29 Aralık 2016 Perşembe

Hikmet Çiçek - Dr. Bahattin Şakir İttihat ve Terakki'den Teşkilatı Mahsusa'ya Bir Türk Jakobeni

Kim Kaldı?
silah atılmıyor
güvercin şakırtısıdır
şafakta yaldızlanan
şadırvanda su
ıhlamurlarda ezan
görkemli bir namaz uğultusu
heyhat
hamzabey cami-i şerif’inden kim kaldı
kim kaldı eski selanik’ten
laternalar sustu
sürahiler tenha
tek kibrit çakılmıyor
kim kaldı ittihat ve terakki’den
Jön Türkler ki – ‘hariçten
evrak-ı muzırra celbederlerdi’ –
fedailer ki barut öksürürler
sakal tıraşları mavi
kırmızı bıyıkları biber

Attilâ İlhan

ÖNSÖZ

Bahattin Şakir, İttihat ve Terakki’nin en önemli üyelerinden, daha doğrusu önderlerinden biriydi. Hikmet Çiçek onun hakkında bir inceleme ortaya koyarak yakın tarihimize önemli bir katkı yapmış oluyor. Kendisine teşekkür borçluyuz.

Ben burada İttihat ve Terakki üzerine bazı noktaları belirtmek istiyorum. Bunlardan ilki, İttihat ve Terakki’nin çok kötülenmiş olduğudur. İttihat ve Terakki’nin hiç dostu yok gibidir.

II. Abdülhamit’i tahttan indirdiği, daha genel olarak da Meşrutiyeti getirerek Saray’ın yetkilerini, gücünü sınırlamış olduğu için, saltanat yanlıları, daha genel olarak ağalık ve şeyhlik düzeni (feodalizm) yanlıları İttihat ve Terakki’ye düşmandır. 1926’da kimi eski İttihatçılar Atatürk’e karşı İzmir’de başarısız bir suikast düzenledikleri için, Atatürkçüler de İttihat ve Terakki’yi sevmezler. Atatürk’ün canına kastetmenin çok büyük bir alçaklık, çok büyük bir hainlik olduğu kuşkusuzdur. Bununla birlikte, suikastçıların ne ölçüde İttihat ve Terakki’yi temsil ettikleri, yani suikastın İttihat ve Terakki’ye ne ölçüde mal edilebileceği sorulabilir. Zira İttihat ve Terakki sekiz yıl önce dağıtılmış olan bir kuruluştu. Ayrıca İttihat ve Terakki bir bakıma çok türdeş, bir bakıma da hiç türdeş değildi. Örneğin, Atatürk’ün kendisi ve kimi arkadaşları da bir zamanlar İttihat ve Terakki üyesi olmuşlardı. İttihat ve Terakki’den nefret eden bir başka kesim de “düveli muazzama” (büyük devletler) idi. Bu ülkeler emperyalistti. Osmanlı devleti de emperyalizmin hedefi olan, sömürgeleştirilmek istenen bir ülkeydi. Ayrıca Türklerin oturduğu Osmanlı topraklarının ana bölümleri eski Yunan, eski Roma, eski Hıristiyan toprakları olmak dolayısıyla da bu ülkelerin ilgisini çekiyordu. Çünkü bunların gözünde Türkler sonradan gelmişlerdi, söz konusu toprakların “asli” sahipleri değillerdi. Üstelik Türkler uygarlıktan yoksun, işe yaramaz bir halktı. Dinleri olan İslamiyet ise hiçbir kutsallık taşımayan, Afrika ya da Uzakdoğu dinleri gibi “alakasız” bir dindi. Sonuç olarak, Osmanlı toprakları emperyalistlere ya da “asli sahiplerine” verilmeliydi. Batı‘nın tavrı buna göre programlanmıştı. Ünlü “Şark meselesi”, bu programın nasıl gerçekleştirilebileceğine dairdi.

Büyük devletler ve onların kamuoyu İttihat ve Terakki’den nefret ediyorlardı; çünkü İttihat ve Terakki, çağcıllığın temsilcisi olarak, “hasta adam” ilan edilmiş bulunan Osmanlı devletini ayağa kaldırmak iddiasını taşıyordu. Oysa Osmanlı devletinin ayağa kalkması demek, Batılıların bu ülke üzerindeki emperyalist emellerinin sonu demekti. İttihat ve Terakki’yi sevmemeleri bundan ötürüydü. Düveli muazzamanın İttihat ve Terakki’ye karşı nefretinin derecesi konusunda günümüz okuyucularına bir fikir verebilmek için bunun bir çeşit “Saddamlaştırma” olduğunu söyleyebiliriz.

İttihat ve Terakki İkinci Cumhuriyetçilerin de nefretini kazanmış bulunuyor. Bunlar, “tepeden inmeciliğe”, askercil düzenlere, genel olarak devrime karşı “demokrasi” ve evrimden yana oldukları için, Atatürk Devrimi‘ne karşı oldukları gibi, aynı nedenlerle İttihatçılara da karşıdırlar. Örneğin, Ahmet Altan, romanlarında onları gaddar, acımasız, insanlık dışı kişiler olarak sunar.

