30 Eylül 2015 Çarşamba

Gaza ve Gazilik

Gaza ve Gazilik

13. ve 14. Yüzyıllarda Anadolu’da İslam dinini , sufilik , fütüvvet ve gaza kurallarını halka öğretmek için Türkçe yazılmış bir literatür bulmaktayız. Bunlar , kuşkusuz o zaman toplumdaki belli gereksinimlere yanıt vermek ve belli grupları aydınlatmak ve eğitmek amacını güdüyordu. Selçuklu şehirlerinde , özellikle Konya’da egemen Fars dili ve edebiyatı karşısında basit bir Türkçe ile yazılmış bu gibi eserler , çoğu kasaba ve köylere yerleşmiş Türkmen halkına , bu arada ucut’ta ( uçlar ) geniş gazi kitlelerine hitap etmekte idi.Uc toplumuna hitap eden bu didaktik eserlerin bir bölümü,sırf İslam dininin günlük ibadet ve yaşama ait din kurallarını öğretmek amacını güdüyor ( ilm-i haller ) yahut ahiler için fütüvvet adabını anlatıyor, veyahut  dervişlere tarikat esaslarını ve erkanını açıklıyordu. Bir bölümü de gazilik kurallarını açıklayan , yahut savaş heyecanını yükselten destan nev’inden eserlerdi. Bu eserlerde bir gazide bulunması gerekli özellikle belirtilir. Gazinin ‘’ niyeti ‘’ samimi olmalı , İslam dini ve Müslüman halk için savaştığını unutmamalı , gazada tama ve riya olmamalı , yani hareketlerinde dini hayır düşüncesinden uzaklaşmamalı , gazaya sırf ganimet için gitmemeli. Bu son madde, yukarıda açıkladığımız gibi gazanın dini ideolojik niteliğini vurgulayan temel koşuldur ( Yakınlarda Batı’da bazı yazarlar , bu noktaları görmezlikten gelip , gazayı sırf ganimet için haydutluk sayma eğilimindedirler ) .


Türk geleneğinde savaş eri olarak gazide bulunması gerekli on karakter sayılır: cesaret, yılmazlık , kendine güven, güçlülük ve savaşganlık, atılganlık , dayanıklılık , yerinde metanetle durma , sabırlılık , fırsatları kollama , yoldaşına vefa vasıflarıdır; bunlar Dede Korkut, Danişmendname gibi Türk destanlarında kahramanların vasıflandırılmasında belirlenmiştir.


Osmanlı toplumunda her sınıftan dindar halk, gazayı ciddiyetle benimsemektedir.Bursa’da Hoca İbrahim adlı bir zengin 1476 yılında Fatih Sultan Mehmed’in Macarlara karşı seferinde ‘’ ol gazanın savabında ben dahi bile olayın ‘’ diye 20,000 akça ile 20 süvariyi ulufe ile tutmuş ve sefere göndermiştir.


II.Beyazid , Anadolu halkına gönderdiği bir fermanda, timar ve başka mükafatlar vaat ederek Tuna’da Uc Beyi Bali Bey’in Lehistan’a akınına katılmaya davet etmiştir. Osmanlı sultanları son padişaha kadar gazi ünvanını en başta tercih ettikleri bir unvan olarak kullanmışlardır.


13. yüzyılda bir yandan Haçlılara , öte yandan Maogollara karşı bir ölüm-kalım savaşı veren İslam memleketlerinde gaza ruhu , toplumları ayaklandırmakta idi.13. yüzyılda bu gaza heyecanı Memlük sultanlığında ve Anadolu’da Türkmenler arasında doruğa erişti. Haçlı ve Mogol kıskacı arasında yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu iki İslam memleketinde askeri rejimler hakim oldu; Mısır ve Suriye’de Kıpçak askeri bir aristokrasi, Memlükler saltanatı ele geçirirken, Anadolu’da gazi Türkmen devletleri yükseldi ve 14.yüzyıl sonlarında bu devletçiklerin tümü, Osmanlı hanedanının şemsiyesi altında birleşti.


Genel olarak gazi, ahret için sevap kazanma amacı ile savaşan Müslüman olarak tanımlanır. Burada gazanın dini-İslami niteliği üzerinde durulmuştur; gazi için kitalde elde edilen ganimet, dini bir mükafattır. Osmanlı menakibnamelerinde gaza ve ganimetin ( doyum ) kusallığı, helal niteliği özellikle belirtilir. Hıristiyan Batı’da yazılan eserlerde, gaza ; kital ve yağmayı meşru göstermeye yarayan bir araç olarak algılanmakta, böylece belli bir toplum için onun özel anlam ve fonksiyonu gözardı edilmektedir.



İslam prensiplerine göre genellikle gaza, farz-i kifayedir, yani ancak bazı koşullar yerine getirildiği taktirde yapılması gereken bir dini ödevdir.Fakat İslam ülkesi hayati bir tehlike altına düşerse , gaza , emirü’l-mü’minin tarafından farz-ı ayn ilan olunabilir.


