28 Kasım 2015 Cumartesi

I.Dünya Savaşında Cihat Çağrısı


 I.Dünya Savaşında Cihat Çağrısı
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE.23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"" (...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...) "İmzalar:[ İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan ]Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.Atatürk'ün Yanıtı:"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''
Posted by Salih Yücel Gür on 28 Kasım 2015 Cumartesi



Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:
BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE. 23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"

" (...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...) "
İmzalar:
[ İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan ]
Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.
Atatürk'ün Yanıtı:
"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''


20 Kasım 2015 Cuma

İBRETLİK BİR HATIRA:

     


     Birinci Dünya Savaşı’nda cepheden cepheye koşarken yeni görevleri Yemen’deki Yedinci Ordu’ya altın götürmekti. 43 kişi değişik kılıklarla yolculuk yaparak Medine’ye vardılar. 300 bin altını Yedinci Ordu Komutanı Ahmet Tevfik Paşa’ya teslim etmeleri gerekiyordu. 43 kişi iki gruba ayrılarak yola çıktı. Fakat 1200 yıl önce Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin de harp ettiği Cembele mevkiinde 2.000 kişilik bir Bedevi-İngiliz kuvveti tarafından kıstırıldılar. Eşref Bey’in başında bulunduğu grup ellerinden gelen her şeyi yaparak bir savaş verdi. Sonunda Eşref Bey yaralanarak esir düştü. Fakat Zenci Musa bu hengâmede grubuyla birlikte altınları kaçırmayı başardı. 12 Ocak 1917′de gerçekleşen bu savaş London Times gazetesinde sekiz sütun üzerine manşetten verilmişti. İngilizler altınları ele geçiremeyişin üzüntüsünü yaşıyor ve Türklere hayranlık duyuyorlardı…

     EŞREF SENCER KUŞÇUBAŞI, Hayber cenginde ağır yaralı esir edildiği zaman, bütün Arabistan yerinden oynamıştı: Şerif Hüseyin Paşa’nın El-Kible gazetesi, büyük başlıklarla şu haberi veriyordu:  

“Uçan Şeyh’in kanadı koptu…”
Şerif Hüseyin haberin doğruluğunu öğrenmek için ikinci büyük oğlu
Emir Abdullahı yaralı Eşref Beye ziyarete göndermişti.
( Bu Emir Abdullah, daha sonra Ürdün Kralı olacaktır.)

Eşref Bey, Emir Abdullah’a :

‘ – Hayber’de Peygamberimiz İslamiyet için düşmanlarıyla mücadele etmişti. O’ndan bin iki yüz seksen beş sene sonra biz Türkler de, İslamiyet ve haysiyet için Sizlerle muharebe ettik. Bizi haince arkadan vurdunuz.
HARAM OLSUN YEDİĞİNİZ EKMEKLERİMİZ…
SİZLER ŞERİF DEĞİL, SENIG ( YANI ALÇAK ) ADAMLARSINIZ …’dedi.

Emir Abdullah, Eşref Bey’in bu ağır hakaretine sükunetle su cevabı vermişti:

‘ – Vela telvasu lisaneküm ya Hazret-i Bek…
(Lisanınızı kirletmeyiniz Bey Hazretleri…)

Emir Abdullah’ın Hicaz isyanı başladığı zaman unvanı MEKKE PRENSI idi. Eşref Bey, Lawrens’in koyduğu ve Allenbi’nin tasvip ettiği bu unvana fena halde içerlemişti. Yaralı olarak yattığı yerde, kendisini güya teselli eden Şerif’in oğluna söyle hitap etmişti:

‘ Ünvanınız, Mekke Mebusu… Üzerinizde ne varsa İngiliz malı. Simdi de yeni bir mevkiiniz ve makam adınız var: İngiliz resmi vesikaları size MEKKE PRENSİ diyorlar. Arapçada PRENS karşılığı olabilecek bir çok tabirler var. Fakat Size, Efendiniz İngilizlerin Arapça bir ünvan vermemeleri de gösteriyor ki onlar da sizi hakiki Araplıkla hiçbir alakanız olmadığını anlamışlar…’

İngiliz casusu Lawrens, Kuşçubaşı’nı çok merak ettiğinden dolayı, hastanede ziyaret etmiş ve şunu söylemiştir.

Lavrens: Kuşçubaşı Eşref, çöllerin eşine rastlamadığı müthiş bir haydut

Kuşçubaşı’da Lawrens’e, İngiltere’nin başına çok büyük belalar açacağını söylemiştir…

HAZIRLAYAN: YILMAZ KARAHAN


12 Kasım 2015 Perşembe

Kanunların Ruhu / Konu III Müspet kanunlar üzerine



'' İnsanlar toplum halinde yaşamaya başlar başlamaz zayıflık duygularını yitirirler; aralarındaki eşitlik yok olur, savaş hali başlar.