***

İttihat ve Terakki’nin temel özelliklerine de değinelim. İttihat ve Terakki, “mekteplilerin” siyasal örgütüydü. Sözü edilen mektepler 1827’de açılan Tıbbiye, 1834’te açılan Harbiye ve 1859’da açılan Mülkiye’dir. Bu okullarda ilk kez “çokça” denebilecek sayıda, düzenli olarak “yeni adamlar” yetişmeye başladı. Yeni adam demek, çağcıl (modern) adam demekti. Yani, ortaçağcıl olmayan, özgür kafalı insanlar. Bu insanlar, böyle bir dönüşümden sonra topluma bir ölçüde yabancılaşmış oluyorlardı. Başta onları yetiştiren devlet, kendilerini bağrına basmıyordu. Fakat devlet (padişahlık) onlara gereksinimi olduğunu bildiği için, yine de onları yetiştirmek, yetişince onlara belirli görevler vermek zorunluluğunu duyuyordu. Çünkü batmakta olan imparatorluğun ancak onların çalışmalarıyla ayakta kalabileceğinin farkındaydı. Devlet, “kerhen” de olsa, onlara tahammül etmek durumundaydı.

Örneğin, II. Abdülhamit zamanında Harbiye’den pek çok subay yetişti. Ama bunlar genellikle İstanbul’dan uzaktaki görevlere atanıyorlardı. Ne olur, ne olmaz diye... Abdülhamit’in yeğlediği subaylar alaylı subaylardı. Bunlar akıllı ve becerikli erlerin önce onbaşı, sonra çavuş, sonra da subay olmalarıyla “devşirilirdi”. Paşalığa kadar yükseldikleri halde okuryazarlıkları bile kuşkulu olabilen alaylı subaylar, Padişahın lütfuyla o mevkilere gelmiş oldukları için, mekteplilere göre çok daha sadık oluyorlardı. Abdülhamit gibi zeki bir hükümdarın mekteplilerin daha iyi asker olduklarını bilmemesi olanaksızdı. Ama mektepli subaylar genellikle Rumeli’ye atanıyorlardı. Böylece hem Rumeli’deki çetelerle daha etkili mücadele edilmiş oluyordu, hem de Padişaha zarar veremeyecek bir mesafede tutulmuş bulunuyorlardı.

Böyle bir durumda kurulan İttihat ve Terakki, mekteplilerin siyasal örgütü oluyordu. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, aynı zamanda mekteplilerin zaferi demekti. En kısa sürede ordudaki alaylı subaylar tasfiye edildiler. Ordu artık tümüyle mekteplilerin elindeydi. Sivil bürokraside de, o denli hızlı olmamakla birlikte, alaylıların tasfiye edildiklerini görüyoruz. 31 Mart Olayı’nda, isyancı askerlerin mektepli avına çıkmaları boşuna değildi.

***

İttihat ve Terakki’nin dikkat çeken bir özelliği de yıldırı (tedhiş, terör) yöntemlerini kullanmasıydı. Yasadışı gizli bir devrim örgütüyken adam öldürmesine pek şaşılamazsa da, Hürriyet’in ilanından sonra da bu yöntemi sürdürmesi tuhaf görünebilir. Gerçekten de 1908, 1909, 1910, 1911 yıllarında İttihat ve Terakki kendince zararlı gördüğü birer kişiyi öldürtmüştür. Acaba neden? Bunun nedeni şuydu: 1913’e kadar İttihat ve Terakki tam iktidar olamadı. Yani, İttihatçı olmayan paşalar sadrazam oluyordu. Ancak bazı bakanlıkları İttihatçılar üstlenebiliyorlardı. İttihat ve Terakki “yap” ya da “yapma” tarzında yönergeler veriyordu (denetleme iktidarı), ama bunların ne ölçüde, nasıl uygulanabildiğini, hatta bazen uygulanıp uygulanmadığını doğru dürüst denetleyecek durumda değildi. Demek ki, kendini (haklı olarak) iktidarda görmediği ve devrimci bir örgüt olduğu için, yıldırı yöntemine başvuruyordu. Bir de şunu belirtmek gerekir ki, yıldırı yöntemlerine başvuranlar, kendilerine güvenemedikleri için, zayıf oldukları için, insanları ürküterek amaçlarına ulaşmak isteyenlerdir. Nitekim İttihat ve Terakki, tam iktidar olduğu 1913’ten itibaren yıldırı yöntemlerine başvurmayı gerekli görmemiştir.

Şiddet yöntemlerinden söz açılmışken, Ermeni tehcirinden söz edilebilir. Tehcir, savaş sırasında isyan, düşmanla birlik olma gibi davranışlar dolayısıyla yapılmıştır. Herhangi bir devletin, benzer bir durumda bu önleme başvurması onun meşru hakkıdır. Kötü olan, tehcir sırasındaki ölümlerdir. Bunların birçoğu, Doğu Anadolu’da ulaşım araçlarının yokluğundan kaynaklanmıştır. Soykırım söz konusu olsaydı, tehcir sonucunda o kadar çok Ermeni sağ kalamazdı denebilir. Bugün Avrupa ve Amerika’daki Ermenilerin çoğu tehcirde sağ kalanların torunlarıdır.

