16 Ekim 2019 Çarşamba

21.yy için 21 Ders / Harari

'' Ne yazık ki içinde bulunduğumuz siyasal ortamda liberalizm ve demokrasiye dair her tür eleştirel düşünce insanlığın geleceğini dürüstçe tartışmak yerine, tek derdi liberal demokrasinin itibarını sarsmak olan otokratlarla farklı dar görüşlü akımlar tarafından gasp edilip kullanılabiliyor.Bu tarz yaklaşımlar liberal demokrasinin sorunlarını masaya yatırmaktan hoşnutken kendilerine yöneltilen eleştirilereyse neredeyse hiç tahammülleri yok. '' 

'' Artık bu vaat gerçekleşmeyebilir gibi görünüyor. Küreselleşme kesinlikle geniş bir insan kesiminin işine yaradı ama hem toplumlar arasında hem de bir toplumun kendi içinde eşitsizlik artışının emareleri görülüyor. Küreselleşmenin meyveleri giderek belli grupların tekeline girerken milyarlarca insan geride bırakılıyor. Şimdiden en zengin yüzde ı'lik grup dünya servetinin yarısını elinde tutuyor. Daha da tedirgin edici olanı, en zengin yüz kişinin servetinin en yoksul dört milyar insanın toplam servetinden çok olması. '' 

'' Şahsi hayatlarımızın böyle küresel bir boyut taşıması dini ve siyasi önyargılarımızın,ırk ve toplumsal cinsiyet ayrıcalıklarımızın, kurumsal zulümlere farkında olmaksızın yardım ve yataklık edişimizin su yüzüne çıkarılmasının her zamankinden daha önemli olduğu anlamına geliyor. Peki bu gerçekçi bir girişim mi? Ufkumu aşan, bütünüyle insan kontrolünün dışında dönen ve tüm tanrılarla ideolojilere gölge düşüren bir dünyada sağlam bir etik zemin bulmam mümkün mü? '' 

'' Ne yazık ki bu durum geleneksel dinleri çarenin değil, insanlığın dertlerinin bir parçası kılıyor. Dinler hala milli kimlikleri temellendirecek ve hatta III. Dünya Savaşı'na sebep verebilecek ölçüde siyasi güç sahibi. Ama küresel sorunları alevlendirmek değil de söndürmek sözkonusu olduğunda sundukları pek bir şey yok gibi görünüyor. Çoğu geleneksel din evrensel değerleri benimseyip kozmik ölçekte geçerlilik iddiasında bulunsa da günümüzde çoğunlukla çağdaş milliyetçiliğin yardakçısı rolünde kullanılıyorlar; bu Kuzey Kore' de de, Rusya, İran ya da İsrail' de de böyle. Bu yüzden milli farkları aşmayı ve nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi tehditlere küresel çözümler getirmeyi daha da zorlaştırıyorlar. ''

'' O zaman, aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık bir durumda sıkışıp kalmış bulunuyoruz. İnsanlık tek bir medeniyet artık ve nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama gibi sorunlar sadece küresel düzeyde çözülebilir. Öte yandan milliyetçilik ve din, medeniyetimizi farklı ve birbirine düşman kamplara bölmeyi sürdürüyor. Küresel sorunlarla yerel kimliklerin bu şekilde çarpışması şu günlerde dünyanın en büyük çokkültürlü deneyinin, Avrupa Birliği'nin yakasına yapışan krizde kendini gösteriyor. Evrensel liberal değerlere erişme umudu üzerine inşa edilen Avrupa Birliği, entegrasyon ve göç meselelerinin beraberinde getirdiği zorluklar yüzünden dağılmanın eşiğinde ayakta durmaya çalışıyor. ''

Bu kısımdaki alıntım biraz uzun ancak gerçekten çok önemli bir kısım olarak görüyorum bu aşağıdaki paylaştığım kısmı 

'' Geleneksel ırkçılık sırtını biyoloji kuramlarına dayamıştı. 189o'larda ya da 193o'larda Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD gibi ülkelerde yaşayanlar kalıtsal bir biyolojik unsurun Afrikalı ve Çinli insanları yapı itibarıyla Avrupalılardan daha az zeki, daha az girişken ve daha az ahlaklı yaptığına inanıyorlardı.Sorun kanlarındaydı. Bu tarz görüşler hem siyasi arenada saygı görüyor hem de bilimsel altyapıyla destekleniyordu. Oysa günümüzde pek çok insan ırkçı beyanlarda bulunsa da bu görüşler hiçbir bilimsel altyapıya sahip değil ve öyle bir siyasi saygı da görmüyor; tabii kültürel terimlerle başka bir şekilde ifade edilmedilerse. Siyahlar genlerinin niteliği düşük olduğu için suç işlemeye eğilimlidir deme modası geçti; artık işlevsiz altkültürlerden geldikleri için suç işlemeye meyilliler demek moda.

