29 Aralık 2016 Perşembe

Hikmet Çiçek - Dr. Bahattin Şakir İttihat ve Terakki'den Teşkilatı Mahsusa'ya Bir Türk Jakobeni

Kim Kaldı?
silah atılmıyor
güvercin şakırtısıdır
şafakta yaldızlanan
şadırvanda su
ıhlamurlarda ezan
görkemli bir namaz uğultusu
heyhat
hamzabey cami-i şerif’inden kim kaldı
kim kaldı eski selanik’ten
laternalar sustu
sürahiler tenha
tek kibrit çakılmıyor
kim kaldı ittihat ve terakki’den
Jön Türkler ki – ‘hariçten
evrak-ı muzırra celbederlerdi’ –
fedailer ki barut öksürürler
sakal tıraşları mavi
kırmızı bıyıkları biber

Attilâ İlhan

ÖNSÖZ

Bahattin Şakir, İttihat ve Terakki’nin en önemli üyelerinden, daha doğrusu önderlerinden biriydi. Hikmet Çiçek onun hakkında bir inceleme ortaya koyarak yakın tarihimize önemli bir katkı yapmış oluyor. Kendisine teşekkür borçluyuz.

Ben burada İttihat ve Terakki üzerine bazı noktaları belirtmek istiyorum. Bunlardan ilki, İttihat ve Terakki’nin çok kötülenmiş olduğudur. İttihat ve Terakki’nin hiç dostu yok gibidir.

II. Abdülhamit’i tahttan indirdiği, daha genel olarak da Meşrutiyeti getirerek Saray’ın yetkilerini, gücünü sınırlamış olduğu için, saltanat yanlıları, daha genel olarak ağalık ve şeyhlik düzeni (feodalizm) yanlıları İttihat ve Terakki’ye düşmandır. 1926’da kimi eski İttihatçılar Atatürk’e karşı İzmir’de başarısız bir suikast düzenledikleri için, Atatürkçüler de İttihat ve Terakki’yi sevmezler. Atatürk’ün canına kastetmenin çok büyük bir alçaklık, çok büyük bir hainlik olduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte, suikastçıların ne ölçüde İttihat ve Terakki’yi temsil ettikleri, yani suikastın İttihat ve Terakki’ye ne ölçüde mal edilebileceği sorulabilir. Zira İttihat ve Terakki sekiz yıl önce dağıtılmış olan bir kuruluştu. Ayrıca İttihat ve Terakki bir bakıma çok türdeş, bir bakıma da hiç türdeş değildi. Örneğin, Atatürk’ün kendisi ve kimi arkadaşları da bir zamanlar İttihat ve Terakki üyesi olmuşlardı. İttihat ve Terakki’den nefret eden bir başka kesim de “düveli muazzama” (büyük devletler) idi. Bu ülkeler emperyalistti. Osmanlı devleti de emperyalizmin hedefi olan, sömürgeleştirilmek istenen bir ülkeydi. Ayrıca Türklerin oturduğu Osmanlı topraklarının ana bölümleri eski Yunan, eski Roma, eski Hıristiyan toprakları olmak dolayısıyla da bu ülkelerin ilgisini çekiyordu. Çünkü bunların gözünde Türkler sonradan gelmişlerdi, söz konusu toprakların “asli” sahipleri değillerdi. Üstelik Türkler uygarlıktan yoksun, işe yaramaz bir halktı. Dinleri olan İslamiyet ise hiçbir kutsallık taşımayan, Afrika ya da Uzakdoğu dinleri gibi “alakasız” bir dindi. Sonuç olarak, Osmanlı toprakları emperyalistlere ya da “asli sahiplerine” verilmeliydi. Batı‘nın tavrı buna göre programlanmıştı. Ünlü “Şark meselesi”, bu programın nasıl gerçekleştirilebileceğine dairdi.

Büyük devletler ve onların kamuoyu İttihat ve Terakki’den nefret ediyorlardı; çünkü İttihat ve Terakki, çağcıllığın temsilcisi olarak, “hasta adam” ilan edilmiş bulunan Osmanlı devletini ayağa kaldırmak iddiasını taşıyordu. Oysa Osmanlı devletinin ayağa kalkması demek, Batılıların bu ülke üzerindeki emperyalist emellerinin sonu demekti. İttihat ve Terakki’yi sevmemeleri bundan ötürüydü. Düveli muazzamanın İttihat ve Terakki’ye karşı nefretinin derecesi konusunda günümüz okuyucularına bir fikir verebilmek için bunun bir çeşit “Saddamlaştırma” olduğunu söyleyebiliriz.