***

İttihat ve Terakki’nin ilginç bir yönü, örgüt içi demokrasi uygulamasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkenin çoğu yerlerini kapsayan geniş bir örgütü vardı. Her yıl örgütün Umumi Kongresi yapılıyor, burada Kongre dışındaki yetkili organ olan Merkezi Umumi seçiliyordu. Uzun süre İttihat ve Terakki’de başkanlık mevkii yoktu. Kâtibi Umumi vardı, ama o da “lider” konumunda değildi. Şevket Süreyya Aydemir’in deyişiyle “tek adam” yoktu İttihat ve Terakki’de. Ortaklaşa önderlik (kolektif liderlik) söz konusuydu. Talat ve Enver, partinin sivrilen adlarıydı, ama umumi kongrelerin, Merkezi Umumi’nin önemi hiç azalmadı denebilir. Oysa günümüzdeki büyük partilerde genellikle önder her şeydir. Kongreler ne siyaset, ideoloji, program belirlemede, ne de önder belirlemede fazla bir ağırlığı olmayan kuruluşlardır. Kongrelerin heyecanlı, ilginç yönü, Merkez Yönetim Kurulu üyelerinin belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Ama bu, belirlenen kurulun herhangi bir ağırlığı olduğu anlamına gelmemektedir. Kısaca, İttihat ve Terakki’de parti içi demokrasi bugünkü partilerimizden çok daha ileri derecedeydi.

İttihat ve Terakki bu özelliğini neye borçluydu? Sanırım bu, seçkin, okumuş üyelerden oluşmasının bir sonucuydu. Oysa bugünkü partilerimiz genellikle rastgele, “sokaktan” üye toplayan örgütlerdir. Demek ki, parti içi demokrasi üye niteliğiyle yakın ilgilidir. Rastgele (“naylon”) üyeleri olan partilerde bu üyelerin katılımı, katkısı olmamakta (belki olmaması gereklidir), dolayısıyla parti içi demokrasi oluşamamaktadır. Sözü edilen üyeler “delege ağalarının” piyonları olma işlevini yerine getirmektedirler.

Sonuç olarak Atatürk’ün İttihatçılar konusunda Mütareke İstanbul’unda iken İngiliz Rahip Frew’ya (Fru) söylediklerini anımsatmak uygun olabilir. (Falih Rıfkı Atay’ın 1926’da Atatürk’ten kaydettiği anılar.) Frew o dönemde Mustafa Kemal’le bir salonda karşılaşır. Frew ona öncelikle İttihat ve Terakki’nin “cinayetlerini” kabul etmesi koşulunu öne sürer. Mustafa Kemal’in yanıtı ilginçtir. “İttihat ve Terakki’nin birçok kusur ve yanlışları olabilir. Fakat ‘vatanperver’ bir kuruluştur.” Kendisi de o kuruluşun içinde başlangıcından çok zaman sonrasına kadar bulunmuştur. Ben de Atatürk gibi düşünüyorum. İttihat ve Terakki’nin günahları, kusurları vardır, fakat onu toptan mahkûm edip silemeyiz.


Sina Akşin
Ankara, 5 Nisan 2004

25 Kasım 2016 Cuma

Türkiye'nin Kültür Sorunları / Ekrem Akurgal

Ekrem AKURGAL

(30 Mart 1911- 1 Kasım 2002), 

Hayfa kentinin Tulkarem kasabasında doğdu. Ailesi, o henüz çocukken İstanbul’a taşındı. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Bu sırada bir arkeoloji bursu kazanarak 1932’de Almanya’ya gitti. 1940 yılına kadar ünlü arkeolog Gerhart Rodenwaldt’ın yanında klasik arkeoloji öğrenimi gördü. Türkiye’ye döndüğünde, yazılı tezle doçent olan ilk kişi unvanını aldı. Asistan olarak akademik kariyerine başladığı A.Ü Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde 1957’de ordinaryus profesör oldu. Aynı fakültede 1958-59’da dekanlık görevinde bulundu. 

1948’de kazılarına başladı. Foça, Çandarlı ve İzmir antik kentlerini buldu, Eriythrai antik kentini ortaya çıkardı.

Avrupa’da İngilizce, Almanca, Fransızca ve İtalyanca olarak yüksek tirajlı eserleri yayımlandı. 

1956 yılında Türk Sanat Tarihi Kürsüsü’nü kurulmasına öncülük etti.

Princeton, Berlin ve Viyana üniversitelerinde birer yıl konuk profesör olarak ders verdi. 