Balkanlar


Osmanlılar balkan anarşisi içine birleştirici dinamik bir kuvvet olarak meydana çıktıkları zaman , Bizans ve Balkanlar yalnız siyasi bakımdan değil, sosyal ve dini bakımdan da derin bir kargaşa ve parçalanma içinde idi. Merkezi otoritenin zayıflaması ve iç savaşlar eyaletlerde senyörlerin toprak ve köylü üzerinde sıkı ve keyfi kontrolü sonucunu vermişti. Zayıf Bizans idaresi eski askeri pronija topraklarını klişe ve senyörlerin elinden alıp merkezi kontrol altına sokmaya boşuna çalışıyordu. Toprak üzerinde merkezle yerel büyükler arasında bu mücadele kuşkusuz Balkan tarihinin temel sorunudur. Toprağa bağlı köylü , paroikos , senyöre ürün vergisinden başka bir takım angarya hizmetleri yapmak zorunda idi; odun ve saman sağlaması, öküzleri ile senyör için haftada iki veya üç gün hizmet , bunların en yaygın ve ağırı idi. Topraklarından kaçma ve senyörler arasında köylüyü toprağına çekmek için rekabet ve mücadele bu kötü koşulların doğurduğu bir durum idi. Osmanlı idaresi gelince , köylüyü himaye politikasını izleyerek adeta bir sosyal devrimin temsilcisi oldu.
                
Halil İnalcık Devlet-i Aliyye 1.Cilt

29 Eylül 2015 Salı

Ben Eğilmem



Asaf İlbay anlatıyor:

“Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’te çok moda olan 'mancınık' oyununu oynardık. Bu bir nevi 'birdirbir' oyunuydu. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sırayla üzerinden atlıyorlardı. O, oyuna iştirak etmezdi ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde düşenler falan olursa, keyfine diyecek olmazdı. Bir gün kararlaştırdık, yaka paça onu zorla oyuna soktuk. Sırayla hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve:

-‘Haydi atlayın!’ Dedi.

Biz başını yere doğru eğilmesi için ısrar ettikçe, o:

-‘Ben eğilmem! Böyle atlarsanız atlayın’ diyordu. Bir türlü razı edemedik.”1

1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Cilt I,İstanbul 1967, s. 2

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

Benim Kitap Alacak Param Yok


Mustafa Kemal, Harbiye’de okurken, bütün hayatında olduğu gibi, sonsuz bir enerji doluydu.

Cuma günü izinlerini İstanbul’da eğlenerek geçiren ve sık sık gezmeye çıkan Mustafa Kemal, o üstün zekâsıyla derslerini de kolayca yapıyordu.

Bir gün yine cuma iznine hazırlanıyordu. Arkadaşlarından biriyle tatlı bir sohbete dalmıştı. Başmubassırın elinde kitaplarla yaklaştığını gördüler. Mustafa Kemal:

-“Bak, dedi, Baş mümessil bir sürü eski kitaplarla geliyor. Bıktım artık bunlardan.”

Baş mümessil yaklaştı. Bu kitaplar, öğrenciye satılan ders kitapları idi. Mustafa Kemal:

-“Ben istemem” dedi.

-“Nasıl istemezsin” diye sordu.

-“Bayağı istemiyorum.”

-“Fakat…”

Mustafa Kemal kızmıştı:

-“Bu mektepte bir seneden beri kapıcı Mustafa her sabah bana bir yumurta getirir, aybaşında hesap isterken:

Efendim, bu ay otuz üç tane oldu, diye karşıma dikilir.

-"Ulan bir ayda otuz üç gün var mıdır?" Dersem nafiledir. Çünkü ona ayın en nihayet 31 olabileceğini anlatamam. Sana gelince, dayarsın, istemem derim, anlamazsın. Ben paramı geçinmek için yetiştiremiyorum. Sen, al diye ısrar ediyorsun. Ders kitabı değil mi? Ben dersimi yaptıktan sonra kitap almaya mecbur muyum?”

Ve Mustafa Kemal, mümessilden kitapları almamış ve üste de ona bir ders vermişti.1

1 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Cilt I, İstanbul 1967, s. 24-25.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

Özgürlük Tanığı


Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, insanlar, tatsız ve acımasız inançlar yüzünden her şeyden utanır oldular. Kendilerinden, mutlu olmaktan, sevmekten, yaratmaktan utanıyorlar, öyle bir zaman ki bu, Racine Bérénice'i yazdı diye yüzü kızaracak, Rembrandt Gece Nöbeti tablosunu yaptı diye, mahallenin karakoluna koşup kendini bağışlatmanın yolunu arayacak. Yazarlar ve sanatçılar bugün vicdan azapları içinde yaşıyorlar. Kendimizi bağışlanık göstermeye çalışmak moda oldu aramızda.