Örneğin ABD' de kimi parti ve liderler ayrımcı politikaları açıkça destekleyip sık sık Afrika ve Latin kökenli Amerikalılar ve Müslümanlar hakkında atıp tutuyorlar ama DNA'larında bir sorun var demiyorlar. Sıkıntının kaynağı olarak kültürleri gösteriyorlar. Dolayısıyla Başkan Trump Haiti, El Salvador ve kimi Afrika ülkelerine "bok çukuru" yakıştırması yaparken, belli ki bu yerlerin kültürleriyle ilgili görüşünü beyan ediyor, genetik yapılarına dair bir şey söylemiyordu. 2 Trump başka bir seferinde ABD'ye göç eden Meksikalılar hakkında şu şekilde konuşmuştu: "Meksika bize insan gönderdiğinde en iyileri göndermiyor. Bir sürü sorunu olan insanlar gönderiyor ve bu sorunlar buraya taşınıyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcü bunlar. Sanıyorum bir kısmı da iyi insandır." Bu çok yakışıksız bir iddia ama biyolojik açıdan değil sosyolojik açıdan yakışıksız. Trump Meksikalı kanı iyilikten nasibini almamıştır demiyor; iyi Meksikalılar Rio Grande'nin güneyinde kalıyor diyor sadece.3

Tartışmanın odağında yine de insan bedeni; Latin Amerikalı bedeni, Afrikalı bedeni, Çinli bedeni var. Ten rengi pek bir mühim. Derinizde fazlaca melanin pigmentiyle New York sokaklarında dolanıyorsanız, nereye gidiyor olursanız olun, polis size şüpheyle yaklaşır. Ama hem Başkan Trump hem de Başkan Obama gibiler ten renginin önemini kültürel ve tarihsel bağlamda ifade eder. Polisin ten renginize şüpheyle yaklaşmasının altında yatan gerekçe biyolojik değil tarihseldir. Tahminen Obama ve benzerleri, polisin ön yargısının kölelik gibi olumsuz tarihsel hatalardan kaynaklandığını açıklayacaktır. Trump ve benzerleriyse siyahların suç işlemesini, beyaz liberaller ve siyah toplulukların yaptığı tarihsel hataların olumsuz mirası olarak görecektir. Her iki koşulda da Delhi'den gelmiş Amerikan tarihinden bihaber bir turist bile olsanız bu tarihin yol açtığı sonuçların vebalini çekmek zorunda kalırsınız.

Biyolojiden kültüre geçiş, anlamsız bir teknik dil değişikliği değil. Uygulamaya etki eden kimi iyi kimi kötü sonuçlar doğuran kapsamlı bir geçiş. Öncelikle, kültür biyolojiden daha kolay şekillendirilebilir. Bu bir yandan günümüzde kültürcülük yapanların geleneksel ırkçılardan daha hoşgörülü olabileceği anlamına geliyor; "ötekiler" kültürümüzü benimserse onları kendimizle bir tutarız diye düşünebilirler. Öte yandan, bunun sonucunda "ötekiler" asi mile olmaya çok daha fazla zorlanabilir ve başarı gösteremezlerse çok daha sert eleştirilere maruz kalabilirler.