İttihat ve Terakki İkinci Cumhuriyetçilerin de nefretini kazanmış bulunuyor. Bunlar, “tepeden inmeciliğe”, askercil düzenlere, genel olarak devrime karşı “demokrasi” ve evrimden yana oldukları için, Atatürk Devrimi‘ne karşı oldukları gibi, aynı nedenlerle İttihatçılara da karşıdırlar. Örneğin, Ahmet Altan, romanlarında onları gaddar, acımasız, insanlık dışı kişiler olarak sunar.

***

İttihat ve Terakki’nin temel özelliklerine de değinelim. İttihat ve Terakki, “mekteplilerin” siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez “çokça” denebilecek sayıda, düzenli olarak “yeni adamlar” yetişmeye başladı. Yeni adam demek, çağcıl (modern) adam demekti. Yani, ortaçağcıl olmayan, özgür kafalı insanlar. Bu insanlar, böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet, kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet (padişahlık) onlara gereksinimi olduğunu bildiği için, yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çalışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet, “kerhen” de olsa, onlara tahammül etmek durumundaydı.

Örneğin, II. Abdülhamit zamanında Harbiye’den pek çok subay yetişti. Ama bunlar genellikle İstanbul’dan uzaktaki görevlere atanıyorlardı. Ne olur, ne olmaz diye... Abdülhamit’in yeğlediği subaylar alaylı subaylardı. Bunlar akıllı ve becerikli erlerin önce onbaşı, sonra çavuş, sonra da subay olmalarıyla “devşirilirdi”. Paşalığa kadar yükseldikleri halde okuryazarlıkları bile kuşkulu olabilen alaylı subaylar, Padişahın lütfuyla o mevkilere gelmiş oldukları için, mekteplilere göre çok daha sadık oluyorlardı. Abdülhamit gibi zeki bir hükümdarın mekteplilerin daha iyi asker olduklarını bilmemesi olanaksızdı. Ama mektepli subaylar genellikle Rumeli’ye atanıyorlardı. Böylece hem Rumeli’deki çetelerle daha etkili mücadele edilmiş oluyordu, hem de Padişaha zarar veremeyecek bir mesafede tutulmuş bulunuyorlardı.

Böyle bir durumda kurulan İttihat ve Terakki, mekteplilerin siyasal örgütü oluyordu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, aynı zamanda mekteplilerin zaferi demekti. En kısa sürede ordudaki alaylı subaylar tasfiye edildiler. Ordu artık tümüyle mekteplilerin elindeydi. Sivil bürokraside de, o denli hızlı olmamakla birlikte, alaylıların tasfiye edildiklerini görüyoruz. 31 Mart Olayı’nda, isyancı askerlerin mektepli avına çıkmaları boşuna değildi.

***

İttihat ve Terakki’nin dikkat çeken bir özelliği de yıldırı (tedhiş, terör) yöntemlerini kullanmasıydı. Yasadışı gizli bir devrim örgütüyken adam öldürmesine pek şaşılamazsa da, Hürriyet’in ilanından sonra da bu yöntemi sürdürmesi tuhaf görünebilir. Gerçekten de 1908, 1909, 1910, 1911 yıllarında İttihat ve Terakki kendince zararlı gördüğü birer kişiyi öldürtmüştür. Acaba neden? Bunun nedeni şuydu: 1913’e kadar İttihat ve Terakki tam iktidar olamadı. Yani, İttihatçı olmayan paşalar sadrazam oluyordu. Ancak bazı bakanlıkları İttihatçılar üstlenebiliyorlardı. İttihat ve Terakki “yap” ya da “yapma” tarzında yönergeler veriyordu (denetleme iktidarı), ama bunların ne ölçüde, nasıl uygulanabildiğini, hatta bazen uygulanıp uygulanmadığını doğru dürüst denetleyecek durumda değildi. Demek ki, kendini (haklı olarak) iktidarda görmediği ve devrimci bir örgüt olduğu için, yıldırı yöntemine başvuruyordu. Bir de şunu belirtmek gerekir ki, yıldırı yöntemlerine başvuranlar, kendilerine güvenemedikleri için, zayıf oldukları için, insanları ürküterek amaçlarına ulaşmak isteyenlerdir. Nitekim İttihat ve Terakki, tam iktidar olduğu 1913’ten itibaren yıldırı yöntemlerine başvurmayı gerekli görmemiştir.