Doğrusunu isterseniz, bu duruma düşmemiz için bir hayli uğraşıyorlar. Dört bir yanımızdan politikacılar bağırıp duruyorlar bize ve kendimizi savunmaya zorluyorlar bizi. Yararsız oluşumuzun ve yararsızlığımız dolayısıyla kötü amaçlara araç oluşumuzun hesabını vermeliymişiz. Bu birbirini tutmaz suçlamalar karşısında kendimizi temize çıkarmanın güçlüğünü söyledik mi, diyorlar ki bize :

Herkese birden hesap vermek olanaksızdır, ama bazı kimseler sizi cömertçe bağışlayabilirler. Bunun için de, onların partisine girmeliymiş, bu parti de dediklerine göre, doğru yoldaymış. Bu türlü savlan bir tutturdular mı, sanatçıya şunu da söylüyorlar : «Dünyamızın yoksulluğunu görüyorsunuz. 

Ne yapıyorsunuz bunun için?» Bu hayasızca yüklenmeye karşı şunu söyleyebiliriz : «Dünyanın yoksulluğu mu dediniz? Ben onu artırmıyorum hiç olmazsa. Hanginiz bunu söyleyebilirsiniz?» Bununla birlikte, aramızda kendini bilen hiç kimse, umutsuz bir insanlıktan yükselen çağrıya duygusuz kalamaz; orası doğru. Demek ki, ne yaparsak yapalım, kendimizi suçlu bulmak zorundayız. Bu da bizi layık anlamıyla günah çıkarmaya götürür ki, en belalısı da budur.

Yine de iş göründüğü kadar basit değil. Bizden istedikleri seçme, pek öyle kendiliğinden olmuyor. Bu seçme, daha önce yapılmış başka seçmelere bağlı. Bir sanatçının yaptığı ilk seçme, sanatçı olmaktır. Sanatı seçmesinde kendi kimliği ve sanat anlayışı rol oynamıştır. Bu nedenler onca yaptığı seçmeyi haklı göstermeye yetmişse, bugün de aynı nedenler tarih karşısındaki tutumunu belirtmesine yardım edebilirler. Hiç değilse, ben böyle düşünüyorum ve mademki açık konuşuyoruz, biraz tuhaf da görünse, ben bu akşam, duymadığım bir vicdan azabından değil, dünyanın yoksulluğu karşısında ve bu yoksulluk dolayısıyla mesleğimiz için duyduğum minnet ve kıvançtan söz edeceğim. Mademki hesap vermek gerekiyor, ben haklıyız diyeceğim, bu mesleği kinin kuruttuğu bir dünyada kendi güçlerimiz ve yetilerimizin sınırları içinde yürütmekte. O meslek ki, her birimize kimsenin can düşmanı olmadığımızı rahatça söyletebilir. Ama, bu düşünceyi açmak gerekir. Onun için, biraz yaşadığımız dünyadan ve biz yazar ve sanatçıların bu dünyada ne yapması gerektiğinden söz etmeliyim.

Dünyamızın başı dertte ve bizden bu durumu değiştirmemiz isteniyor. Ama, bu dert nedir? ilk bakışta şöyle anlatıveririz gibi geliyor. Bu son yıllarda, dünyada, çok insan öldürüldü, dediklerine göre, daha da öldürülecek. Bu kadar çok ölü, ister istemez, havayı ağırlaştırıyor. Yeni bir şey değil bu, kuşkusuz. Resmi tarih, oldum olası, büyük katillerin tarihidir. Kabil Habil'i bugün öldürmüş değil, ama bugün Kabil Habil'i akıl uğruna öldürüyor ve onur madalyası istiyor.

Düşüncemi daha iyi anlatmak için bir örnek vereceğim.1947 Kasım grevleri sırasında gazeteler Paris celladının da işini bırakacağını yazdılar. Bu yurttaşımızın kararı üstünde gereğince durulmadı bence, istediği şey apaçıktı. Her gördüğü iş için bir pirim istiyordu; her iş görenin istemekte haklı olduğu gibi. Ama, asıl isteği büro şefliği kadrosuydu. îyi hizmet ettiğine inandığı devletin bugün bütün iyi memurlarına verebileceği tek hakkı, elle tutulur tek onuru, yani belli bir devlet kadrosunun kendisine de verilmesini istiyordu, işte tarihin yükü altında, son serbest mesleklerimizden biri de böylece sönüp gidiyordu. Evet, tarihin yükü altında diyebiliriz, gerçekten. îlk kanlı çağlarda, korkunç bir ün celladı herkesten uzak tutardı. O, işi gereği, yaşamın ve bedenin gizine kıyan kimseydi. Korkunçtu ve biliyordu korkunç olduğunu. 

Celladın korkunç olması, insan yaşamının değerli olması demekti. Bugünse cellatlık yalnızca utanılır bir iş olmakla kalıyor. Bu durumda celladın, elleri temiz değil diye sofraya alınmayan bir yoksul akraba işlemi görmek istememesini haklı buluyorum. Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve nerdeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar haklan vardır. Doğrusunu isterseniz, biz Fransızlar bu işte biraz geç bile kaldık. Dünyanın hemen her yerinde, cellatlar bakan koltuklarına kurulmuşlar bile.