Ekrem Akurgal; Federal Almanya Büyük Liyakat Nişanı Yıldızlı Rütbesi, Goethe Madalyası, T.C Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü, İtalyan Commandatore Nişanı ve Fransa Cumhurbaşkanı tarafından verilen Légion d’Honneuer Officier Rütbesi sahibiydi. 1960’lardan bu yana İngiliz, Fransız, Alman, Yunan, İspanyol televizyonlarında söyleşilerde ve belgeselllerde yer aldı.Son yıllarda yaşamını sürdürdüğü İzmir’de vefat etti.


23 Kasım 2016 Çarşamba

Bizi bir kendi halimize bıraksalar aslında…

Bugün yücelttiğimizi sandığımız aslında tam tersine orjinalliğiini bozduğumuz o kadar çok kavram var ki bu coğrafyada. İnsan nasıl bir varlıktır ki diğer insanlar sırf yanlış anlamasın diye kavramları böyle alt üst eder. Kavramları bir kenara bırakın kültürleri yok etmek için elinden geleni yapar.

            Anadolu coğrafyası o kadar değişik ve güzel kültürlerin bir araya geldiği bir coğrafya ki. Bizi bir kendi halimize bıraksalar aslında, ama bırakmazlar. Nefret temelli ideolojiler ile büyütülen çocuklarımız, nesillerimiz.

’’ Yurtta Sulh Cihanda Sulh ‘’ diyen bir öndere sahip olan bu toplumun aslında önderinin ne demek istediğini anlamadığı zaten aşikardır.

Başımızı şöyle gökyüzüne doğru bir kaldırıp nasıl bir ülkede yaşadığımızın farkına varabilsek. Farkına varmak evet bilinçlenmenin ilk adımlarında olan bir olgu galiba. Bilinçlenmek kendi etkinliğinin farkında olmak bilinçli duruma gelmek. O güzelim Anadolu coğrafyasında sürgünler ile gelen kültür yığınlarının ayakta kalabilmesi. Hani derler ya rahat bir nefes alma diye gerçekten böyle. Biz ülkemizde ülkemizin her santimetrekaresinde rahat bir nefes alamıyoruz.

Sürgün ile göç ile gelmişiz hepimiz nedenlerimiz farklı olsa da acılarımız ortak dillerimiz farklı olsa da acılarımız yine ortak.Sadece farkında değiliz.Farkında olmamak bizi siyasi seçimler üzerinden birbirimize kırdırmak isteyen başkalarının işine yarıyor sadece.

Galiba saygıyı çıkarlarımızı ideolojilerimize uydurduğumuzda kaybettik. Saldırır olduk birbirimize güvenmez olduk kimseye özellikle de kendimize.

Salih Yücel GÜR 

9 Kasım 2016 Çarşamba

Masmavi bir umudum var adı:MUSTAFA KEMAL

Onun gibi konuşmayı onun gibi sorunları çözmeyi ve onun gibi ülkenizi sevmeye çalışıyorsanız eğer o zaman yenildiğinizi kabul edeceksiniz.

İster en sağ ister en sol parti olun onun bıraktığı izleri yine yeniden bıkmadan usanmadan takip edeceksiniz.

O Türkiye'nin değil o bütün Doğu toplumlarının uyanan ışığıdır.Bunun nedeni ise birlikte olan Batı'ya karşı tek başına savaş açan ve kazanan bir adamdır.

O Roma sistemi ile kurulan bütün devletlerin Emperyalizm denilen maşasını kabul etmemiştir.Cumhuriyet'in Türk Ulusu için en uygun model olduğunu düşünmüş ve uygulamıştır.

Bütün dünyaya karşı savaş açmış ve kazanmış bir adamı o saçma sapan parti sistemleriniz ile yenemezsiniz beyler...

Salih Yücel GÜR

7 Kasım 2016 Pazartesi

1 Kasım 2016 Salı

EL-CÂHIZ’IN SÜNNET / HADİS HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ


Şüphesiz sözü en güzel söyleyenlerden ve anlatımı en güzel olanlardan biri olan Allah Resûlünün sözlerini el Câhız, şu sözleriyle takdir etmektedir:

'' Hz. Peygamberin sözleri, harfleri az, manası çok, yapmacıktan ve zorlamadan uzak olup Allah’ın da dediği gibidir: ‘Ey Muhammed de ki: ‘ben olduğundan başka türlü görünenlerden de değilim’ 45 . Nasıl olmasın ki, sözü ağzında boğmayı ve yapmacık ifadelerle konuşmayı ayıplamış, uzun olması gereken yerde uzun, kısa olması gereken yerde kısa konuşmuştur. Garip ve anlaşılmaz kelimeleri kullanmaktan kaçınmış, sözü uzatılması gereken yerde uzatmış, kısa ve öz olması gereken yerde de çok veciz ifadeler kullanmıştır. Konuşmaları, hikmet mirasına dayanan, ismetle donatılmış sözlerden ibarettir. Onun sözleri ismetle donatılmış, ilahî teyid ve yardımla desteklenmiştir. Allah onun sözlerine muhabbet katmış ve onları kabule şayan kılmıştır; onlarda azâmet ve tatlılığı birleştirmiş, güzellik ve anlaşılmayı bir araya getirmiştir. Hz. Peygamber’in sözleri, dinleyenin tekrarına ihtiyaç duymayacağı kadar özlüdür... Konuşurken amacı, hasmı susturmak olmazdı, muhatabının anladığı dilden konuşurdu. Sadece doğruları delil olarak kullanırdı ve sadece hakkın üstün olmasını arzu ederdi. Hileye başvurmaz, aldatmaya çalışmazdı. Önünden ve arkasından kimseyi çekiştirmezdi. Ne çok hızlı ve ne de çok yavaş konuşurdu... Sonra insanlar, onun sözü kadar faydalı, tatlı, ölçülü, kapsamlı, istenileni en iyi şekilde ifade eden; geniş, açık, derin manalı,yerinde ve kolayca söylenmiş söz görmemiştir. Haber sahiplerinden aldığım cümleleri bu kitapta topladım. İlimden nasibi az ve sözün değerini takdir edemeyen bazıları sanırlar ki biz bütün bunları onu övmek, onda olmayan şeyleri varmış gibi göstermek için söylüyoruz.Asla! Olmayanı varmış gibi göstermeyi alimlere haram eden, yapmacık söz söylemeyi hikmet sahiplerine ve yalan söz söylemeyi de fakihlere çirkin kılan Allah’a yemin olsun ki, çabası boşa gidenden başka kimse böyle bir iddiada bulunmaz ''

Ondokuz Mayıs Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi , 2011 , sayı:31 , ss.231-265
HÜSEYİN AKYÜZ

30 Ekim 2016 Pazar

Voltaire - Türkler Müslümanlar Ötekiler

Tanıtım 

"Türklerin karakterinde büyük tezatlara rastlanır: Gaddar olmalarının yanı sıra merhametlidirler. Açgözlüdürler, fakat hırsızlıkları neredeyse hiç yoktur. Boş vakitlerini kötüye kullanmazlar. İçlerinden pek azı birden fazla kadınla evlenir. Avrupa'daki büyük merkezlerin içinde en az genelev kadını bulunan şehir İstanbul'dur. Dinlerine sıkıca bağlı olan Türkler, Hıristiyanlardan tiksinirler; onlara kâfir gözüyle bakarlar. Bununla beraber, onları ülkelerinin her yerinde, hatta devlet merkezlerinde bile hoş görür ve korurlar. İstanbul'daki Hıristiyan mahallesinin sokaklarında, paskalya yortusunda yapılan ayinlere izin verildiği gibi, muhafızlık etmeleri için de törenlerin başında dört yeniçeri bulundurulurdu."

Eserlerinden derlenen bu kitapta Voltaire, Osmanlı zaman dilimini kapsayan Türk/Müslüman tanımında, Fransız Devrimi'nin temelini atan görüşlerindeki ahlaki tutumu Türklerden esirgemeyerek Türkleri de İslamiyeti de bir ansiklopediste yaraşır şekilde kaleme almış, Türklerin çağdaş ve evrensel düzeyini araçları ile ifade etmiştir. Bu yansızlığıyla ansiklopedist kişiliğini ve mürekkebini kirletmeyen edip, nam-ı diğer Voltaire, ne tesadüf ki Türklere karşı olduğu kadar devrime de karşıdır. 

Dünya fikir tarihine şerh düştüğü, "Tanrı olmasaydı, onu icat etmemiz gerekecekti." önermesi insanlık tarihi açısından, öznenin hem icadı hem de iktidarı olmuştur.
(Tanıtım Bülteninden)



Sayfa Sayısı: 192

Baskı Yılı: 2015


Dili: Türkçe

Müslümanların Bilim ile İlişkisi


Marten Lüter olayı


Türkler ve demoraksi hakkındaki görüşleri.



Bayezid


27 Ekim 2016 Perşembe

Milliyetçilik





Milliyetçilik

Milliyetçilik milletinin çıkarlarını düşünmek demektir dersek yanılmış olmayız.Ancak milletinin çıkarlarını düşünürken devletinin çıkarları ile çatışan bir milliyetçilik elbette söz konusu olamaz.Eğer olursa bu milliyetçilik ise başka bir devletin mevcut devleti içeriden yıkma politikasının eseri olan bir suni milliyetçiliktir.Bu tarz suni milliyetçilik anlayışları kendi milletinin diğer milletler ile aynı olduğunu ve üstün olduğunu gösterme çabasından sonra bulunduğu devletin sistemini yıkmaya yahut terör noktasında eylemler düzenlemeye gelidiğinde ise bu bir milliyetçilik değil suni milliyetçiliktir.

Milli olmak demek en başta milli bir ekonomiye sahip olmak demektir.Bugün günümüzdeki devletler ekonomik güçleri ile ayakta kalabilmektedir.Diğer yandan devletler için önemli olan toplumların yönetilmesindeki din unsuru da bir çok konuyu belirler.

Devletlerin jeopolitik konumu ise diğer bir konudur.Devletlerin önemli jeopolitik konumlarının olması bu konumların kullanılabilmesi için canlı bir siyaset gerektirmektedir.Hem iç hem de dış politikada sağlam adımların atılması ile devletler daha da güçlenebilir yahut güçsüzleşebilirler.

