24 Mayıs 2016 Salı

Yabancı

Nedense bugün Albert Camus'un Yabancı isimli eseri geldi aklıma.Eser gerçekten de eser niteliğinde olduğu için sanki hiç unutulmayacak gibi geliyor bana.Çünkü o kadar güzel bir çıkmazın içindeki hayata tutunma duygusu var ki eserde.İnsan gerçekten nefes aldığının hissedebiliyor bence.Genellikle bu tür kitaplar okumam ancak A.Camus gerçekten sözleri ve hayata bakışı ile dikkatimi çekmişti.Bu yüzden Yabancı isimli kitabına başlamıştım hayat gerçekten sandığımızdan daha değerli aslında tabi ki toplumun içinde ne kadar olduğumuza da bağlı biraz.Zaman olarak söylemeye çalışmıyorum değer olarak anlatmaya çalışıyorum.

Yabancıdan bir kesit 

Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum. İhtiyarlar Yurdu’ndan bir telgraf aldım: "Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak. Saygılar." diyordu. Bundan pek bir şey anlaşılmıyor. Belki dün ölmüştür.

Ölmek aslında o kelime ne kadar derin ve ne kadar soğuk değil mi ? 

Bence yabancıya yabancı olan herkes okumalı bu kitabı.Kitap gerçekten bir çocuğun kalp ritimleri ile birşeyleri anlatmaya çalışması gibi.

Salih Yücel GÜR

22 Mayıs 2016 Pazar

Bir kız çocuğu düşlüyorum...

Gece yüreğime çöktüğünde
İstersem yüreğime yağmurlar yağar
Özgürdür yüreğim aslında
Salıncakta oturan bir kız çocuğu kadar.

Salih Yücel Gür


Bir kız çocuğu düşlüyorum
Saçları saçlarıma değsin 
Kalemler ile düşler kuralım onunla
Annesi beni çok sevsin

Bir kız çocuğu düşlüyorum 
Hem sazı hem jazzı sevsin 
Yetiştirmek istiyorum belki bir fidanı
Ülkem için adım adım sessiz 
Yıldırımlar çarpsın yüreğinde senin
Yüreğim yüreğine değsin 
Yeniden bir kız çocuğu düşlüyorum...

Salih Yücel GÜR

19 Mayıs 2016 Perşembe

ALGI



Algı dediğimiz olay aslında en büyük kavgamız.Algılarımızda seçimlerimiz ön planda olduğu için çoğu konuda yanlışa düşüyoruz ancak farkında bile değiliz.

Statümüz ne ise ona göre yargılıyor ona göre bir tutum sergiliyoruz.Bazı konularda özellikle dini seçimlerimize göre yargılıyoruz halbuki kendi dinimizi bile bilmiyoruz.Kaldı ki konunun belki din ile alakası bile olmuyor bazen.
( Belki de günahtır gibi düşünüyoruz. )

Sorun düşünceden kaynaklı olduğu için önce düşüncemizi değiştirmek hiç aklımıza gelmiyor bir de doğulu bir toplum olmanın geleneklere bağlı olduğumuzu kendimize unuttturmamak için her şeyi gelenek sanıyoruz yahut gelenekleştiriyoruz.Gelenekleştirme durumunda o kadar saçma şeyleri gelenek haline getirmişiz ki buna bir de toplum olarak inanmışız zamanla.

Devletin kurumlarına bile bakarken statümüze göre değerlendiriyoruz.Kaldı ki devletin kurumları arasındaki çatışmayı herkes yaşıyor mu yahut anlıyor mu bilmiyorum.Gerçekten saçma ve aptalca olan bu çatışmada bireylerin ideolojileri ön planda oluyor genellikle.O ideolojinin içinde o kadar boğulmuş ki birey kendisini statüsünü unutup ideolojisine göre bir tutum sergiliyor.En büyük sorun ise işini unutup ideolojisine göre bir değer biçmeye kalkıyor.Bunu genellikle yapmaz dediğimiz en bilgili statüdeki bireylerin yapması dahi beni gülümseten ve ülkemizin aslında ne kadar geri kaldığının hala da geri kaldığının göstergelerinden birisi galiba.Buna üzülmekten başka bir çaremiz yok.Ülke malesef bu halde.

Bu hal ile karşılaştığımda umursamadan bir ANKARALI NAMIK DİNLEMEK o kurumun içinde KOLLARIMI KALDIRIP OYNAMAK istiyorum...

Salih Yücel GÜR

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Bizden Öncekiler Bizden Sonrakiler…

Toplumlar, kültürler, insanlar ve bütün dünya. 

İnsan ne kadar yeterli idi ? Ne kadar yetti ? Sorular büyük insanlar ise o kadar büyük değil artık sadece geçimlerini sağlamak için çalışıyor ve sorgulamıyorlar.

Neden niçin gibi sorular bitti artık sadece yaşam kavgasındayız. En azından biz ve bizim gibi ülkelerde durum böyle.Gün geçmiyor ki insanlar sadece sorgulamak için yaşadıklarını hatırlasınlar.Hatırlayanlar ise toplum tarafından deli ünvanı kazanıyor.Biz ve bizim gibi insanlar anlıyor sadece galiba yine bizi.Dönüşüm değil bu döngü galiba bizim bize olan muhabbetimiz.

Biz ? 

İdeolojileri takılmadan oturup çay içen ve birbirimizin ideolojilerini en akıllıca eleştirebilenler. Sessiz kalmayı aslında cevap sayan kişiler. Bazen o kadar sessiz kalıyoruz ki biz bile unutuyoruz ne zaman sessiz kaldık diye. Bazen ise çığlık atmak bağırmak istiyoruz dünyaya gerçekleri.Dünya nereye gidiyorsun böyle döne döne diyerek.İşte o zaman deli olduğumuzu bir daha vuruyorlar yüzümüze.Hem de edepten yoksun bir şekilde.