Yalnız balta yerine kalem kâğıt var ellerinde.ölüm bir istatistik ve devlet işi oldu mu, dünya işleri artık iyi gitmiyor demektir. Ama, ölüm soyutlaştı mı, yaşam da soyutlaştı demektir. Bir adamın yaşamını bir ideolojiye kul köle etmek, onu soyutlaştırmak değil de nedir? İşin kötüsü, biz,ideolojiler, hem de toptancı ideolojiler çağındayız. Bu ideolojiler, kendilerine, dar kafalarına, budalaca mantıklarına o kadar güveniyorlar ki, dünyanın esenliğini yalnız kendilerinin basa geçmesine ve başkalarının boyun eğmesine bağlı görüyorlar. Oysa, bir insana ya da herhangi bir şeye boyun eğdirmeyi istemek, onun kısır, sessiz, hatta ölü olmasını istemek demektir. Bunu görmek için sağımıza solumuza bakmak elverir. 

Karşılıklı konuşma olmayan yerde yaşam da yoktur. Ve dünyanın en büyük bölümünde, bugün, karşılıklı konuşmanın yerini tek yanlı çatma almış, diyalogun yerini polemik tutmuştur. XX. yüzyıl tek yanlı çatma ve kötüleme çağıdır. Uluslar ve tek tek insanlar arasında, eskiden pir aşkına görülen işlerde bile, bugün, çatma konuşmanın yerini almıştır. Gece gündüz, binlerce sesin, tek yanlı bağrışmaları, ulusların üstüne aldatıcı sözler, taşlamalar, savunmalar, coşkunluklar yağdırmaktadır.

Peki ama, polemik nasıl bir makinedir, nasıl işler? Karşısındakine düşmanmış gibi bakacaksın, onu basitleştirecek, hiçe sayacaksın, yani görmek bile istemeyeceksin. Kötülediğin kimsenin artık gözünün rengini bile bilmez olacaksın. Hiç güldüğü olur mu, gülerse acaba nasıl güler diye düşünmeyeceksin. Polemik yüzünden, çoğumuzun gözünü perdeler bürümüş, artık insanlar arasında değil, bir gölgeler dünyasında yaşıyoruz. İnandırma olmayan yerde yaşam da yoktur. Bugünün tarihi ise yıldırmadan başka bir şey bilmiyor. İnsanlar, ortak bir şeyleri olduğu ve bir şeyde her zaman buluşabilecekleri düşüncesiyle yaşar ve ancak bununla yaşamasını bilirler. Ama, biz yeni bir şey bulduk : İnandırılmayan kimseler de varmış meğer. Toplama kamplarının bir kurbanının, kendini çamura atanlara bunu yapmamaları gerektiğini anlatmasına olanak yoktu, hâlâ da yok.

Çünkü, bunu yapanlar, artık insanların değil, bir düşüncenin adamıdırlar. Bu düşünce de, yumuşamak nedir bilmeyen bir istemin buyruğundadır. İnsanlara boyun eğdirmek isteyenin kulağı sağırdır. Onun önünde ya dövüşeceksin, ya öleceksin. İşte bu yüzden, bugünün insanları korku içinde yaşıyorlar. Mısırlıların «ölüm Kitabı» nda doğru bir Mısırlının öbür dünyada temize çıkabilmesi için şunu söyleyebilmesi gerekirmiş : Kimseyi korkutmadım. Günümüzün büyükleri arasında, kıyamet günü, bu sözü söyleyecek adamı güç bulursunuz.

Bugün birer gölge durumuna gelmiş, sağır, kör, korku içinde yaşayan, karnelerle beslenen ve bütün yaşamları bir polis fişinde özetlenen insanların adsız, soyutlaşmış birer varlık sayılmalarında şaşılacak ne var? Bu ideolojilerden çıkmış düzenlerin büyük toplulukları yerlerinden söküp, zavallı birer rakam durumunda Avrupa'nın ötesine berisine sürmeleri ne kadar anlamlıdır. Bu güzel felsefeler tarihe gireli, eskiden her birinin bir el sıkma tarzı olan binlerce insan, göçmen damgası altında gömülüp gitmiştir. Çok akıllı bir dünya, bu damgayı onlar için bulmuş...

Evet, bütün bunlar akla uygun bir kuram adına bütün dünyayı birleştirmek istedi mi, dünyayı kuram kadar etsiz kemiksiz, kör, sağır etmekten başka yol yoktur. İnsanı yaşama ve doğaya bağlayan kökleri koparıp atacaksınız. Başka yolu yok. Dostoyevski'den beri Avrupa edebiyatında doğa betimlemelerine rastlanmaması bir rastlantı değildir sadece. Bugünü anlatan yapıtların yazarları, duygu incelikleri, sevgi gerçekleri üzerinde duracak yerde, yargıçlardan, mahkemelerden, davalardan, suçlama yollarından başka bir şey görmüyorlar. Pencereleri dünyanın güzelliklerine açacak yerde, yalnızların sıkıntılarına açılmış pencereleri kapıyorlar... 