Koyu tenli bir insanı ten rengini açmıyor diye suçlayamazsınız ama insanlar Afrikalıları ya da Müslümanları Batı kültürünün norm ve değerlerini benimsemiyorlar diye suçlayabilirler ve suçluyorlar da. Böyle suçlamaların ille de geçerli bir sebebi olması gerekir anlamına gelmez bu. Çoğu durumda hakim kültürü benimsemek için pek fazla sebep yoktur ve çoğu başka durumda da gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir hedeftir bu. Yoksulluğun kol gezdiği varoşlardan gelen Afrika kökenli Amerikalılar, hegemonyacı Amerikan kültürüne uyum sağlayabilmek için ne kadar gayret etseler de öncelikle kurumsal ayrımcılığa maruz kalabilir, sonra da yeterince çaba sarfetmemekle suçlanarak çektikleri sıkıntının tek suçlusu kendileriymiş konumuna düşürülebilirler. '' 

Gölgeyi tanımak kısmı


Laikliği Stalinci dogmacılıkla ya da Batı emperyalizminin ve denetimsiz sanayileşmenin meyveleriyle karıştırmamak gerek. Ama bunların hiçbir sorumluğu yoktur da denilemez. Laik akımlar ve bilimsel kurumlar insanlığı mükemmelleştirme ve Dünya gezegeninin hazinelerini türümüze fayda sağlamak için kullanma vaadiyle milyarlarca insanı büyülediler. Bu tür vaatler, vebanın ve kıtlıkların üstesinden gelmenin dışında çalışma kamplarına ve eriyen buzullara da yol açtı. Bunun suçlusu temel laik idealleri ve bilimin gerçek bulgularını yanlış anlayıp çarpıtanların suçudur diyebilirsiniz. Kesinlikle haklısınız. Ama bu tüm etkin akımların ortak sorunudur.

Örneğin Hıristiyanlık Engizisyon, Haçlı Seferleri dünya genelinde yerli kültürlerinin baskıya maruz bırakılması ve kadınların yetkisiz kılınması gibi büyük suçların mümessilidir. Hıristiyan biri bu sözlerden alınıp, bu suçların Hıristiyanlığın tamamen yanlış anlaşılması sonucu işlendiğini belirtebilir. Hz. İsa sadece sevgiyi öğütlemiş ve Engizisyon onun öğretilerinin korkunç bir şekilde çarpıtılmasına dayandırılmış. Bu açıklamayı kabul edebiliriz ama Hıristiyanlığı taşıdığı sorumluluktan bu kadar kolay azat etmek yanlış olur. Engizisyon ve Haçlı Seferleri'ni dehşetle karşılayan Hıristiyanlar bu felaketleri öylece geride bırakamazlar; kendilerine birtakım zor soruları yöneltmeleri gerekir.Nasıl olmuş da "sevgi dini" saydıkları bu din, öyle bir iki kere de değil, defalarca çarpıtılmasına izin vermiş? Tüm suçu Katoliklerin fanatikliğine atan Protestanların, İrlanda ya da Kuzey Amerika' daki Protestan sömürgecilerin davranışları hakkında bir kitap okuması tavsiye edilir. Aynı şekilde, Marksistlerin kendilerine Marx'ın öğretilerinin hangi yönünün çalışma kamplarına giden yolu açtığını sorması, biliminsanlarının bilimsel projenin nasıl küresel ekosistemin dengesini bozduğunu sorgulaması ve özellikle de genetikçilerin Nazi döneminde Darwin'in teorilerinin nasıl saptırıldığını ibret alması gerekir.

Her din, ideoloji ve inancın bir de gölgesi vardır ve hangi öğretinin takipçisi olursanız olun bu gölgeyi tanımanız ve safça, "Bizim başımıza böyle bir şey gelemez," diye avunmaktan kaçınmanız gerekir. Laik bilimin, çoğu geleneksel dine karşı en azından bir büyük avantajı var: kendi gölgesinden korkmuyor ve ilkesel olarak hatalarını ve kör noktalarını kabul etmekten kaçınmıyor. Yüce bir gücün vahiy yoluyla bildirdiği mutlak bir gerçeğe inanıyorsanız, herhangi bir hatayı kabul etmeniz mümkün olmaz, çünkü tüm anlatı boşa çıkar. Ama yanılma payı bulunan insanların hakikat arayışına inanıyorsanız, hataların kabulü oyunun bir parçasıdır.

Dogmatik olmayan laik akımlar biraz da bu yüzden nispeten mütevazı vaatlerde bulunur. Kusurlarının farkında oldukları için kademeli ufak değişiklikler elde etmeyi umar, asgari ücreti üç beş dolar artırmaya, çocuk ölümlerini birazcık da olsa azaltmaya bakarlar. Durmadan imkansızı vadetmek, aşırı özgüven sahibi dogmatik ideolojilere özgüdür. Liderleri, sanki kanun koyarak, tapınak inşa ederek ya da bir bölgeyi ele geçirerek tek bir görkemli hareketle tüm dünyayı kurtarabileceklermiş gibi durduk yere "sonsuzluk", "namus" ve "günahlardan arınma" hakkında konuşurlar.