Bugün günümüzdeki Avrupa elbette kendisini üstün görmekte haklıdır.Çünkü devletlerinin çoğunda üretim olan ve bilime sahip çıkan zihniyette bilinçli bireyler yetiştirmekte ileri gelmektedirler.Diğer yandan bilim ile ilgili doğulu toplumlardan aldıklarını da çoğu zaman inkar etmemekte saygı duymaktadırlar.

Bugün günümüzde toplum artık bir bilgi toplumu haline gelmiştir.Ancak bilginin doğruluğu ve gerçekliği tartışılır bir hal almıştır.Bakınız doğrular bireylere göre değişebilir iken gerçekler hiçbir zaman değişemez.Çünkü gerçekler her zaman test edilebilirdir.Günümüzdeki bu durum teknolojiyi getirmiş iletişim hızlanmış ancak insanlar arasında iletişim daha da düşük bir düzeye çekilmiştir.İletişim araçlarının hızlanması sonucu bireyler bireyselleşmeye yönelmişlerdir.

Salih Yücel GÜR 

19 Ekim 2016 Çarşamba

Gecenin sisi fikirlerdendir



Gecenin sisi fikirlerdendir 
Ya yeniden doğar ordular 
Ya da ordu millet olur 
Topyekün dünya ağlar...


salihyücelgür

18 Ekim 2016 Salı

Deprem ve Ülkelerin Gelişmilik Düzeyi


Birey Toplum ve Devlet


Birey Toplum Devlet

Bir devleti oluşturan üç temel ayak vardır.

Bunlar:

1-) Millet : Halk – İnsan – Toplum

2-) Toprak : Ülke

3-) Otorite : İktidar 

Bu üç unsuru tam anlamıyla oluşturabildiğimizde ise ulus bilinci tam olarak oturmuş olmaktadır. Eğitim sistemimizin temel olarak bunların üzerinden devletimizi ileriye götürmek olarak yapılanması gerekmektedir. Bireyin devletsiz bir toplumun ömrünün uzun olmayacağını anlaması şarttır.Devletin ileriye gitmesi demek aynı zamanda milletin de ileriye gitmesi demektir.Milletsiz devlet hiçbir şeyi ifade etmemektedir.

Millet denilen unsur sıradan insanların bir araya gelmesi ile değil bir geçmişi olan halklar topluluğuna denmektedir. Millet asıl anlamı ile işte budur.Kısaca Çanakkale Savaşı Kurtuluş Savaşı bir milletin oluşmasında en büyük etkendir.Kaldı ki bu millet Çanakkale Savaşında dönemin en güçlü devletlerine karşı en büyük sınavını bu devletleri alt ederek kazanmış ve ulus olma yolunda ileriye doğru adım atmıştır.

Günümüzde devletlerin en büyük konusu Jeopolitik’dir. Jeopolitik bir devletin ayakta kalabilmesi için içinde bulunan otoritenin bu jeopolitiği ne kadar iyi kullanabildiğine bağlıdır.Ayakta kalabilmek ve hatta ileriye gidebilmek için jeopolitik konum özellikle bizim ülkemiz için çok önemli ve değerlidir.Bu yüzdendir ki derslerimizde hep Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir ülke Türkiye tanımını kullanmak gayet yerinde bir tanımlamayı getirir.Bireyin toplum içinde yaşadığı yerin önemini anlaması hatta kavraması buna bağlıdır.

Burada en dikkat edilmesi gereken diğer bir olay ise ülkemizin üniter bir devlet yapısına sahip olmasıdır.

Üniter devlet ne demektir ?

Ülke sınırları içinde aynı hukuk kurallarının geçerli olduğu ve yasama yürütme ve yargı organları açısından teklik arz eden devlet şekline denir.

Bu devletlere örnek olarak İngiltere, Fransa, Japonya gibi devletler örnek verilebilir.

Bu yapının değiştirilmesi elbette kolay bir durum değildir doğulu bir toplumun üyesi olan Türkiye toplumu için özellikle çok zor bir durumdur dersek yanılmış olmayız. Bu durumun kaynakları ise toplumun yeniliklere çok hızlı bir şekilde entegre olamaması gösterilebilir.Bu tür konularda hızlı bir biçimde sonuç alınması için ülkenin eğitim durumunun gerçekten normalinden üst seviyelere çıkarılması gerekmektedir.Buradaki eğitim durumundan kasıt okulda okuyan kişinin sayısının arttırılması değildir.Okur yazar kişi sayısının arttırılması konunun anlatılması demektir.

Eğitim sadece okullarda verilen eğitim ile sınırlı kalmaktadır maalesef toplumumuzda.Zaten bu yüzden hep bir yanımız eksik kalmıştır.Bireyin kendisini kendi de eğitebileceği hiçbir zaman akla gelmez.Bu yüzdendir ki hep eğitimin sadece okullarda olduğu düşünülür.Ancak eğitim bireyin sahip olduğu aile ile başlar okul ile devam eder kazandığı sosyal çevre ( arkadaş , dost ) gibi bireyler ile ilerler yahut geriler.