Aynı zamanda bizim dostlarımız yine biz gibi olan insanlar hani şu üst paragrafta deli diye nitelendirdiklerimiz. Çünkü onlar ideolojilerinin gerçeklerini biliyorlar.Yani eksik kısmın farkındalar.Bu yüzden karşıt ideolojilerin eleştirilerine hak veriyorlar ancak bunu sesli bir biçimde dile getirmiyorlar.

İyi ki bizim gibi olan insanlar var yoksa çok yalnız kalırdım. Öğrenen okuyan bilen sorgulayan kim varsa selam olsun demekten başka çaremiz yok.Aramıza yollar da girse selam etmekten büyük erdem yok bizim için.Her selam da eleştiriyi de sıkıştırıyoruz araya unutmadan.

Huylu huyundan vazgeçmez vesselam…

Salih Yücel GÜR

** EKÜMENİZM VE İSLAM DÜNYASI **



Hıristiyanlığa ve Ekümenizm hareketinin yönlendiricilerine göre Yahudiler ve Müslümanlar “Doğru Yolda Yanlış Adımlar Atan” iman sahibi insanlardır. Bunları “Ekümeneye-Uygarlık” kazanabilmek için Hıristiyanlaştırmak ilk hedeftir

Ekümenik kavramı son iki yıl içinde Türkiye’de de duyuldu. Hıristiyan aleminin bu en önemli kavramının Türkiye’de tartışma konusu olması Fener Patriği I. Bartolomew’un kendini “Konstantinopolis Ecumenical Patriği” olarak lanse ediyor oluşuyla bağlantılıydı. Fener Patriği’nin bu iddiasının Hıristiyanların gerçekliğine uygun olup olmadığı bu bölümde görüşlerinize sunulacaktır. Ayrıca Ekümenik kavramının tarihsel gelişimi ve bu kavramın Hıristiyan alemindeki yeri ve rolü açıklanacaktır. Özellikle Vatikan ve Papalık için Ekümenizm’in ne anlama geldiği doğrudan doğruya Papalık belgelerinden yola çıkılarak gösterilecektir.

EKÜMENE -KATEŞİZM-EKONOMİ

Ekümenik kavramı Hıristiyanlık aleminde çok belirleyici rol oynayan bir üst kavramdır. İznik Konseyi’ne (325) kadar geçen süre içinde bu kavram Hıristiyanlığın kuruluş dönemi sayılan bu ilk üç yüz yılda Kilise Babaları tarafından ele alınmış ve yazılarında ve vaazlarında sıkça dile getirilmiştir. Şimdi kısaca bu Kilise Babaları’nın anladıkları anlamdaki Ekümenik kavramını anlatalım. Yeri gelmişken belirtmekte yarar vardır ki, söz konusu Kilise Babaları Ekümenik kavramını, bugün kullanılan ama bambaşka bir anlam ifade eden “Ekonomi” kavramıyla karşılıyorlardı. Günümüzde çok kullanılan “Ekonomi” kavramı gerçekte, örneğin I.S. 4. yüzyılda, Hıristiyanlığın en temel kavramıydı. Günümüzde Katolik Kilisesi her türlü resmi belgede Ekonomi kavramını, iktisat anlamında değil, “Ekümene”anlamında kullanmayı sürdürmektedir. Örneğin Katoliklerin İncil’den sonraki en önemli kitabı Kateşizm’de “Economy” kavramı işte bu şekilde kullanılmıştır. (Babtism in the Economy of Salvation- 313 gibi). Günümüzde bir bilim dalı olan iktisat, işte Hıristiyanlığın temel kavramı olan bu Grekçe Ekümene kavramının “Sekülarize Edilmiş” (Dünyevileştirilmiş) olan şeklidir.