Hayatımızın gelmiş geçmiş en önemli kararlarını almanın eşiğinde, ben şahsen şaşmazlık iddiası taşıyanlardan ziyade cehaletlerini kabul edenlere güvenmeyi tercih ederim. Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünün dünyayı yönetmesini istiyorsanız soracağım ilk soru şudur: "Dininizin, ideolojinizin ya da dünya görüşünüzün düştüğü en büyük hata neydi? Neyi yanlış anladı?" Ciddi bir şey bulup çıkaramazsanız, kendi adıma size de güvenmem.

1 Eylül 2019 Pazar

Cuvier / Biyoloji Budur


Karşılaştırmalı yöntem, en büyük başarısını Cuvier ve arkadaşlarının karşılaştırmalı morfolojiyi geliştiren çalışmalarıyla elde etti. Karşılaştırma başlangıçta salt deneysel bir girişimdi, ancak 1859 da Darwin'in öne sürdüğü ortak soy kuramının ardından, giderek daha güçlü bir bilimsel yöntem haline geldi. Bu yöntem çok başarılı oldu; öyle ki biyolojinin diğer disiplinlerine de uygulandı ve karşılaştırmalı fizyoloji, karşılaştırmalı embriyoloji, karşılaştırmalı psikoloji vd. bilim dallarının ortaya çıkışını sağladı. Modern makrotaksonomi hemen hemen tümüyle karşılaştırmaya dayanır.

12 Temmuz 2019 Cuma

Bilim felsefeden ne şekilde ayrılmaktadır?


Bilim ile felsefe arasındaki sınırı saptamak, bilim ile dinbi-lim arasındaki sınırı saptamaktan çok daha zordur ve bu durum neredeyse tüm on dokuzuncu yüzyıl boyunca, bilim insanları ile felsefeciler arasında ateşli tartışmalara yol açmıştır. Eski Yunanlılar’da felsefe ile bilim uğraşı birbirinden ayrı değildi. İkisi arasındaki ayrım Bilimsel Devrim sırasında başladı, ancak Immanuel Kant, William Whewell ve William Herschel’e kadar bilimin gelişimine katkıda bulunan insanların çoğu aynı zamanda felsefeciydi. Ernst Mach ya da Hans Driesch gibi daha sonraki yazarlar bilim insanı olarak başlayıp sonra felsefeci oldular.

Biyoloji Budur '' Niels Bohr ''

 Dirimselcilik ve fizikselciliğin yerini alan organikçi düşünceye geçmeden önce, yirminci yüzyılda yaşanan garip bir gelişmeye, fizikselciler arasında dirimselci inanışların gelişmesine değinebiliriz. Görünüşe göre, cansız doğada bulunmayan özel yasaların canlılarda işlij/or olabileceğini ileri süren ilk kişi Niels Bohr’du. Bohr bu yasaların canlılara özgü olmaları sayılmazsa, fiziğin yasalarının benzeri olduklarını düşündü. Erwin Schrödinger ve başka fizikçiler de benzer fikirleri desteklediler. Francis Crick (1966) bir kitabın tümünü, fizikçi Walter Elsasser ile Eugene Wigner’ın dirimselci düşüncelerini çürütmeye adadı. Saygın biyologların zihinlerinde kaybolmasından çok sonra, dirimselciliğin bir biçiminin bir kısım saygın fizikçinin zihninde yaşamayı sürdürmesi dikkate değerdir.