Şiddet yöntemlerinden söz açılmışken, Ermeni tehcirinden söz edilebilir. Tehcir, savaş sırasında isyan, düşmanla birlik olma gibi davranışlar dolayısıyla yapılmıştır. Herhangi bir devletin, benzer bir durumda bu önleme başvurması onun meşru hakkıdır. Kötü olan, tehcir sırasındaki ölümlerdir. Bunların birçoğu, Doğu Anadolu’da ulaşım araçlarının yokluğundan kaynaklanmıştır. Soykırım söz konusu olsaydı, tehcir sonucunda o kadar çok Ermeni sağ kalamazdı denebilir. Bugün Avrupa ve Amerika’daki Ermenilerin çoğu tehcirde sağ kalanların torunlarıdır.

***

İttihat ve Terakki’nin ilginç bir yönü, örgüt içi demokrasi uygulamasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkenin çoğu yerlerini kapsayan geniş bir örgütü vardı. Her yıl örgütün Umumi Kongresi yapılıyor, burada Kongre dışındaki yetkili organ olan Merkezi Umumi seçiliyordu. Uzun süre İttihat ve Terakki’de başkanlık mevkii yoktu. Kâtibi Umumi vardı, ama o da “lider” konumunda değildi. Şevket Süreyya Aydemir’in deyişiyle “tek adam” yoktu İttihat ve Terakki’de. Ortaklaşa önderlik (kolektif liderlik) söz konusuydu. Talat ve Enver, partinin sivrilen adlarıydı, ama umumi kongrelerin, Merkezi Umumi’nin önemi hiç azalmadı denebilir. Oysa günümüzdeki büyük partilerde genellikle önder her şeydir. Kongreler ne siyaset, ideoloji, program belirlemede, ne de önder belirlemede fazla bir ağırlığı olmayan kuruluşlardır. Kongrelerin heyecanlı, ilginç yönü, Merkez Yönetim Kurulu üyelerinin belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Ama bu, belirlenen kurulun herhangi bir ağırlığı olduğu anlamına gelmemektedir. Kısaca, İttihat ve Terakki’de parti içi demokrasi bugünkü partilerimizden çok daha ileri derecedeydi.

İttihat ve Terakki bu özelliğini neye borçluydu? Sanırım bu, seçkin, okumuş üyelerden oluşmasının bir sonucuydu. Oysa bugünkü partilerimiz genellikle rastgele, “sokaktan” üye toplayan örgütlerdir. Demek ki, parti içi demokrasi üye niteliğiyle yakın ilgilidir. Rastgele (“naylon”) üyeleri olan partilerde bu üyelerin katılımı, katkısı olmamakta (belki olmaması gereklidir), dolayısıyla parti içi demokrasi oluşamamaktadır. Sözü edilen üyeler “delege ağalarının” piyonları olma işlevini yerine getirmektedirler.

Sonuç olarak Atatürk’ün İttihatçılar konusunda Mütareke İstanbul’unda iken İngiliz Rahip Frew’ya (Fru) söylediklerini anımsatmak uygun olabilir. (Falih Rıfkı Atay’ın 1926’da Atatürk’ten kaydettiği anılar.) Frew o dönemde Mustafa Kemal’le bir salonda karşılaşır. Frew ona öncelikle İttihat ve Terakki’nin “cinayetlerini” kabul etmesi koşulunu öne sürer. Mustafa Kemal’in yanıtı ilginçtir. “İttihat ve Terakki’nin birçok kusur ve yanlışları olabilir. Fakat ‘vatanperver’ bir kuruluştur.” Kendisi de o kuruluşun içinde başlangıcından çok zaman sonrasına kadar bulunmuştur. Ben de Atatürk gibi düşünüyorum. İttihat ve Terakki’nin günahları, kusurları vardır, fakat onu toptan mahkûm edip silemeyiz.


Sina Akşin
Ankara, 5 Nisan 2004