KİLİSE BABALARINA GÖRE EKÜMENİK KAVRAMI

Şimdi Kilise Babaları için Ekümenik ne anlama geliyordu, kısaca bunu görelim. Economy-Ekümene kavramına ilk kez Antakyalı İgnatius’da rastlıyoruz. I. S. 115 yılında öldürülmüş olan bu din adamı Kilise’yi en çok savunmuş olan ilk üç Apostolic Baba’dan biriydi. Ona göre Meryem’in bakire olarak gebe kalabilmesi Tanrı’nın Planı’nın “Economysi” idi. (To the Ephesians, XVIII). Dolayısıyla, Ignataeus’a göre bu bir “Dispentation” idi. Diğer bir deyişle “İlahi iradenin yeryüzünde tecelli edebilmesi için gereken Berat’tı”. Günümüzde bu anlamını hala sürdürmekte olan Dispentation (Economy) kavramı Masonlukta da kullanılmaktadır ve en az dört masonun bir araya gelerek yeni bir Loca kurabilmek amacıyla ana Loca’dan Berat, yani “Dispentation” alması olarak anlaşılmaktadır. İkinci olarak zikredeceğimiz Kilise Babası Irenaeus’tur. 130-200 yılları arasında yaşamış olan Irenaeus’un en önemli eseri Adversus Haereses (Sapkınlığa Karşı) adlı Latince kitaptır. Ona göre “Economy” Tanrı’nın insanları kurtuluşa yönlendirişidir. Irenaeus’la birlikte “Economy” Tanrı’nın yeryüzünü ve tüm canlıları yönetmesi (Ministry) anlamını kazanmıştır. (Ah, IV. XX.5-ad fin -6). Üçüncü Kilise Babası Irenaus’un çağdaşı ünlü Tertullianus’tur. Tertullian, Credo quia absurdum est diye bilinen “İkrarı” yazan din adamıdır. Tertullian, din felsefesine “Bölünmeden Ayrışma” ilkesini (Distinction Without Division) getiren şahıstır. Ona göre “Economy” Tanrı’nın insanları yönetişi ve kendisini onlara açıklaması anlamına (vahiy) geliyordu. (Adversus Praxaen, 8). Tertullian, Teslis’in (Trinite) Ekonomisi diye bir kavram geliştirmişti. Bu anlamında Economy, Tanrı’nın kendisine ait sırlarından biriydi ve buna kesin iman gerekiyordu. Bu nedenle de Economy, “Rule of Faith” (İman Yönetimi) için gerekli ön koşuldu. Yine aynı çağdan İskenderiyeli Clement de Economy kavramına çok önem vermişti. Ona göre de Economy, “Holy Dispentation” (Kutsal Berat) idi (Stromateis, VIII.II-5). Bu Beratın cihanşumul (Universal) olduğunu öne süren ilk Kilise Babası odur. Ona göre imanlı olan bir kişinin Hıristiyan veya Grek olması fark etmezdi. Çünkü Tanrı’nın beratı (Yolgöstericiliği) İsa’ya tüm insanlığı değiştirmesi için verilmişti. Bu nedenle de Evrensel’di. Bu anlamında Ekümene “Yol=Yön=Way”dir. Tanrı’ya giden Evrensel Yol’dur. 185-255 yılları arasında yaşamış olan Origen ise tarihe Katolikliği ve Ortodoksluğu kuran Kilise Babası olarak geçmiştir. Ona göre Economy=Ekümene, Tanrısal Krallığın (Trinite) yeryüzündeki “Ev Halkını” (Kilise’yi ve Hıristiyanları) yönetmesi (Management) anlamına gelmektedir. Origen, Economy’nin Trinite’yi yapan sır olduğunu ve bunun da Kilise’de bulunduğunu ısrarla savunmuştur. (De Principiis, III.1-14) 296-373 yılları arasında yaşamış olan İskenderiye Piskoposu Athanasius ise günümüze kadar gelen ve halen de özellikle Ortodoks alemi için bağlayıcılığı olan İznik Konseyi’nde ve sonrasında Kilise’nin ayakta kalmasını sağlayabilmiş olan bir din adamıdır. Ona göre Economy, bu kez “Enkarnasyon” anlamına geliyordu ve Vaftiz, Trinite, Eukarist ve Liturgy ile bağlantılıydı. Athanasius, Trinite’yi kabul etmeyen Arianist görüşlere karşı, işkencelere ve sürgünlere rağmen görüşlerini kabul ettirebilmeyi başarmış bir dinadamıydı. Sürgünde yaşadığı yıllarda Athanasius’dan “İnvisible Patriarch” (Göze Görünmeyen Patrik) diye söz edilirdi. Toparlarsak, Ekümene bu din adamlarına göre ilahi iradenin evrensel bir tecellisi ve Beratı; ev halkının yönetilmesi; onların İsa’yla bütünleşerek (Eukarist) Ölümsüzleşmesini ve İmanın Evrensel Yönetimselliği gibi anlamlara geliyordu. Bu dönemde şekillenen Ekümene’nin İslamiyet’teki “corralative” karşılığı Dar’ül İslam’dır. Zamanla Ekümene (gr. Oecumenicus) “Sürekli Yerleşim Alanı” bir tür Hıristiyan Habitat’ı anlamında kullanılmaya başlandı. Bu nedenle medeniyet kavramıyla bağlantı oldu. İslami söylemde Medine=Uygar Yerleşim Birimi gibi bir anlam taşıdı. Aynı zamanda üstün bir dinsel-kültürün varlığı da Ekümene kavramıyla anlatılır oldu. Şöyle ki Ekümene sayılan bir bölgedeki kültürel gelişmişlik, Ekümene bölgesinin periferisinde bulunan diğer kültürleri kendisine silah zoruyla olmasa da hayranlık yoluyla, (Imitation=Özenme ve Nemesis=Benzeyişe) aracılığıyla bağlamıştır.

EKÜMENİK HARAKETİN GÜNÜMÜZDEKİ MERKEZİ İSVİÇRE’DEDİR

Günümüzdeki Ekümenik hareketin merkezi İsviçre’dedir. Cenevre’de etkili olan Protestanlığın Kalvinist kanadının yönlendiriciliğindedir. Almanya’da ise yine Protestan (Luteran) Kiliselerin yönlendiriciliğindedir. Ekümenik, bu Kiliseler tarafından “Tanrısal Strateji” anlamında kullanılmaktadır. Bu stratejinin günümüz dünyasında etkili olan üç uluslararası temsilcisi vardır. Bunlar ECEC (Avrupa İşbirliği İçin Ekümenik Komisyon); WCC (Dünya Kiliseler Konseyi) ve CCREC (Avrupa İşbirliği İçin Hıristiyan Sorumluluğu Komitesi). Ekümenik, bu uluslararası kurumlar tarafından, Katolik Kilisesi’nin “Spiritual Ecumenism’i” gibi değil doğrudan doğruya bir ideoloji ve dünya görüşü olarak benimsetilmek amacıyla kullanılmaktadır. Katolikler de dahil tüm Hıristiyanlık için bir “İzm” olarak Ekümenik Hareket, ilkin Hıristiyanların kendi içlerindeki bütünleşmeyi bu Üst Kavram’ın çatısı altında yapmayı öngörmektedir. Bu boyutuna Ekümenikalizm denilir. Fener Patrikhanesi bu ideolojinin Ortodoks temsilcisidir.