8 Temmuz 2019 Pazartesi

Biyoloji Budur '' Fizikçilerin Yükselişi ''


















Fizikselciliğin yükselişi

On dokuzuncu yüzyılda fizikselci akım iki dalgaya dönüştü. Birincisi, 1830’larda kuramsal fizyoloji çalışmayı bırakıp karşılaştırmalı anatomiye yönelen Johannes Müller (1801-1858) ile tümevarımcılığm saltanatının son bulmasında katkıları olan keskin eleştirileriyle ünlü Justus von Liebig (1803-1873) tarafından benimsenen, gayet ılımlı dirimselciliğe karşı bir tepkiydi. Bu birinci dalganın öncüleri, Müller in eski öğrencileri Her-mann Helmholtz, Emil DuBois-Reymond, Ernst Brücke ve Matthias Schleiden’di. Aşağı yukarı 1865'te başlayan ikinci dalga ise Cari Ludwig, Julius Sachs ve Jacques Loeb isimleriyle özdeşleştirilir. Hiç şüphesiz bu fizikselciler fizyolojiye önemli katkılarda bulundular. Helmholtz (Fransa'dan Claude Ber-nard’la birlikte), “vücut sıcaklığının dirimselci anlamını ortadan kaldırdı ve DuBois-Reymond sinir aktivitesini fiziksel (elektriksel) bir açıklama önerisiyle, sinir fizyolojisindeki gizemi büyük ölçüde çözdü. Schleiden bitkilerin tümüyle hücrelerden oluştuğu ve bitkilerdeki çok farklı yapısal öğelerin ya hücre ya da hücrelerin bir araya gelerek oluşturduğu yapılardan ibaret olduğu konusundaki ısrarıyla botanik ve hücrebilim alanlarında ilerleme sağladı. Helmholtz, DuBois-Reymond ve Lud-wig, ilgi alanları olan hassas ölçümleri kaydetme amaçlı benzersiz aletleri icat ederek öne çıktılar. Diğer başarıların yanında bu buluşlar onlara, artık oluşmaksızın işin ısıya çevrilebileceğini göstererek bir “yaşamsal güç”ün geçersizliğini gösterme olanağı verdi. Bunlar ve diğer muhteşem başarılar, günümüze dek tüm fizyoloji tarihi kitaplarında yerlerini aldılar.

Biyoloji Budur * Ernst Mayr


'' Bu dönemde yaşam bilimlerindeki çalışmaların neredeyse tamamı betimleyiciydi. Ancak biyolojinin o dönemde kavramsal açıdan kısır olduğunu düşünmek hata olur. Buffon’un doğa tarihi, Bichat ve Magendie’nin fizyolojisi, Goethe’nin idealist morfolojisi, Blumenbach ve onu izleyen Cuvier, Öken ve Owen ın çalışmaları ve Doğa felsefesinin kestirimleri aracılığıyla, daha sonraki büyiik kavramsal atılımlarm çoğunun temelleri hazırlanmış oldu. Ancak, canlılar dünyasındaki muazzam çeşitlilik ve biriciklik göz önünde bulundurulduğunda, fiziki bilimlere oranla biyolojide çok daha kapsamlı bir olgusal zemine gereksinim vardı. Bu zemin sadece sistematik değil, karşılaştırmalı anatomi, paleontoloji, biyocoğrafya ve bunlarla ilgili diğer bilimlerle oluşturuldu. '' 

25 Haziran 2019 Salı

İttihat ve Terakki




Dönem itibari ile toplumun sorunlarının en çok gün yüzüne çıktığı dönem olan İttihat ve Terakki dönemi yönetimsel olarak örgütün hem yapısından hem de dönemin bir geçiş dönemi olmasından kaynaklanmaktadır.

Bu kadar çok renkli zihniyete sahip bireylerin oluşturduğu İttihat ve Terakki gibi bir örgüte herhangi bir ideoloji üzerinden yaklaşmak sadece ama sadece salt düşünen zihniyetlerin eseridir.İttihat ve Terakki o kadar çok yönlü çok zengin bir örgütlenme yapısına sahiptir ki onun aldığı kararları örgütün içerisindeki herhangi bir dine herhangi bir ırka herhangi bir etnik kökene bağlamak saçmalıktır.

Yıllarca suçlu kimdir sorusuna kısa ve net bir biçimde cevap verilmek istense de İttihat ve Terakki suçlu değildir.Hataları elbette olabilir ancak suçlu olarak bu kadar geniş üyesi olan bir örgütü suçlamak sadece ama sadece yine kendinizi suçlamaktan öteye gitmez.