Her özel toplum kendi kuvvetinin farkına varır; bu da milletler arasında savaş durumunu meydana getirir. Her toplumda kişiler, kendi kuvvetlerinin farkına varmaya başlarlar. Toplumun sağlayacağı başlıca yararları kendilerinden yana çevirmeye çalışırlar; bu da bu kişiler arasında savaş durumunu meydana getirir.

Bu iki çeşit savaş durumu, insanlar arasında kanunların yerleşmesine sebep olur. Böyle bu kadar büyük bir gezegende oturduklarına göre yeryüzünde çeşitli toplumların bulunması gerektiğini düşünen insanlar, bu toplumların aralarındaki bağları düzenlemek için kanunlar ortaya atmışlar. Böylece Devletler Hukuku meydana gelmiş. Devam ettirilmesi gereken bir toplumda yaşadıklarını göz önünde bulunduran insanlar, yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağları düzenleyecek kanunlar yapmışlar; böylece Siyasi Hukuk meydana gelmiş. Bütün vatandaşlar arasındaki bağları düzenlemek için de kanunlar meydana getirmişler; adına da Medeni Hukuk demişler.

Devletler hukuku, doğal olarak şu ilkeye dayanmaktadır: Bütün milletler barış halinde iken birbirlerine ellerinden geldiği kadar iyilik edecekler; savaş halinde iken, kendi gerçek çıkarlarına zarar vermemek şartıyla birbirlerine mümkün olduğu kadar az kötülük edecekler. Savaşın amacı zaferdir; zaferin amacı istiladır; istilanın amacı da varlığın devamıdır. Devletler hukukunu teşkil eden bütün kanunlar bu ilke ile bundan önce sözünü ettiğimiz ilkeden doğmalıdır.

Bütün milletlerin Devletler Hukuku vardır; tutsaklarını yiyen İrokua’ların bile birbirlerine elçi gönderip elçi kabul ettiklerini görüyoruz. Savaş ve barış hukukunun ne demek olduğunu bilirler de ondan. Ama işin kötüsü şu ki, bu devletler hukuku gerçek ilkeler üzerine kurulu değildir.

Toplumların tümünü birden ilgilendiren devletler hukukundan başka, her toplumun bir de kendi siyasi hukuku vardır. Bir toplumun hükümetsiz yaşaması imkânsızdır. Gravina, “Bütün özel kuvvetlerin birleşmesi, Siyasi Devlet denen şeyi meydana getirir” diyerek çok yerinde bir söz etmiştir.

Genel kuvvet, yalnız bir kişinin eline verilebileceği gibi, birçok kişinin eline de verilebilir. Bazı kimseler, mademki doğa baba egemenliğini kurmuş, o halde bir kişinin yönetimi doğaya en uygun yönetim şeklidir diye düşündüler. Ama baba egemenliğinin örneği hiçbir şeyi ispat etmez. Çünkü babanın egemenliği ile bir kişinin yönetimi arasında bir bağ varsa, babanın ölümünden sonra kardeşlerin egemenliği ya da kardeşlerin ölümünden sonra amca oğullarının egemenliği ile birçok kişinin yönetimi arasında da aynı bağ vardır. Siyasi kuvvet, zorunlu olarak birçok ailenin birleşmesini gerektirir.

Doğaya en uygun hükümet şekli, hangi millet söz konusu ise o milletin özel yapısı bakımından menfaatine en uygun olan hükümet şeklidir demek daha doğru olur.

Özel kuvvetlerin birleşmesi, ancak, bütün iradelerin birleşmesiyle mümkün olur. Yine Gravina, “Bu iradelerin birleşmesi, Medeni Devlet dediğimiz şeyi meydana getirir” diyor.

Genel olarak kanun, yeryüzündeki bütün milletleri yöneten bir şey olmak sıfatıyla insan aklıdır; her milletin siyasi ve medeni kanunları da bu insan aklının uygulandığı özel hallerden başka bir şey olmamalıdır.

Kanunlar, uygulandıkları milletlere öylesine uygun düşmeli ki, başka bir millete uygun düşmesi çok büyük bir tesadüfe bağlı olmalı.

Bu kanunlar, ister siyasi kanunların yaptığı gibi hükümeti teşkil etsin, ister medeni kanunların yaptığı gibi hükümeti devam ettirsin, kurulmuş ya da kurulması düşünülen hükümetin niteliğine bağlı olmalı.