İLK VE SON EKÜMENİKAL KONSEY

Hıristiyan alemindeki ilk Ekümenikal Konsey I. S. 325 yılında İmparator Konstantin tarafından toplanmıştır. Açıkça görülebileceği üzere “Ekümenikal” kavramı bu ilk konseyde İmparator’un veya bir Patrik’in özel sıfatı olarak değil, doğrudan doğruya bir Din’in en üst yasama kavramı olarak kullanılmıştır. Bu nedenle herhangi bir şahsın ister imparator ister Patrik olsun “Ekümenikal” kavramını kendi tekeline alması söz konusu olmamıştır. Konstantin isteseydi bu ilk konseyi topladığı için kendisini “Ekümenikal İmparator” ilan edebilirdi ama etmemiştir. Ekümenik Patrik nitelemesini ilk kullanan Patrik, Johan’dır. İstanbul Patriği kendi topladığı bir Synod’da (Din Meclisi) kendisine “Ekümenik Patrik” denilmesini karara bağlamıştır. I.S. 587/88 yılında İstanbul’da toplanan bu Synod da Patrik Johan (Acul, Aceleci diye bilinir) o sırada Papa olan 2. Pelagius’a karşı kendisine bu sıfatı yakıştırmış ve güç yarışına girmiştir. Papa bunu duyunca derhal harekete geçmiş ve Bizans’taki delegesini (Apocrisiarius) görevlendirerek onun Eukarist (Şarap ve ekmek) törenine katılmasını engellemiştir. Papa, böylelikle kendisine “Ekümenikal” diyen bir Patrik’in yöneteceği dinsel törenlerin Hıristiyanlığa aykırı olacağını açıklamış oluyordu. Pelagius’tan sonra Papa seçilen Gregory de Acul Johan’ın bu sıfatı kullanmasını yasaklamıştır. Gregory bu kadarla da kalmamış bu sıfatı kullanmakta ısrar eden patriği “Anti-Christ” (Deccal) ilan etmiştir! Hıristiyan alemindeki en son “Ekümenikal Konsey” ise Türk dostu diye tanıtılan Papa 23. John’un girişimiyle 1962-65 yılları arasında toplanmıştır. Burada da açıkça görüldüğü üzere Ekümenikal takısı sadece bir din konseyinin sıfatı olarak kullanılmıştır; Papa kendisini “Ekümenik Papa” olarak tanımlamamıştır.

EKÜMENİZM İLE GÜDÜLEN STRATEJİ

Bu Konsey’in belgelerinde Ekümenizm, ilkin, Hıristiyanların kendi içlerinde bütünleşmelerini öngören bir üst düzey kavram olarak ele alınmıştır. Ayrıca “Evrensel Berat” anlamına geldiği için diğer dinlerle özellikle de Yahudilik ve İslamiyet’le ilişkilerin kurulması için düşünülen “Strateji” anlamında kullanılmıştır. Vatikan’ın Fener Patrikhanesi’yle ilgili ilişkilerini geliştirme meselesi de yine bu kavrayışın kapsamındadır. Nedir ki Vatikan, Fener Patriği’nin kendisini değil, Ortodokslar tarafından toplanmış olan konseylerini “Ekümenikal” kabul etmektedir. Fener Patriği’ni “Konstantinopolis Ekümenikal Patriği” olarak değil, dikkat çok önemlidir ki, “Ortodoks Ekümenikal Patrik” olarak kabul ve beyan etmektedir. II.Ekümenikal Konsey’ın 1965’de tamamlanan ve 1992’de ve 1995’de yayınlanan Kateşizm Kitabına göre İslamiyet’e bakış şöyledir: “Kilise’nin Müslümanlarla ilişkisi. “Kurtuluş Planı Yaradan’ı dile getirenleri de kapsamaktadır. Bunların arasında ilk sırayı Müslümanlar alırlar. Bunlar Hz. İbrahim’in imanına bağlıdırlar. Ve bizlerle birlikte onlar da tek ve bağışlayıcı bir Tanrı’ya bağlıdırlar ve Kıyamet gününe ve onun yargısına sığınılacağına inanırlar.” (841) Burada dikkat edilmesi gereken husus Ekümenizm’in özellikle 20. Yüzyılda tüm Hıristiyan aleminde yaygınlaştırılmış olan devlet destekli “Sekülarizm”e alternatif bir nefsi müdafaa stratejisi gibi başlayıp hızlı bir gelişme gösterdiğidir. Ekümenizm, 2000 yılında tüm kiliselerin yeniden daha önce sözünü ettiğim “Bölünmeden Ayrışma” ilkesi çerçevesinde bir araya gelmelerini ve çok güçlü bir Dinsel-Siyasal-İdeolojik akım olarak özellikle Hıristiyanlık-Dışı ülkeleri ve halkları ilk elden etkilemeye çalışmayı öngörmektedir. Kendi içinde ise başta Katolik-Anglikan bütünleşmesini sağlamaya, kiliseden istifa etmiş olan “Kilisesiz Hıristiyanları” yeniden kazanmaya ve Hıristiyanlık içi “Mezhep Değiştirme” faaliyetlerine hız vereceği anlaşılmaktadır. Örneğin Katolikler yoğun olarak Ukrayna’da Ortodoksları yeniden Katolikliğe döndürmeye uğraşmaktadırlar. Kilise bu girişimlerinde çok eski bir kural olan ve Atanasius tarafından formüle edilmiş olan “Tanrı Babaya evlat olabilmek için Kilise-Ana’nın çocuğu olmak gerekir” şeklindeki Tanrı-Baba ile Kilise-Ana dogmasını işlemektedir.

İLK HEDEF HIRİSTİYANLAŞTIRMAK

Son söz: Hıristiyanlığa ve çağımızdaki güçlü Ekümenizm hareketinin yönlendiricilerine göre Yahudiler ve Müslümanlar “Doğru Yolda Yanlış Adımlar Atan” iman sahibi insanlardır. Bunları “Ekümeneye-Uygarlık” kazanabilmek için Hıristiyanlaştırmak ilk hedeftir. Onlara göre Batı’nın istediği ölçülerde ve koyduğu normlar çerçevesinde “Laikleştirilmiş” ve böylelikle de “Nötralize” edilmiş olan bazı Müslüman ülkeler bu “Geçiş dönemlerini” tamamlamak üzeredirler. Bu ülkelere yapılacak yoğun misyonerlik faaliyetleri ve “Evangelization” günümüzde Ekümenik hareketin olmazsa olmaz önkoşuludurlar. Oysa, Trinite’nin üstünlüğünü savunan ve deyim yerindeyse, “Yanlış Yoldan Doğru Hedefe” gitmekte olduğunu sanan Ekümenistler, Devletleri zoruyla laikleştirilmiş de olsalar Müslüman ülkelerinde bir direnişle karşılaşmakta ve sadece yoksul kırsal alanların Devlet terörüne maruz kalmış kesimlerinde yaşayan yurttaşların ve büyük kentlerin “kökünden” kopartılmış gençliği arasında etkili olabilmektedirler. Buna rağmen önümüzdeki beş yıl içinde “Gümrük Birliği” içine alınarak ehlileştirilmiş olan Türkiye’nin Müslüman halkı Ekümenizm’in çeşitli kılıflar ve maskelerle ortaya çıkacak olan formlarından çok etkilenmeye adaydır. Dolayısıyla Müslümanların bu konuda çok dikkatli olmaları gerekmektedir.