Ermeni sorunu,Türk ırkçılığı,Türk milliyetçiliği v.b gibi her türlü konuda İttihat ve Terakki temel başlangıç olarak ele alınır bazen suçlanır bazen ise göğe çıkarılır.Ancak bunlardan sıyrıldığınızda ve gerçek İttihat ve Terakki ile karşılaştığınızda hataları olsa da ülkeleri için ellerinden geleni yapmaya çalışan bireyler görebilirsiniz.Kaldı ki dönem bir geçiş dönemidir Osmanlı ile Cumhuriyet arasında bir geçiş dönemidir.Fikri anlamda fikirlerin değiştiği yeniden şekillendiği bir dönemdir.

Türkiye'de muhafazakar kesimin uç kısmı genelde bu örgütlenmeye saldırırken slogan şeklinde fikirlerinin kökeninin Avrupa temelli olduğunu savunmaktadır.Ancak evrensel anlamda insanlık tarihine baktığınızda zaten fikirler böyledir kimi zaman doğu kökenli kimi zaman batı kökenlidir.Buradaki amaç olayları aydınlığa kavuşturmak değil olayları dezenforme etmektir.

Her ideoloji İttihat ve Terakki'yi kendi zihniyetinde yeniden şekillendirir aslında Sol'un İttihat ve Terakki içerisindeki devrimci kanadı ele alması da bunun sonucudur galiba.

İttihat ve Terakki bu ülkenin bu coğrafyanın bir mirasıdır.Bir miras ile alay edilmez, bir miras ile kavga edilmez iyisi ve kötüsü ile araştırılır ve öğrenilir hatalardan ders çıkartılır.Bu mirasa sahip çıkmak ya da çıkmamak bir seçim olabilir ancak bilgi edinmeden herhangi bir yorumda bulunmak gerçekten bu konu üzerine çalışan bireylere saygısızlık olur.

Salih Yücel GÜR

23 Haziran 2019 Pazar

Prens - Niccolo Machiavelli


“ Prens’e yönelik güçlü bir eleştiri de, Prusya Kralı II. Friedrich’in yazdığı Anti-Makyavel’di (1740). Friedrich bu kitabında, Prens’in yaklaşımına karşı, erdem, adalet ve sorumluluğu kişiliğinde birleştiren aydın bir hükümdar portresi çiziyordu. Ne var ki, aynı dönemde Hume, Rousseau ve Montesquieu gibi düşünürler, Machiavelli’yi siyasal zorbalığın doğasını açığa vuran bir düşünür olarak görüyorlardı. Rousseau Toplum Sözleşmesi’nde Prens’i “cumhuriyetçilerin kitabı”, Machiavelli’yi ise “dürüst bir insan, iyi bir yurttaş” olarak nitelendiriyor, onun “krallara öğüt verir gibi görünüp halklara büyük öğütler” verdiğini belirtiyordu. İtalya’da birliği sağlamaya yönelik Risorgimento hareketi sırasında da, Prens’in son bölümü birleşik ulusun habercisi olarak yorumlanıyordu. “

11 Mayıs 2019 Cumartesi

Küreselleşme


Küreselleşme o kadar hızlı bir etkileşim süreci ki yerli üretim tanımını bile değiştirmiştir dersek yanılmayız.Bugün bu konuda en katı olan zihniyet elbette dün de olduğu gibi Alman zihniyetidir.

Elektrik alanında bile Amerikan normunu kullanmayan ve yeniden bir norm ortaya koyan katı bir milliyetçiliğe sahip olan Alman toplumu yerli üretim tanımını küreselleşme sonucunda değiştirmek zorunda kalmıştır.Yaptığı üretimin sonucunda elde ettiği markalaşmayı ve bu markalaşmanın getirisini en yüksek tutabilmek için ürettiği otomobillerde özellikle farklı farklı ancak kaliteli markaların cihazlarını kullanması yerli üretim anlayışının ne kadar hızlı değiştiğinin göstergesidir.Diğer yandan yine bu üretimin bir kısmı ülkemizde gerçekleşmektedir.

Bu süreç içerisinde yerli üretim artık tanım itibari ile dünyada değişmiştir ancak bizim gibi geriden gelen toplumlara sahip olan ülkeler hala yerli üretimi sadece ama sadece kendi coğrafyalarında baştan sonra üretilen araçlar ile oluşan bir mal ve malzeme olarak algılamaktadır.

Değişen dünyaya ayak uyduran markalar ulusların ekonomilerini belirlemekte ve onları desteklemektedir.Markalaşmanın ar-ge'nin ve bilimsel araştırmanın önemini anlayabildiğimiz günleri görmek dileğiyle...