Bu kanunlar, ülkenin tabii durumuna göre düzenlenmeli; yani ülkenin soğuk, sıcak ya da ılıman olan iklimi, toprağın cinsine, yerine ve büyüklüğüne, insanların geçim imkânlarına yani çiftçi, avcı ya da çoban olarak hayatlarını kazanma imkânlarına, bünyelerinin katlanabileceği hürriyet derecesine, dinlerine, eğilimlerine, servetlerine, sayılarına, ticaretlerine, ahlaklarına ve davranışlarına göre ayarlanmalı. Nihayet, kanunların kendi aralarında da birtakım bağları vardır; kökenleriyle, kanun koyucunun amacıyla, dayandıkları olaylar düzeniyle de bağları vardır. İşte kanunları, bütün bu noktaları göz önünde bulundurarak incelemek gerekir.

Benim bu eserimde, yapmak istediğim bundan ibaret. Bütün bu bağları bir bir inceleyeceğim: Hepsi birden Kanunların Ruhu dediğimiz şeyi meydana getirir.

Siyasi kanunları medeni kanunlardan ayırmadım. Kanunları değil, kanunların ruhunu inceleyeceğim de ondan. Bu ruh ise, kanunların çeşitli olaylarla oraya çıkacak bağlarından ibaret olduğundan, kanunların doğal sırasından çok, bu bağlarla bu olayların sırasını takip etmek zorunda kaldım.

Önce, kanunların, her hükümetin nitelik ve ilkesiyle olan bağlarını inceleyeceğim. Bu ilkenin de kanunlar üzerinde büyük bir etkisi olduğundan her şeyden önce bu ilkeyi iyice anlamaya çalışacağım. Bu ilkeyi tam olarak kurup belirttikten sonra da, kanunların âdeta kaynaklarından akıyormuş gibi aktıklarını göreceğiz. Arkasından da daha özel gibi görünen öteki bağlara geçeceğim. ''

9 Kasım 2015 Pazartesi

Montesquieu - Kanunların Ruhu Üzerine



Kitabın Giriş bölümünden bir kesit

'' Hayat hikâyesini anlatırken Montesquieu’nün vaftiz babasının bir dilenci olduğunu söylemiştik. Bunun da sırf, fakir olsun zengin olsun, halktan olsun soylu sınıftan olsun bütün insanların eşit olduklarını her zaman hatırlasın diye oğluna bir ders vermek için babası tarafından düzenlenmiş bir şey olduğu muhakkak. ''





Kitabın ilk girişinde Voltaire'ın yaptığı eleştiriler

'' Montesquieu tutmuş kadıların bu kararını Sultan’ın istibdat yönetimine bir delil olarak göstermiş. Bana kalırsa, tersine, Sultan’ın kanunlara boyun eğdiğini gösteren bir delildir bu. Sultan kanunların dışına çıkabilmek için bilginlere başvurmak ihtiyacını duyuyor da ondan. Bakın bizler, Türklerin komşusu olduğumuz halde onları gerektiği kadar tanımıyoruz. Uzun zaman aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın, Osmanlı İmparatorluğu ile kanunları hakkında bize gerçek bir bilgi vermediklerini söylüyor. Hatta dikkatinizi çekerim, Sale’in 1736’da yaptığı bir çevirisinden başka elimizde Kuran’ın şöyle doğru dürüst bir başka çevirisi yok. Türklerin dinleriyle kanunlar üzerine söylenenlerin hemen hepsi yalan yanlış şeyler: Aleyhlerinde çıkardığımız sonuçlar da hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallar. İnsan kanunların ruhundan söz ederken yalnız iyice bildiği kanunları ele almalı. '' 


'' Siyasi kanunlarla medeni kanunları da birbirine karıştırıyor. Devleti yönetenler siyasi kanunların koruyucularıdır. Senin hakkınla benim hakkımı belirtecek kanunlarla, suçların cezalarını belirtecek kanunları iyi yapıp iyi basalım yeter. Bunların yerleri de kitaplıklardır. Hâkimler bu kanunlara uymak zorundadırlar. Bu kanunlar kötü olunca, çoğu da zaten öyledir ya neyse, o zaman hâkimlerin bunları değiştirmesi için yasama organını ikaz etmeleri gerekir. ''

'' Bundan sonra Voltaire’in yine B’nin ağzından eser hakkındaki gerçek yargısını buluyoruz:

B - Karışık bir yolda kendime bir kılavuz aradım ama karşıma benden daha bilgili olmayan bir yol arkadaşı çıktı. Kitapta kanunların ruhunu değil yazarın çok geniş olan zekâsını buldum. Doğru dürüst yürüyecek yerde sıçrıyor, aydınlatacak yerde ışıldıyor, yargılayacak yerde bazen yeriyor. İnsan içinden, böyle bir dâhi, insanı hayrette bırakmaya çalışacak yerde aydınlatmaya çalışsaydı daha iyi ederdi diyor.

Bu, her bakımdan eksik kitapta, birçok kişinin iğrenç bir şekilde taklit etmeye yeltendiği çok güzel şeyler var. Dar kafalı kişiler de bilhassa insanlığın işine yarayacak bölümlerinden ötürü kitabı küçümsemekten geri kalmadılar.