** PAPALIĞIN KAPSAMA ALANLARI **

Rus Ortodoks Kilisesi, Katolik Misyonerlik alanlarının eski sosyalist ülkeler ve Rusya olmadığını, Müslüman ülkeler ve Uzak Doğu olması gerektiğini vurguladı. Katolikler’den öncelikle bu hedeflere yönelmelerini, aksi takdirde Ekümenizm Hareketi’ne sempatiyle bakmaktan vaz geçeceğini belirtti.

Vatikan 21. Yüzyılda insanlığın karşısına sadece bir dinin temsilcisi olarak değil, aynı zamanda belirli bir “ideolojiyi” savunan ve bunu yaygınlaştırabilmeye çalışan bir kurum olarak çıkmaya hazırlanmaktadır. Ekümenizm hareketi olarak tanımlanan bu ideoloji tamamen dinsel temeller üzerine oturtulmuş bir siyasal, toplumsal ve kültürel değişim programıdır. Ve bu programın iki merkez-gücü vardır. Vatikan’ın Hıristiyan alemi içinde ve dışındaki ideolojik yayılımını işte bu iki merkez-güç yönlendireceğe benzemektedir. Bunlar daha önce adlarından sıkça söz ettiğimiz OPUS DEI ve Cizvitler’dir. Papa 2. John Paul 10-12 Nisan 1996 tarihinde bir Müslüman ülkeye, Tunus’a yaptığı gezide Cezayir’deki Müslümanları eleştirmiş ve Tunus’ta Müslüman ve Hıristiyanların barış içinde birlikte yaşamakta olduklarını belirterek bu güzel örneği kutsamak amacıyla bu ülkeyi ziyaret ettiğini açıklamıştı. İlginç olan Tunus’un Cizvit misyonerleriyle yaklaşık yüzyıldır içli-dışlı ilişkiler içinde olmasıydı. Ve Papa ilk kez bu gezisinde yanında OPUS DEI’nin ve Cizvitler’in temsilcilerini bir arada bulundurmuştu. OPUS DEI’den daha önce söz ettiğimiz için şimdi de kısaca Cizvitler’i tanıtalım.

CİZVİTLERDE TEMPLAR MODELİ

Cizvitler Avrupa Parlamentosu’nda çok etkili bir gruba sahiptirler. “Christians For Europe” (Avrupa için Hıristiyanlar) adlı bu grubun içinde yer alırlar. İlginçtir ki Cizvitler örgütlenme ve mücadele anlayışları itibariyle araştırmacı Michael Baigent ve Richard Leich’in yazdıkları gibi, kendilerinden daha önce söz ettiğimiz Templar geleneğini çağrıştırmaktadırlar. Şövalyelik ruhuna dayalı olan Templar gibi Cizvitlerin kurucusu bir askerdir. Ignatius Loyola tarafından 1520 yılında kurulan Cizvitler, Roma Kilisesi’nde daima askeri konularda ve stratejilerde uzmanlaşmışlar ve danışmanlık yapmışlardır. Tıpkı Templar gibi Cizvitler de çoğunlukla kendi yasalarını ve kurallarını kendileri koymuşlar, Papalar’ın buyruklarına uymakta fazla istekli davranmamışlar ve kısmi bir özerklik taşımışlardır. Bu nedenle yine tıpkı Templar gibi Cizvitler de Papalar’ın hışmına maruz kalmışlardır. Örneğin, 1773’de Papa 14. Clement, Cizvitleri gizli faaliyetlerde bulundukları gerekçesiyle Kilise’den çıkartmış ve ezmiştir. Cizvitler yaklaşık 40 yıl yeraltı Kilisesi’nde kalmışlar ve 1814’de eskisinden daha güçlü olarak yeniden Roma Kilisesi’ndeki egemen yerlerini almışlardır. Cizvitler kendilerini Tanrı’nın Askerleri, İslam-i karşılığıyla söylersek Hizbullah olarak görürler. Nedir ki ellerinde kılıç değil, diğer hiç bir Hıristiyan tarikatında görülmeyecek kadar sağlam ve acımasız olan “Disiplin” vardır. Bu disiplinle yaşayan Cizvitler Hıristiyanlığı Japonya’ya kadar yaymışlardır.