Salih Yücel GÜR

8 Mart 2019 Cuma

Ulusların Usa Yakın Olması Etrafında Dünya




Örgütlü eyleme geçen cehalet kadar tehlikeli olan başka bir şey yoktur, bunun en büyük ve en yakın örneğini biz Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşadık.İç isyanlar ve bu isyanlar ile bizi içimizden vurmaya çalışan dış devletlerin desteklediği bireyler.Bu bireyleri ele alırken zihniyetlerine göre bir sınıflandırma yapmak yanlış bir yöntem izlemektir.Bireylerin dini,siyasi,etnik kimliği bir tarafa bırakılarak bu bireylerin eğitim seviyeleri ve olayları nasıl algıladıkları ele alınmalıdır.

Kurtuluş Savaşı süreci boyunca iç isyanları akademik bir dil ile incelemek bu toprakların sorunlarını bu milletin çıkmazlarını belirlemektir.Bu problemlerin belirlenmesi demek sorunların çözülmesi ve uluslaşmaya atılacak olan adımların daha da hızlanması demektir.

Peki neden uluslaşma ?

Orta Doğu gibi bir bölgede yaşayan toplumların uluslaşması demek bir bütün olması tek bir çatı altında toplanması demektir.Ancak bu tek çatı altında toplanmak kültürleri yok etmek demek değildir.Kültürlerini yok etmeden tek bir çatı altında toplamayı algılayan bireylerin topluma katkısı elbette ki daha büyüktür.Kültürlerini bu coğrafya üzerinde yaşatmak isteyen bireylerin sadece ama sadece kültürlerinin çıkarları için hareket etmesi beklenir.Bunun dışındaki diğer faaliyetler ise devletin ve milletin bütünlüğünü zedeleyecek faaliyetlerdir.Günümüzde artık kültürler insanların hayatlarını o kadar çok etkilememekle beraber diğer yandan farklı kültürlerin hala belli başlı kalıpları ve gelenekleri mevcuttur.

Ulus olarak ortak bir kültür ortaya koymaya çalıştığımız ve durmadan sorunlarımız ile başbaşa kaldığımız dönemler olmuştur.Bu sorunları her anlamda içte ve dışta kullanmak isteyen çıkar gruplarının da mevcut olduğunu her an zaten hissetmekteyiz.Buradaki sorun kaç kişinin bu tehlikeyi hissettiği algıladığı anladığı ve tehlikeyi olduğundan daha fazla görmemesi gerektiği halde aşırı derecede gördüğüdür.Bu tehlike sadece bizim ülkemizde olan bir tehlike de değildir aslında.Her ülkenin bu tür tehlikeli sorunları mevcuttur.Bu sorunlar ara ara çıkar grupları ve şirketler tarafından da kaşınabilir.

Biliyoruz ki artık günümüzde toplumlar eskisi gibi yönlendirilmemektedir.Artık iletişim çok hızlı ve kısa bir süre içerisinde gerçekleştiği için toplumların yönlendirilmesi de çok hızlı ve etkili olmaktadır.Sanal dünya özellikle bu süreç için gerekli olan her şeyi size sunmaktadır.Sorgulama yetisine sahip bireylerin her gün arttığı dünyamızda bu artışın sonucunda dünyada farklı bir şekilde şekillenmektedir.Özellikle popüler kültür gibi bir evrensel ortak kültür meydana gelmiş ve bu kültürü oluşturanların markalar olduğu ortaya çıkmıştır.Popüler kültür bugün sizin ne düşüneceğinizi ne giyeceğinizi ne yiyeceğinizi dahi belirleyebilmektedir.Bu belirlenimi de sanal dünya üzerinden çok basit bir şekilde yapabilmektedir.

Bir ulus-devlet modelinin ulusuna olan güveni o ulusun usa ( akla )  ne kadar yakın olduğu ile ölçülmektedir.Akıl ki insanın her kapısını açan yegane anahtardır.

Salih Yücel GÜR

8 Şubat 2019 Cuma

Münevver...


Kitaplar

Kitaplar bizi sorgulama dünyasına sürükleyen ve bilgi depolayan birer araç iken instagram gibi sosyal medya yazılımları sayesinde birer popüler kültür kurbanları haline geldi...