Sanatın büyüklüğünü yapan her şey, böyle bir dünyaya karşıdır. Sanat yapıtı, yalnız varlığı ile,ideolojinin utkularım hiçe sayar. Yarının tarihinde görülecek şeylerden biri fatihlerle sanatçılar arasında şimdiden başlamış olan savaştır. Oysa, her ikisinin de istediği birdir. Politika ve sanat, dünyanın düzensizlikleri karşısında aynı başkaldırmanın iki ayrı yüzüdür. Her ikisinde de istenen şey, dünyayı birliğe götürmektir. Sanatçının davasıyla politika öncüsünün davası uzun zamandır birbirine karışmıştır. Bonaparte'ın isteği ile Goethe'ninki birdir. Ama, Bonaparte liselerimize trampeti, Goethe ise Roma Ağıtları’nı (Römisch Ele-gien) bırakmıştır. Ama, tekniğe dayanan yapıcı ideolojiler ortaya çıkalı, devrimci fatih olmaya başlayalı iki yol birbirinden ayrılıyor. Çünkü, sağda da solda da fatihin aradığı, karşıtların uzlaşması demek olan birlik değil, ayrılıkların ezilmesi demek olan toptancılıktır. Fatihin dümdüz ettiği yerde, sanatçı ayrılıklar görür. İnsanın etini kemiğini, duygularım hesaba katarak yaratan sanatçı, hiçbir şeyin basit olmadığını ve kendinden başka insanların yaşadığını bilir. Fatihse kendinden başka türlüsünün yok olmasını ister. Onunki bir efendi-köle dünyasıdır, yani bizim şu yaşadığımız dünya. Sanatçının dünyası, diri bir çatışma ve anlaşma dünyasıdır. Hiçbir büyük yapıt tanımıyorum ki, yalnız kin üstüne kurulmuş olsun. Ama, böylesi imparatorluklar biliyoruz. Fatihin kendi davranışının mantığına göre cellat ve polis olan yerde, sanatçı ister istemez çekingen olacaktır. Bugünkü toplum politikası karşısında sanatçı için tek tutarlı yol,kimsenin buyruğunu dinlememek, ya da sanatçı olmaktan vazgeçmektir. İstese bile, bugünkü ideolojilerin tuttukları yollara girmeyi, kullandıkları dili kullanmayı beceremez.

İşte, bunun için bizden hesap verme, bağlanma .istemek boşuna ve saçmadır. Biz bağlı olmasına bağlıyız; ister istemez. Kısacası, biz savaştığımız için sanatçı değiliz, sanatçı olduğumuz için yaşıyoruz. İşi gereği, sanatçı özgürlükten yanadır ve bu da ona çoğu kez pahalıya mal olur. îşi gereği, tarihin en içinden çıkılmaz karanlığında insanın nefes almaz olduğu yerde görevlidir. Dünyamız ne ise, o ve biz ne durumda olursak olalım, ona bağlıyız; doğamız gereği de bugün ister ulusçu, ister partici olsun, bu dünyayı elinde tutan soyut putların düşmanıyız. Ahlak ve erdem adına değil — böyle söyleyip herkesi büsbütün aldatanlar da var — biz erdemli kişiler değiliz. Devrimcilerimizin kafa ve burun ölçülerine bağlar göründükleri erdemden yoksun olmamız da üzülecek bir şey değildir. Biz, bütün insanlarda ortak olan şeye tutkun olduğumuz için. akim en bayağı yanıyla girişilen işlere katılmayacağız. Ama bu, bizim bağlılığımızın ne demek olduğunu da anlatıyor.

Biz, herkesin yalnızlığa hakkı olduğunu savunduğumuz için, hiçbir zaman yalnız kalmayacağız. Sıkıştırıyorlar bizi, vaktimiz yok, tek başımıza çalışamayız. Tolstoy, kendi yapmadığı bir savaş üstüne, bütün edebiyatların en büyük romanını yazdı. Bizim savaşlarsa, savaşlardan başka bir şey yazmaya vakit bırakmıyorlar... Péguy'yi ve binlerce ozanı birden öldürüyorlar...

Gerçek sanatçılar politika şampiyonu olamazlar. Çünkü onlar, bilirim, hem de nasıl, rakiplerinin ölümüne duygusuz kalamazlar. Sanatçılar yaşamdan yanadırlar, Ölümden yana değil. Etin kemiğin adamlarıdır onlar, yasanın değil. Sanatçı oldukları için,düşmanlarım bile anlamak zorundadırlar. Ama, bu, hiç de demek değildir ki, iyi ile kötüyü ayırt etmek gücünden yoksundurlar. Başkalarının yaşamını yaşamak güçleri olduğu için, en azılı suçluyu bile temize çıkaran yanı, acıyı görebilirler. 