DİASPORA KİLİSELERİ

Cizvitler tüm Avrupa’nın başta Diaspora Kiliseleri denilen -bu deyim Hildersheim Piskoposu Josef Homeyer’e aitti- eski sosyalist ülkelerdeki nüfusun yeniden Hıristiyanlaştırılması tezini desteklerler. Bu nedenle de Evangelization diye bilinen bu çalışmalarını yürütürken Ortodoks Kiliseleri’yle çatışmalara girmişlerdir. 1992 yılında İstanbul’da Fener Patrikhanesi’nde toplanan Ortodoks Patrik ve metropolitleri Katolik Kilisesi’nin bu “Yeniden Hıristiyanlaştırma” çabalarını kınamışlar ve Katolikler’in Ortodoks asıllı Slavları Katolikleştirmekte olduklarını öne sürerek buna son vermeleri çağrısında bulunmuşlardır. Özellikle Cizvitler’in girişimleriyle Avrupa’da bu yeniden Hıristiyanlaştırma çabalarının işlendiği seminerler ve konferanslar toplanmıştır. Bu amaçla toplanan ilk büyük seminer 24-27 Ekim 1991’de Hannover’de yapılmıştı. Ortodoks Kilisesi’nin temsilcileri açılış günü seminerin Hıristiyanlığı değil Katolikliği yaymak amacıyla toplandığını öne sürerek toplantıyı protesto ederek ayrıldılar. Bu seminere ilginçtir ki hiç bir Yahudi dinadamı resmen çağrılmamıştı. Tek Müslüman ise bendim. Ve bir konuşma, daha doğrusu bir “İtiraz Metni” okumama izin verilmişti. Konuşmama Avrupa’nın yeniden Katolisizm’e döndürülmesinin sakıncalarına değinerek başladım ve bunun Avrupa’daki “Şekülarizmi” ve bununla kurulmuş olan dengeleri zedeleyeceğini vurgulayarak bitirdim. Ne yazık ki bu konuşmam hiç istemediğim halde tatsız bir tartışmaya yol açtı. İki Kardinal’le dünyaca ünlü bir İlahiyatçı arasında tartışma çıktı. Katolik dinadamları benim Müslüman olduğumu ve bu nedenle Hıristiyanların iç meselelerine karışmamam gerektiğini ve bu konuşmanın metninin tutanaklardan çıkartılmasını istediler. İlahiyatın üç dalında üç yarı doktorası bulunan ünlü Katolik İlahıyatçısı Prof. J. B. Metz’de beni savunan bir konuşma yaptı. Tartışma ancak ertesi günkü oturumda tatlıya bağlandı. (NOT: Bu seminerin tutanakları Hannover Üniversitesi Felsefe Arşivindedir ve yayınlanmıştır). 25 Kasım -14 Aralık 1991’de bu kez Roma’da toplanan ve tüm Avrupa’dan gelen 137 Katolik Piskoposun katıldıkları bir toplantıda aynen, “Avrupa’nın yeniden Hıristiyanlaştırılması, sadece dindar -Katolik- olanların yeniden Kilise’ye kazanılması değil, aynı zamanda Sekülerleşmiş olan Batı Avrupa’nın da yeniden Katolikleştirilmesini öngörür” şeklinde bir karar alındı. Katolik Kilisesi’nin bu açık meydan okuyuşu özellikle Rus Ortodoks Kilisesi tarafından protesto edildi. Rus Ortodoks Kilisesi, Katolik Misyonerlik alanlarının eski sosyalist ülkeler ve Rusya olmadığını, Müslüman ülkeler ve Uzak Doğu olması gerektiğini vurguladı. Katolikler’den öncelikle bu hedeflere yönelmelerini, aksi takdirde Ekümenizm Hareketi’ne sempatiyle bakmaktan vaz geçeceğini belirtti.

PAPALAR VE OSMANLI

Katolik ve diğer Hıristiyan tarikatlarının Osmanlı ve T.C. Devlet içindeki “Misyon Bölgeleri” özellikle 19 yüzyılda kurulmuştur. Nedir ki Papalar’la Osmanlı Sultanları arasındaki açık ve gizli ilişkilerin tarihi çok eskilere Fatih dönemine kadar inmektedir. Şimdi bu ilişkilere kısaca bir göz atalım. Papa 4. Paul, Kilise doktrinlerine sofuca bağlı bir adamdı. “Bu doktrinden babam sapsa, yaktırırım” demişti. 1555 yılında bu sözleri eden Papa 4. Paul, tarihte Hoşgörüsüzlüğün temsilcilerinden biri olmuştu. Ne var ki bir süre sonra İspanyol ve Fransız ordularının hışmına uğrayınca o güne dek Hıristiyanlık aleminin baş düşmanı ilan ettiği Türkler’in Sultanı Kanuni’ye baş vurarak onun koruyuculuğunu ve desteğini istemişti. Ve Kanuni, Papa 4. Paul’u, Hıristiyan Prenslerin gazabından korumuş ve Katolik Kilisesi’ni muhtemel bir çöküntüden kurtarmıştı. Kanuni döneminde sekiz Papa değişmişti ve Kanuni bunların sekiziyle de yakın ilişki içinde olmuştu. Papalar’la Osmanlı Sultanları arasındaki gizli yazışmalar ilkin, Papa V. Martin ile I. Mehmet arasında 1417’de başlamıştı. 1403-1566 yılları arasında 6 Osmanlı Sultanı ile 19 Papa arasında gizli yazışmalar yapılmıştı. Hatta ilginçtir her Pazar ayininde Türkleri Hıristiyanlığın beş düşmanı gösteren Papalar, belgelere göre aynı günün gecesi Türkler’le nasıl anlaşacaklarını ve onlara hangi silahların nasıl satılacağını görüşmüşlerdi... Osmanlı İmparatorluğu’ndaki misyonerlik faaliyetleri ise yoğun olarak 19. Yüzyılda başlamıştır. Özellikle Tanzimat’tan sonra hız kazanmıştır. Bu dönemde Almanlar, İtalyanlar, İngilizler ve ilk kez denizaşırı misyonerliğe sıvanan Amerikalılar Osmanlı topraklarında cirit atmaya başlamışlardır. 1855 yılının Şubat ayında İstanbul’a gelen bir Fransız Misyoneri, Fransa’da 1856’da yayınlanan günlüğünde Amerikalı ve Alman misyonerlerin faaliyetlerini bakınız nasıl özetlemişti. Emillien Frossard adlı bu misyonere göre Almanlar özellikle Ermenileri kendi Protestan Kiliseleri’ne bağlamaya çalışmaktaydılar. Ve bu hususta da bir hayli yol almışlardı. Ama Almanlar’ın hazırladıkları ortamdan en çok uyanık Amerikalı Protestan misyonerler yararlanmışlardı. Ermeniler, Almanlar tarafından Protestanlaştırılmışlar ama daha zengin ve güçlü olan Amerikan Protestan Kiliseleri’ne rağbet etmeye başlamışlardı. Türkler ise yapılan yoğun çalışmalar sonucunda elaltından dağıtılan İncil’i okumaya başlamışlardı. Bu, son derece umut verici bir gelişmeydi... 1918’e gelindiğinde Osmanlı topraklarında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla eğitim faaliyetleri veren 1000’den fazla Katolik-Protestan okulu vardı. Bu okullarda takriben 25.000 kadar öğrenci bulunuyordu. Bu okullardan yetişmiş olan Rum ve Ermeni asıllı öğrencilerin bazıları bugün özellikle Avrupa’da yerleştirilmiş olan Türk düşmanlığını başlatan unsurlar olmuşlardır.