Okuduğu kitabın yazarından bir haber bir okuyucu, o yazarın mensup olduğu toplumun kültüründen bir haber şakşakçı tayfası:

-          Ay şekerim gerçekten haklısın bence de…

Bir dakika yahu,toplumların kültürlerini öğrenmeden yazarların o kültüre mensup olduklarını unutarak kendi toplumunuzun gelenekleri üzerinden bir yazarı eleştirmeniz sizin cahilliğinizdir.Buradaki cahillik yarı okumuş kesim olarak tanımlanan kişilerin cahilliğidir ki bunun da ne kadar ciddi anlamda tehlikeli olduğunu yine yeniden tanık olmuş oldum.

Bir yazarı ele alırken, özellikle onun düşüncelerini ele alırken yaşadığı toplumun kültürünü,toplumun geçmişini yazarın hayatını v.b gibi özellikleri inceleyerek ele almak kaliteli bir tahlil yapmak için ilk adımdır.Ancak ne yazık ki kendi toplumunun değer yargıları üzerinden yola çıkan bir okuyucu elbette farklı bir kültüre mensup olan yazarı kendisine yabancı bulacaktır.

Burada diğer bir önemli konu ise sadece yabancı bulması değil o yazara fikirleri üzerinden saldırmasıdır.Fikirlere elbette saldırabilirsiniz ancak bunun da bir seviyesi ve bilgi temelli bir düzeni vardır.Ancak bizim gibi toplumların kitap okuyorum havasındaki üyelerinden çıkan saçma sapan fikirler bugün gerçekten ciddi bir anlam ifade ediyormuş gibi ele alınabilmektedir.

Bir de yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan kitap okuyan her bireyin birer adet yedek instagram hesabının bulunması ve bu instagram hesabından kitap okuyucularına ulaşmak istemesi aslında biraz saçmadır.Kitaplar o kadar basit birer eşya değildir kitaplar tür ve konuları üzerinden ayrımlara uğrayan ve bilgiyi en iyi şekilde depo eden yazılı görsel iletişim aracıdır.Ancak bizim ülkemizdeki okuyucunun bundan dahi haberi olmadığı için bir tane hesap ve kitap okuyucusu olan herkese birer davet isteği atarak takipçi sayısını çoğaltmaktadır.

Sözde takipçisi olduğu kişinin kim olduğunu dahi bilmeden sırf karşı cins olduğu için yahut aynı cins olduğu için destek çıkan bireyler ise ancak bizim gibi geride kalmış toplumlardan çıkabilir.

-          Arkadaşlar bu ay 50 tane kitap okudum hepsini tek tek liste halinde vereceğim isterseniz siz de okuyun…

50 Kitap vay be peki ne okudunuz ? Albert Camus ?  Goethe ? Schiller ? bir yazarın bir kitabını okumak ile o yazarın mensup olduğu kültürü anlamak arasında dağlar kadar fark vardır.Bir anda okuduğunuz yazarın düşüncelerini eleştirmeniz sizin cehaletinizin göstergesidir.

Bunları geçerek akademik kitap diye de bir şey var aslında tadında yenmiyor ama işte insanlarımız illa ki bir Kürk Mantolu Madonna ve Kahve eşliğinde instagram fotoğrafları paylaşıyorlar.Kimse bu kitapların içerisindeki bir kısmı paylaşarak etkileşimde bulunmuyor ve soru soramıyor yahut sorgulayamıyor.Çünkü bu kitapların içerisinde soru sorabileceğiniz sorgulayabileceğiniz bir şey de yok.

-          Ama ben kitap okuyorum bir dakika

Lütfen gerçekten kitap okuyan bireyler gerçek kitap okuyan bireyler artık bu cümleyi kursunlar.Kaynak,yazarın hayatı,yazarın kişiliği,yazarın fikri akımı,yazarım mensup olduğu toplumun kültürü ve toplumun geçmişi ile ilgili bilginiz yok ise siz kitap okumuyorsunuz demektir…

-          Ay şekerim geçen bir kitap çıkmış gittim hemen imzalattım
-          Okudun mu peki tatlım
-          Ne gerek var ben zaten o yazar ile aynı fikirdeyim…

Aynı fikirde olduğunu da okumadan karar veriyor neyse…

Salih Yücel GÜR