İşte, onun için bizler hiçbir zaman mutlak bir yargı' veremeyiz ve giderek mutlak cezayı da kabul edemeyiz, ölüm cezasını kabul eden dünyamızda sanatçılar insanın ölümü reddeden yanını tatarlar. Yalnız cellatların düşmanıdırlar, başka hiç kimsenin değil.

Albert CAMUS

Albert Camus



İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor (eski söylediklerini yineleyenlerden başka), çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz. İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti.

İnandırılamayan bir adamdan elbette korkulur.Bu korku ile hesaplaşmak için onun ne demek istediğini, neden kaçtığını bilmek gerekir. Onun demek istediği de, kaçtığı da aynı şeydir: Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. îşte, günümüzün başlıca siyasal sorunu budur, öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu ilci soru üzerinde durmalıyız : Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz istemez misiniz? Doğrudan doğruya ya da dolayısıyla başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez misiniz? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürükleneceklerdir. Ben, bu sonuçlardan birkaçı üzerinde durmak istiyorum. Bu arada iyi niyetli okuyucum, kendi kendine aynı şeyi sorsun ve karşılığım versin.

Albert CAMUS

28 Eylül 2015 Pazartesi

Yağmur



Yağmurun hep insanların günahlarını temizlemek için yağdığını düşünürdüm.İnsanlar o büyük kelimelerin arkasına sığınan insanlar kibirli sonsuz olacaklarını düşünen.Halbuki dünya tarihinden baktığımızda hiçbirşey olmayan insancıklar.

Fikirlerin ve çıkarların çatışmadığı bir dönemde yazı yazmak kadar zor insanları anlatmak.Ancak anlatmak insanlığın dünden bugüne hikayesi galiba...

Bazen bizim gibi delilere düşüyor olması ise aslında toplumda bize verilen bir makam.

s.yücelgür

Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar.

Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok. Yanıtlamak gerek önce. Nietzsche'nin de söylediği gibi, bir filozof saygıdeğer olabilmek için özüyle sözü bir olmak zorundaysa, bu durumda yanıtın önemi ortaya çıkar, çünkü yanıt kesin davranışı önceler. Bunlar yürekte kendini gösteren apaçıklıklardır, ama onları zihinde aydınlık kılabilmek için derinleştirmek gerekir.

Albert CAMUS


22 Eylül 2015 Salı

Zaman hepimizi büyüttü değil mi ?



Kalemlerimiz kılıç oldu.Gözyaşlarımız sessiz odalarda kayboldu.Trenler artık o kadar çekici gelmemeye başladı.

O anadolu gibi olan kadınlarımız da yok artık.Toprak kadar onurlu ve özgür o kadınlar yok artık.Cepheye mermi taşıyan güzellikte kadınlar.

İdeali koskoca bir coğrafyaya sığmamış olan kadınlar.Bir elinde bebesi diğer elinde ülkesi için mermisini taşıyan o kutsal ruhlar.Yok mu artık !!!


Halide Onbaşı (Halide Edip Adıvar) (1884-1964)
Nezahat Onbaşı (Nezahat Baysel) (Ö. 24 Eylül 1994)
Şerife Bacı (Ö. 1921)
Fatma Seher Erden (Erzurumlu Kara Fatma)
Halime Çavuş
Hafız Selman İzbeli
Gördesli Makbule (1902-24 Mart 1922, Kocayayla/Akhisar)
Çete Emir Ayşe
Tayyar Rahmiye

 Ruhları Şad olsun...


S.yücel gür 

21 Eylül 2015 Pazartesi

Dahi Kime Derler?




Her zaman Atatürk soru sormaz veya sınava çekmez ya! Bir gün de, sofrada, neşeli bir zamanında Atatürk’ü sınava çektiler arkadaşlarından biri,  sordu:

“Lütfen cevap verin bakalım; dahi kime derler?” Atatürk duraksamadan ve kendisinin sınava çekilmesini yadırgamadan, cevap verdi:

“Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik” der.1

1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, 2. Baskı, Kültür Kitabevi, İstanbul 1973. s. 71

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009

Dalkavuklar ve Hakiki Sadakat




Bursa’da bir sofra… Bağlılıktan bahsediliyor. Sofrada bulunanlardan bazıları birbirleriyle yarış edercesine vardıkları bağlılık derecelerini yavaş yavaş canlarını fedaya hazır olduklarına kadar getiriyorlardı. Atatürk, bütün bunları sessiz dinledikten sonra cebinden tabancasını çıkarıp masanın üstüne koyuyor.

-“Benim için kim kendini öldürebilir?” Diyor. Ortalıkta soğuk bir sessizlik rüzgârı esiyor. Biraz önce fedakârlık yarışı yapanlar soğuk terler dökmeye başlıyorlar. Sonra:

-“Nöbetçi…” diyor. Bütün bunları bilmeden kapıda nöbet bekleyen er içeriye giriyor. Atatürk:

-“Oğlum” diyor. “Benim öl dediğim yerde ölebilir misin?”

-“Ölürüm Paşam.”