Salih Yücel Gür

D. W. Griffith ve The Birth of a Nation (1915)

D. W. Griffith, 1915 öncesinde de sinema tarihinde önemli bir yere sahipti. Bununla birlikte, günümüzde Griffith denildiğinde en çok bu tarihte piyasaya sürülen tartışmalı bir film olan The Birth of a Nation anımsanmaktadır. Pek çoklarınca bir başyapıt olarak görülen The Birth of a Nation ilk Amerikan destanıdır. Filminde, kariyeri boyunca mükemmelleştirdiği yeni bir anlatım tarzını ve modern teknikleri kullanmıştır. Ne var ki filmin içeriği açık bir biçimde ırkçıdır ve yaklaşık bir yüzyıl önce ilk kez sergilendiği andan itibaren son derece ciddi tartışmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Griffith (1875–1948), Kentucky’de büyüdü. Bir konfederasyon albayının oğluydu. 1908 yılında aktörlükten yönetmenliğe geçiş yaptı. On iki ya da on beş dakikalık kısa metrajlı filmler yapıyordu. Son derece üretken bir kişiydi. Sadece 1909 yılında 140’tan fazla film çekmişti.
Bu dönemde aşağıdaki yeniliklerin geliştirilmesine katkıda bulunduğu ileri sürülmektedir:

-Crosscutting: Merak uyandırmak için farklı yerlerdeki olayların birlikte gösterilmesi.

-Bir hikayeyi anlatmak ya da duygusal titreşimler oluşturmak için geniş, orta ya da ayrıntı çekimlerin gerekli şekilde kullanılması

-Yüz ifadeleri ve performansın belli bir biçimde yönlendirilmesi için aktörlerle prova yapılması

Griffith bu tekniklerden herhangi birini keşfetmemiş olmasına rağmen, bu ve benzeri teknikleri bir araya getirerek bir sinema dili ya da “film grameri” oluşturan ilk yönetmen olmuştur. Onun katkıları sayesinde 20. yy başındaki ilkel filmler bir sanat formu haline gelebilmiştir.

The Birth of a Nation’da kullanılan içerik yönetmenin bu katkılarının önüne geçmektedir. The Clansman (aynı zamanda filmin orijinal adıdır) romanına dayanan film, Amerikan İç Savaşı ve yeniden yapılanma dönemine odaklanmaktadır. Filmde Ku Klux Klan yüceltilerek ele alınmaktadır. Filmin gösteriminin ardından çeşitli şehirlerde toplumsal hareketler ortaya çıkmış ve pek çok sinema salonu filmi göstermeyi reddetmiştir. “National Association for the Advancement of Colored People” (NAACP) filmin derhal yasaklanmasını talep etmiştir. Tüm bunlara rağmen The Birth of a Nation mutlak bir ticari başarı elde etti. Film, tüm zamanların en kârlı sinema projesi haline gelmişti. Yirmi yıldan fazla bir süre boyunca da bu unvanını koruyacaktı.

Irkçılık suçlamalarına bir yanıt olarak Griffith, 1916 yılında Intolerance adlı filmini çekti. Film insanlık tarihi boyunca yaşanmış hoşgörüsüzlük örneklerini ele alıyordu. Ticari açıdan başarısız olmuş ve Griffith bu tarihten itibaren bütün enerjisini borçlarını ödemek için harcamıştır. Son filmini 1931 yılında çekmiştir.
Ek Bilgiler

1- “The Birth of a Nation”ın ticari başarısı, 1937 yılında çekilen “Snow White and the Seven Dwarfs” filmi tarafından gölgede bırakıldı. Çekilmesi 110 bin dolara mal olan film, 18 milyon dolarlık bir gişe başarısı elde etmişti.

2- “The Birth of a Nation”da yer alan siyahi karakterler, siyah maskeli beyaz oyuncular tarafından canlandırılmışlardı.

3- “The Birth of a Nation” gösteriminden sonraki on yıl için Ku Klux Klan’ın üye sayısının artışından sorumlu kabul edilmiştir.


9 Eylül 2016 Cuma

Toplumların Uluslaşmasında Engeller




Toplumların Uluslaşmasında Engeller



İngilizler o kadar güzel fitne tohumları ekmiş ki coğrafyamıza, bugün bile hala bu tohumlar birer fidan halinde ülkenin her damarında hissedilmektedir.


Toplumların uluslaşmasının engellerinden önce gerekliliğini açıklamak gerekmektedir. Bu gerekliliğin başında elbette milli bir ekonomi gelmektedir. Bu milli ekonomi sonucunda yine milli bir eğitim ( gerçek bir eğitim modeli ) milli bir ekonomi modelini takip edecektir.

Toplumların Uluslaşmasında engelleri üç ana başlıkta kabaca ele alabiliriz:



1-) İdeolojik Kırılmalar




2-) Dini Kırılmalar




3-) Etnik Kırılmalar



Bu kırılmalar sayesinde toplumlar birbirinden uzaklaşmakta hatta ve hatta birbirlerine aynı ülkede yaşadıkları halde kin beslemektedirler. Bu tür yanlış ve uluslaşmamış farklı kültürlere mensup toplumların olduğu ülkelerde kaos ortamının eksik olmaması gayet normaldir.