ÜÇ ÇEŞİT HIRİSTİYANLIK VE HAÇLI SAVAŞLARI

9. yüzyıla kadar Hıristiyanlık Avrupa’da üç ana başlık altında gelişmişti. Bunlardan ilki, Papalar’ın Hıristiyanlığı idi. Onların anladığı şekildeki Katolik inancını temsil ediyordu. İkincisi Krallar’ın Hıristiyanlığı idi. Bu da 4. Yüzyılda İmparator Konstantin tarafından başlatılmış olan Hıristiyanlık anlayışıydı ve zamanla İngiltere’de Anglikanizm’in ve Almanya’da da Protestanlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Özellikle de 800 yılında Franklar’ın Kralı Muhteşem Karl’ın Papa 3.Leo tarafından dünyaya yeniden gelmiş olan Davut Peygamber olarak ilan edilmesiyle tırmanışa geçti. İngiliz Kilise tarihçisi James 6. Russell’ın da gösterdiği gibi Hıristiyanlığın Almanlaştırılması, kendi Pagan gelenek ve göreneklerine çok bağlı olan Almanlar’ın bu Germanik ve Teutonik gelenekleri Hıristiyanlığa aşılamalarıyla mümkün olabilmişti. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık işte bu “Zor Kabulleniş” ten kaynaklanmıştı. Altısı resmi, dördü metres olmak üzere 10 karısı ve 18 çocuğuyla yaşayan Karl, Davud Peygamber olduğunu öğrenince “Yeni Kudüs”ü kurmak için harekete geçti ve bugün Aachen diye bilinen kenti kurdu. O yıllardan kalma İslami belgelerde Karl’dan ilginçtir ki Frankistan Halifesi diye söz edilmişti. Karl Bağdat’taki Halifeler’le iyi ilişkiler kurmuştu. Nedir ki, onun ölümünden sonra Hıristiyanlık yeniden Papalar’ın denetimine geçti ve üçüncü başlık altında toplanmış olan “Popüler Hıristiyanlık” büyük darbe yedi. Papalar yeniden Hıristiyanları boyundurukları altına almaya başladılar. Bunu sağlayabilmek için de bir dış düşman yarattılar: Müslümanlık. Papalar Müslümanların Hıristiyanlığın baş düşmanı olduğunu öne sürerek Haçlı Seferlerini başlattılar. Böylelikle Hıristiyanlığın geleneksel düşmanı sayılan Yahudilik geri plana çekilmiş, Müslümanlık öne çıkarılmış oldu. Papalar bu savaşlarda ilkin Karl tarafından konulmuş ve sınırları belirlenmiş olan bir kavramı kullanarak bunun genişletilmesi gerektiğine tüm prensleri inandırdılar. Bu kavram “Christendum” kavramıydı. Hıristiyanlık Dünyası veya Hıristiyanların yaşadıkları topraklar anlamına geliyordu. Daha önce gördüğümüz Ekümene kavramının Devlet (Kral) tarafından kullanılabilir hale getirilmiş olan şekliydi. Haçlı seferleri gerçekte Haç’ın taşındığı, onun egemenliğinin yayıldığı seferlerdir. Din uğruna savaşa girmek ilk kez İstanbul’u kuran Konstantin tarafından kullanılmıştı. Ve ilk Din Savaşçıları da gerçekte 4. Yüzyılda İstanbul ve Anadolu da -o günkü adıyla NATOLIA’da, yani TAŞRA’da-yaşayan Hıristiyanlardı. Hıristiyanlar’ın Haç taşıyarak savaşa gitmelerinin onlara zafer kazandıracağına inanan Hıristiyanlar, Haç’ın kendi başına “Mucizeler” yarattığına inandırılmışlardı. Nitekim bu nedenle son derece gizli, karmaşık bilgilere dayalı örgütler kurulmuştu. Şimdi bunlardan birine kısaca bir göz atalım.

İSA ÇİÇEKTIR, GÜL VE HAÇ’TADIR

Gül ve Haç örgütünden daha önce söz etmiş ve 20. Yüzyılda bu örgüte üye olmuş ya da bağlantı kurmuş en az bir Papa bulunduğunu söylemiştim. Bu Papayı tanıtmadan önce Gül ve Haç sembolizminin Hıristiyan ezoterizmindeki (batinilik, gizli öğreti) yerine bakalım. İsa Çarmıha gerildiği zaman hemen ölmemişti. Büyük bir ızdırap çekiyordu. Bunu gören bir asker dayanamayıp mızrağıyla İsa’nın böğrüne bir darbe vurmuştu. Askerin amacı İsa’nın daha fazla acı çekmeden bir an önce ölmesini sağlamaktı. İsa’nın böğründen akan kan, ayaklarından ve ellerinden çivilenmiş olduğu Haç’ın dibine damlamış ve inanca göre İsa’nın kanının damladığı Haç’ın dibinde birdenbire Güller yeşermeye başlamıştı. İşte bu gül ve kan İsa’nın tensel canıydı. İsa bir çiçek olmuş ve açmıştı. Bu olayda kuşkusuz Haç da önemli bir anlama sahipti. Çünkü Haç olmasaydı İsa’nın kanının Gül’e dönüştüğü de bilinemeyecekti. Ama bu anlatım Gül ve Haç konusundaki sayısız söylenceden sadece biri, belki de en çok kabul görmüş olanıdır. Başka değerlendirmeler de vardır. Ünlü ezoterist Arthur Edward Waite’in anlattığına göre Gül, İsa’nın kanı olmasının yanı sıra Haç’ın esrarengiz mesajını iletmek için kullandığı ışıktır. Yine aynı kaynağa göre Gül, Grekce “Çiğ Damlası” demektir, ve bu haliyle de İsa’nın Hıristiyan Gnostisizmindeki (Rafızilik) sembolüdür. Aynı zamanda Gül, Orta Çağ’daki yazılışıyla RAS (Rose) Kelam demektir ve sayısal değeri itibariyle de R= 200; O=70, Z=90 ve Rose=365’i vermektedir. Bu nedenle günümüzde kullanılan takvim sistemini kuran Papa Gregory tarafından bir YIL’ın 365 gün olması uygun görülmüştür. Böylelikle İsa’nın yılın her gününe damgasını vurması sağlanmıştır. Bu sistematikte İsa yine Çiçek olarak değerlendirilmiştir. Çünkü NAZARETH kentinden geldiği için kendisine Nazarenli İsa denilen Tanrı’nın Oğlu, Nazareth, Çiçek anlamına geldiği için böyle anılmıştır. İşte Gül ve Haç örgütü Gül’ün ve Haç’ın bu türden olağanüstü ve mucizevi yönlerinin bulunduğuna inanmış şövalyeler tarafından II. yüzyılda Kudüs’de kurulmuş ve günümüze kadar çeşitli dünya olaylarına karışarak gelmiştir.