-“Al şu tabancayı… Şakağına daya… Arkanı dön… Ateş.”

Nefesi kesilmiş insanların korkunç terler döktükleri salonda bir küçük tıkırtı duyulur. Tabancanın tetiği çekilmiştir. Fakat boş tabancadan sadece bir tetik sesi çıkmıştır.

-“Efendiler, işte Türk askeri budur. Onun bağlılığı budur.”

Kaynak: Atatürk ve Unutulmaz Anıları, Ahmet Gürel, Bülent Türker, Nisan 2009 

Yenilmeyen Atatürk


Hüseyin Cahit Yalçın, demokrasi devrine geçer geçmez bir gazeteden kendisine telefon edildiğini şöyle anlattı:

-“Atatürk devrinin en büyük sıkıntısını çekenlerden biri de sensin… Şimdi sırasıdır; hatıralarınızı yazmaz mısınız?” Demişler…

Hüseyin Cahit Bey gülerek:

-“Ne budala adamlar, yaşarken yenilmeyen Atatürk’ü öldükten sonra yenilecek sanıyorlar” demişti.

(Dünya Gazetesi: 5 Nisan 1959 – Falih Rıfkı Atay)1

1 Hilmi Yücebaş, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul 1973, s. 54.

Kaynak: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009

20 Eylül 2015 Pazar

Homeros

Homeros,yaşadığı Antikçağ'da yerel tatları evrensel boyutta dile getirmeyi bilen sayılı sanatçılardandır.Cevat Şakir'in ifadesiyle '' Bakışı doğuya,sesi batıya yönelikti onun.İki ayağı limanın iki yakasında kabul edilen Rodos Feneri gibi Homeros'un da bir ayağı Mezopotamya'da öteki de baıtda,Küçük Asya'da idi ''

19 Eylül 2015 Cumartesi

Erkek bebekler neden mavi giyer ?


Yüzyıllarca önce insanlarda şeytani güçlerin, bebeklerin veya küçük çocukların odalarında dolaştıklarına, onların vücutlarına girmek için fırsat kolladıklarına ilişkin ortak bir inanç vardı. Ayrıca bu şeytani güçlerin, mavi renk tarafından kovulduğuna da inanılıyordu. Çünkü mavi göklerin rengi idi. Hatta bugün bile hala Ortadoğu'da şeytanı kovmak için, bazı evlerin kapıları maviye boyanmaktadır.

O zamanlarda, sülalenin devamı için, erkek bebeklerin önemi daha fazla olduğu için, şeytan korkar da gider diye, erkek bebeklerin ve küçük erkek çocukların giysilerinin mavi olması adet haline geldi ve yüzyıllar boyunca devam etti.

Çok sonraları kız bebekler de "erkek bebekler kadar önem kazanınca", onların giysilerine de bir renk verilmesi ihtiyacı doğdu ve de çiçeklerin en güzeli olan gülün rengi, yani pembe renk verildi.

Kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?




1950'li yıllarda ilk elektrikli tıraş makineleri devreye girdi. Aynı yıllarda ise paslanmaz çelik tıraş bıçağı piyasaya çıktı. Günümüz erkeklerinin yaklaşık yüzde 80'i ıslak tıraşı yani tıraş bıçağı kullanmayı tercih ediyor. Dünyada tıraş olan 2 milyar erkek ve her birinin yüzünde ortalama 15 bin kıl varken ve hele hele bu kıllar günde yaklaşık 2 milimetre uzarken, yani bir erkeğin ömrünün ortalama 100 günü tıraş olmakla geçerken, kim bükebilir tıraş bıçağı sektörünün bileğini?

Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi Yarım Ay

16 Eylül 2015 Çarşamba

Ratip Tahir Burak

Ratip Tahir Burak

Ratip Tahir Burak 1904’te İstanbul’da doğdu. Burak, Tüksek Deniz Ticaret Okulu’nu bitirdi (1921). İlk karikatürleri Aydede dergisinde yayımlandı (1922). 1925’te denizciliği bırakarak tümüyle karikatüre yöneldi. Resim öğrenimi için gittiği Paris’ten dönüşte (1928) Kabataş Erkek Lisesi resim öğretmenliğine atandı; Karikatür, Karagöz, Amcabey, Akbaba gibi dergi ve gazetelere karikatürler çizdi. 19362da Ankara’ya yerleşti ve Ulus gazetesinde çizmeye başladı. 1950’de tekrar İstambul’a döndü, Hürriyet gazetesinin Pazar ilavesinde tam sayfa karikatürleri yayımlandıç 1956’da Halk gazetesini çıkardı; aynı yıl karikatürü nedeniyle 18 ay hapse mahkûm oldu. 27 Mayıs sonrasında Kurucu Meclis üyeliğine seçildi; 1961’de CHP İstanbul milletvekili olarak TBMM’ye katıldı. Daha çok, ünlü Türk denizcilerinin yaşamını ve kahramanlıklarını konu edindiği çizgi romanlarında, resimli roman estetiğini ön planda tuttu; tarihsel olayları abartısız çizgilerle resimli romana aktardı. Tarihsel konulu resim geleneğinin önde gelen temsilcilerinden sayılan Burak’ın yayımlanmış birçok karikatür albümü ve tarihsel çizgi romanı vardır.

