi Abdullah Paşa'nın çevresindeki zenginler, İstanbul'a akın etmeye başlarlar. Çok paralar harcayıp konaklar, yalılar alır ve bunları Paris'ten getirttikleri eşya ile döşerler.

O zamana kadar kafes arkasında yaşayan İstanbul kadınları, Cevdet Paşa'nın deyimiyle, bu "Mısır döküntüleriyle aşık atmaya" başlar. Kavalalı hanedanından Zeynep Hanım'la israf yarışına çıkarlar. Mısırlılar artık her alanda taklid edilmekle, sefahat kapısı ardına kadar açılmaktadır, İstanbul sosyetesi boğazına kadar borca girer ve bu işten en çok, günümüz Tahtakale çevresinin ataları olan Galata bankerleri kârlı çıkar. Borçlular arasında ilk sırayı, saraylı hanımlar almaktadır.

Sultanlar, Tanzimat'ın da etkisiyle, hem Mısırlı, hem de Avrupalı prenseslerin hayat tarzlarına imrenerek sırtlarına o dönemde yeni moda olmuş feracelerini geçirir, gündüzleri kuyumcu dükkanlarını boşaltır, geceleri de sandallarla Boğaz'da "mehtap seyrine" çıkarlar.

Mehtap seyrinin pek bir zararı yoktur ama, kuyumculardan gelen faturalar arttıkça artar ve sarayı gırtlağına kadar borca sokar. Sadece Refia Sultan'ın borçlarının toplamı, 60 bin kese altındır.

Abdülmecid, önce kız kardeşlerine ve kızlarına nasihat etmeyi, savurganlıktan vazgeçmelerini söylemeyi dener ama sultanlardan hiçbirine sözünü geçiremez.

Sultanları yola getirmenin yolunun, kocaları olan "damat paşaları" yola getirmekten geçtiğini düşünür. 1858 Temmuz'unun bir günü hışımla Babıali'ye gelir, bütün damatları karşısına dizer:

"...Hareketleriniz artık namusuma dokunur oldu..." diye söze başlar... "Karılarınıza sahip olun, yoksa alimallah hepinizi dövdürürüm... Sultanlar gece mehtapta gezerlermiş... Benim, gece mehtapta gezer kızım yoktur... Hepsini reddedeceğim... Karılar, akıllarını başlarına toplasınlar..." der, Refia Sultan'ın kocası Mehmet Ali Paşa'ya döner, "Hain herif!..." diye haykırır... "Avrupa'da düello diye bir adet varmış... Gel, seninle karşılıklı geçip tabanca atalım...".

Murat Bardakçı'nın kitabından.