Bütün kusurlarına, bütün eksiklerine rağmen bu kitabın insanlar için çok değerli bir kitap olması gerekir. Çünkü büyük Bossuet de dâhil, Fransa’daki yazarların çoğu düşünmedikleri şeyleri yazdıkları halde Montesquieu yalnız düşündüğü şeyleri yazıyor. Bütün insanlara hür olduklarını hatırlatıyor. İnsanlığa, yeryüzünün büyük bir bölümünde yitirdiği niteliklerini gösteriyor. Boş inanlara karşı savaşıyor, ahlak ilkeleri telkin ediyor.

Şunu da söyleyeyim ki, son derece yararlı olabilecek olan böyle bir kitabın hayal gücünün yarattığı bir bölmeye dayanması beni çok üzdü. “Fazilet Cumhuriyetin, onur da saltanat yönetiminin ilkesidir” diyor Montesquieu. Muhakkak ki cumhuriyetler hiçbir zaman fazilet ihtiyacıyla kurulmuş değillerdir. Genel menfaat bir kişinin egemenliğini kabul etmedi; iyelik düşüncesi, insanların kişisel tutkuları, bir kişinin tutkularıyla şunun bunun malını mülkünü yağma etmek isteğini baskı altında bulundurmak istedi. Her vatandaşın kişisel gururu, komşusunun gururunu korudu. Hiç kimse bir başkasının isteklerinin kölesi olmak istemedi. İşte bir cumhuriyetin kurulmasının, devam etmesinin nedeni budur. Bir Grison’da bir İspanyol’dan daha çok fazilet bulunduğunu sanmak gülünç olur.

Onur duygusunun da yalnız krallıklara özel bir ilke olduğunu ileri sürmek ise en az bunun kadar hayal mahsulü bir şeydir. Nitekim yazar hiç farkında olmadan bize hak veriyor. III. kitabın VII. konusunda, “Şerefin temeli, tercih edilmek, sivrilmektir” diyor. Şu halde onur mahiyeti bakımından saltanat yönetiminin içinde bulunur.

Anlıyorsunuz ya, bizzat mahiyeti bakımından Roma cumhuriyetinde hâkimlik, konsüllük, alkış, şan ve onur istenirdi. Bunlar da krallıklarda, sık sık satın alınan, değeri biçilmiş unvanlardan farksız birtakım tercihler ve temayüzlerdi. Kitabın dayandığı başka bir temel daha var ki bana kalırsa o da bu yargılar kadar yanlış: Hükümet şekillerinin, Cumhuriyet, Saltanat ve İstibdat diye üçe ayrılması.

Bilmem neden, Asya ile Afrika’daki hükümdarlara despot (müstebit) demek yazarlarımızın hoşuna gidiyor. Eskiden sultana bağlı olan Avrupalı küçük hükümdarlara bu ad verilirdi. İstenildiği zaman tahtlarından indirirlerdi onları; başka köleleri yöneten taçlı kölelerdi bunlar. Despot kelimesinin asıl manası evin efendisi, ailenin büyüğüdür. Bugün Osmanlı İmparatoruna, Fas Sultanına, Papaya, Çin İmparatoruna hiç çekinmeden despot deyip çıkıyoruz. Montesquieu, II. kitabının I. konusunda istibdat yönetimini şöyle tarif ediyor: Bir tek kişi, hiçbir kanun, hiçbir kural tanımadan, her şeyi kendi istek ve heveslerine göre yönetir.

Şimdi, böyle bir hükümetin varlığını iddia etmek yanlıştır. Hem bana öyle geliyor ki, böyle bir hükümet şeklinin yeryüzünde var olabilmesi de imkânsızdır. Kuran’la, onun bilginler tarafından yapılmış olan yorumları Müslümanlar için kanun demektir. Bu dinden olan hükümdarlar Kuran’a el basıp onun kanunlarına uyacaklarına ant içerler. Eski milis birlikleriyle kanun adamlarının büyük imtiyazları vardı. Bu imtiyazları ortadan kaldırmak isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle tahtlarından indirirlerdi. '' 


5 Kasım 2015 Perşembe

YURDUMUN TOPRAĞI TEMİZDİR


Kral Edvard İstanbul'a geldiği zaman,yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayına yanaştı.
Atatürk rıhtımda onu bekliyordu.Deniz dalgalıydı.Kralın bindiği motor,inip çıkıyordu.
İmparator rıhtıma çıkmak istediği bir sırada,eli yere değerek tozlandı.

O sırada Atatürk elini uzatmış bulunuyordu.

Bunu gören Kral bir mendille elini silmek istediği zaman Atatürk:
-Yurdumun toprağı temizdir,o elinizi kirletmez,diyerek Kralı elinden tutup rıhtıma çıkardı.