Tarihsel konulu çizgi romanlarıyla tanınan karikatürist Ratip Tahir Burak 28 Ekim’de İstanbul’da öldü.


Resimin Hikayesi

Karikatürcülük yanı ağır basan Ratip Tahir, yağlıboya janrında da başarılı bir ressamdır. Bir zamanlar bulunduğu yerden sökülerek ambarlara kaldırılan İktisat Vekâleti'nin girişindeki "Ergenekon I" ile "Ergenekon II" adlı tabloların ressamı Ratip Tahir'dir. Yıllarca Ankara'da sanatını sürdüren Ratip Tahir, Cumhuriyetin 2. yıldönümü gecesindeki baloda, büyük bir karton üzerine Atatürk'ün görünümünü yapmış ve bunu o zevkli gecede kendisine sunmuştur. Çok neşelenen Atatürk bu resmini etrafını saran yabancı elçilere göstererek görüşlerini sormuştur. Herkesin beğenisini kazanan bu resim, o gecenin hatırası olmak üzere balodakiler tarafından imzalanmıştır. Tarih 29 / 30 Ekim 1925'tir. Güzel bir anıyı içeren bu büyük boy karton üzerine yapılan desen usta bir fotoğraf sanatçısı olan eski İçişleri Bakanı Cemil Uybadın tarafından çoğaltılmış ve o gecenin konuklarına daha sonra dağıtılmıştır.


Atatürk’ün 1928 yılında Türk Ocağı Genel Merkezi binası olarak yaptırdığı Cumhuriyet döneminin en güzel mimarîlerinden olan, günümüzde, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak hizmet veren binanın üst katına çıkan merdivenlerin başına Atatürk’ün isteği üzerine ünlü ressamlarımızdan Ratip Tahir Burak’a yaptırtılmış ve duvara asılmıştır.


Atatürk'ün ülkenin sembolü olarak seçtiği Ratip Tahir Burak imzalı sembol.


30 Ağustos Zaferi için Ratip Tahir Burak tarafından yapılan çalışma.


11 Eylül 2015 Cuma

Yeni bir dünya ister bazen insan...


 
    Sorgulamak limanından geçmeyi aklımızdan bile geçirmezdik kitap okumaya başlarken.Aslında bilmeden bu hastalığa tutulduk.İnsanlar ya da toplum sayesinde belki de.De'yi yanlış yazma pahasına göze almak aslında sorgulamanın başlangıcı olabilir benim için.Çok karmaşık düşünceleri olan insanlar tanıdım.Kendimi de bunlardan saydım belki.

    Sabah fırından alınan sıcak ekmek kokusu ile o miss gibi kokan kitabın sayfa kokusu aynı idi bizim için.Bu çocuk okumaz serseri olur dediler.Okumaz dediler bende okumaya başladım.Halbuki bizim toplumumuzun okuma anlayışı çok farklıydı.Bireyin herhangi bir üniversiteyi bitirip işini eline alması idi.

    Bir dakika ölmem gerek önce ruhen.Sadece o maaşı bol bir meslek seçip hayata başlamam gerekti toplumun gözünde.Devam edelim mi yazmaya,yoksa herbirimiz herhangi bir kitlesel ideoloji kalıplarına mı koşalım.

Yaşamak hepimizin umrunda...
Haydi İsmet ÖZEL'in satırları gibi savaşalım birbirimiz ile.

salihyücelgür

Sanatın en etkili dallarından müziği ele alalım



Sanatın en etkili dallarından müziği ele alalım. Bir Itri’nin veya bir Mozart’ın bestelerinin tesadüfen, bir zihnin gayesel-sanatsal üretimlerinin ürünleri olmadan ortaya çıkmalarının mümkün olup olmadığıyla ilgili soruya sanatsal sezgilerini kullanan herkes koro halinde “Hayır” cevabını verecektir. Peki, evrenin potansiyelinde müziğin varlığını mümkün kılacak şekilde notaların var olmasının, üstelik bu notaların potansiyelinde hem Itri’nin hem Mozart’ın hem de binlerce sanatçının farklı bestelerinin ortaya çıkmasını mümkün kılacak bir potansiyelin var olmasını; teizmin öngördüğü şekilde evrene bu potansiyelin bilinçli bir şekilde verilmesi olarak mı, yoksa materyalist-ateizmin öngördüğü şekilde mutlu bir tesadüf olarak mı değerlendirmek sezgilerimizle daha uyumludur? Itri’nin tek bir bestesinin oluşumunu tesadüfe atfetmeyen sezgilerimizin evrenin potansiyelinin müzik gibi muhteşem bir meyvenin ortaya çıkmasına olanak tanımasını hiçbir şekilde tesadüfe atfetmemesi gerekir.