“TÜRK DOSTU” MASKELİ PAPA

“TÜRK DOSTU” MASKELİ PAPA

Türk Dostu Papa diye tanınan 23. John’un Türkiye’de bulunduğu yıllarda Müslümanlar’a değil Yahudiler’e yakın olduğu bilinmelidir. Papa’nın Türkler’i seviyorum dediği doğrudur. Ancak bunlar Türk Vatandaşı olan Azınlık Türkleri’ydi, Müslüman Türkler değildi

HITLER’İN SS TİMLERİ VE P2 MASON LOCASI SKANDALI

Papalar’la gizli Hıristiyan tarikatları ve örgütleri arasındaki ilişkiler “Resmi” tarihin dışındaki alternatif tarihin baş konusudur. Tarihin çeşitli dönemlerinde Papalar bu gizli tarikatlarla ilişkiler kurmuşlar ve fakat bunlardan pek azı resmiyet kazandırılarak Kilise belgeleri arasına alınmıştır. Yine de çok zengin bir dökümantasyon vardır. Papalar’ın belgelere geçmiş ilişkileri içinde Templar, Gül ve Haç ile günümüzde çok etkili olan ve İsa’nın ölmediğini, evlendiğini ve çocuğu olduğunu ve bu sülaleden gelen Krallar’ın Fransa’da egemenlik sürdüklerini öne süren Priory of Sion (Sion’un Öncüsü / Egemeni) örgütü vardır. Bu örgüt 12. Yüzyılda Papa 3. Alexander tarafından tüm iddialarıyla kabul görmüş ve beratlandırılmıştı. Sonraki Papalar örgütü ezmişler ve kayıtlarını Kilise’den çıkartmışlardı. Bu örgütün yöneticilerinin günümüzdeki iddialarına göre tarihte bir çok ünlü şahıs bu örgüte alınmışlar veya bizzat onlar tarafından desteklenmiş veya yetiştirilmişlerdi. Örnek olarak da Isak Newton, Hugo verilmiştir. 20. Yüzyılda ise General De Gaulle ve Andre Gide bu örgütün üyeleri arasında sayılmaktadırlar. Örgüt İsa’nın ailesinden gelen bir erkeğin yaşamakta olduğuna inanmaktadır. Hitler bu şahısı ele geçirebilmek için özel SS timleri oluşturmuş ama Fransızlar onu İngiltere’ye kaçırmışlardır. Savaştan sonra yeniden Fransa’ya dönen bu şahıs halen Paris’te yaşamaktadır. 10 yıl önce patlak veren P2 Mason Locası skandalı işte bu örgütle bağlantılıydı. Bu fantastik örgüt Avrupa Birliği tam olarak kurulduğu zaman söz konusu kişinin bu birliğin “Kralı” seçilmesini istemektedir, ister inanın ister inanmayın...

KİLİSE İÇİNDE KİLİSELER

Gül ve Haç olsun, Templar olsun, bu tür örgütler Vatikan tarafından “Kilise İçinde Kilise” olmakla suçlanmışlardır. Dolayısıyla bunlarla ve diğer Masonik Localarla ilişki kurulması Vatikan tarafından şiddetle cezalandırılmıştır. Nedir ki Vatikan’da, günümüzde de bu tür örgütlerin üyeleri vardır. Mason Kardinaller ve papazlar vardır. Bu ruhbanlar her ne kadar Katolikseler ve öğretileri bakımından daha çok eski Hıristiyanlığı temsil eden Kopti Kilisesi’ne yön veren Aziz Mark’ın gizli İncili’nden etkilenmişlerdir. Eski BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin Kilisesi tüm İskoç ve Keltik geleneği belirlemiş olan Kilise’dir.

GÜL VE HAÇ ÖRGÜTÜ ÜYESİ PAPA RONCALLI

Piskopos Angelo Roncalli de işte böyle bir ruhbandı. Önemli bir Katolik gazetesi olan The Universe (Evren)ün baş editörü olan Pires Compton’un açıkladığına göre Roncalli, sembolleri Gül ve Haç olan bir örgütün üyesi yapılmıştı. Roncalli 1935’e kadar Sofya’da Vatikan’ın Diplomatik Servisi’nde (Vatikan’ın Gizli İstihbarat Örgütü) çalışmış, sonra da Apostolik Temsilci olarak Türkiye’ye gönderilmişti. O yıllarda Türkiye’de Vatikan Büyükelçiliği yoktu. İşte Compton’un belirttiğine göre Roncalli, ilk kez İstanbul’da, bu şehirde bulunan gizli Gül ve Haç Örgütü üst yöneticileri tarafından bu örgüte alınmıştı. İlginç olan Roncalli’ye bu örgüte girdikten sonra ilerde Papa olacağının söylenmiş olmasıydı.