Aynı coğrafyayı paylaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Özellikle günümüzde hiç değildir. Günümüzde derken toplumdaki bireyin kendi toplumunu tanıma ve geliştirme isteği ile ülkesinin ileriye götürme isteği arasında sıkışıp kalmasındadır sorun. Ancak her alanda olduğu gibi bu alanda da ülkemizde yine kavram kargaşası yaşanmaktadır. Bu yüzden bir yandan toplumuna sırtını döndüğünü düşünen birey ülkesinin ileriye gitmesi için çalışırken aslında yine toplumunu ileriye götürebilmektedir.


Buradaki en önemli olay yine algıdır elbette. Toplumların algılarını yönetmek demek toplumların yönetilmesi demektir. Ülkemizdeki sorunların temelinin oluşmasında geçmişte atılan tohumların bugün hatalı bir algı halini alması kuşkusuz en büyük katkıyı sağlamıştır.


Kırılmalar bölümünde üç kırılma olarak ele aldığımız bu kırılmaları sizde inceleyebilir ve sizde mensubu olduğunu ideolojiye, dine ve etnik kökeninize göre sizde kendi kırılmanızın hangi karşı ideoloji hangi karşı din ( yada mezhep ) hangi karşı etnik köken olduğunu tespit edebilirsiniz.


Kırılmaları tek tek incelememize gerek var mı sizce ?



Salih Yücel GÜR 

Bilimci Bilimi Niçin Yapar ? Celal ŞENGÖR














































Bir Toplum Nasıl İntihar Eder ? Celal Şengör

Türkiye bir bilim ülkesi değildir. Ürettiği bilim de birkaç kişisel istisna dışında dünya ölçeğinde tamamen ihmal edilebilir düzeydedir. Türkiye'nin bu bilim fakirliği, sanayisine ve ticaretine de yansımıştır. Özgün hemen hiçbir sanayi ürünü olmayan Türkiye, ticarette de, tarımda da gariban olup, örneğin yazılım oluşturmak gibi akıl ve bilgiden başka hiçbir sermaye istemeyen son derece kolay ve getirisi büyük bir işi dahi yapamamaktadır. Türkiye'de (askerlik hariç) hemen hiçbir konuda bir ehil insanlar sınıfı yoktur. 

Türkiye bu zavallı duruma 1946'dan sonra düşmüştür. Çünkü 1946'dan sonra ülke idaresi tam cahillerin eline geçmiştir. 1920'lerden beri gelen Atatürk'ün elit idaresinden intikam almaya azmetmiş bu kırsal güruh, Türkiye'yi gerçek bir felâkete sürüklemiştir. Ülkedeki tüm sözümona "gelişme" dünya gelişme hızının çok gerisinde kalmış, ancak zır cahil üçüncü dünya ile kıyaslandığında "göğsümüzü kabartan" otoban gibi, gökdelenler gibi, telekomünikasyon gibi kopya ürünleriyle yaşam seviyesi yukarı doğru kımıldamıştır.

Eğitim, 1946 sonrası dönemde en büyük yarayı alan kesim olmuştur. Öğretmenlik mesleği ayağa düşürülmüş, üniversiteler, bu adı taşıyan bina sayısı arttığı halde tamamen ortadan kalkmış, eğitim ehil insan yaratmak yerine diplomalı cahil üreten bir fabrika haline getirilmiştir. Bunda da temel amaç, cahil kırsal kesimin hak etmeden ve emek harcamadan her şeye, başkalarını ve kendisini kandırarak ulaşma hırsını tatmin olmuştur.

Türkiye sonu pek fecî bitebilecek olan bu cehalet temelli politikalarından derhal vazgeçerek aklını başına almalıdır.

(Tanıtım Bülteninden)

Türkiye ve Eğitim



Peki Elit Kimdir ?






















Arka Kapak


25 Ağustos 2016 Perşembe

Gerçeklere Ulaşan Bir Adam...


İlkeleri ve idealleri ile yaşamasının ötesinde gerçeklere ulaşması ve bu gerçekler üzerine kurduğu nice mirasından birisi olan Cumhuriyet onun izinde ilerleyecektir elbette.

Ondan bir alıntı yapalım mı? Masmavi bir umudum var onun adı Mustafa Kemal derim hep.

'' Efendiler kılıç kullanan kol yorulur , nihayet kılıcı kınına koyar ve belki kılıç o kında küflenmeğe,paslanmaya mahkum olur.Lakin saban kullanan kol , gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe daha çok toprağa malik ve sahip olur ''

Ülkemizin kalkınması için elinden geleni yapan bir önder.Masmavi gözleri ile Cumhuriyetin çocuklarına umut bırakan daha kendisi de belki çocuk olan bir lider.

Adı Mustafa Kemal gerçeklere ulaşan bir asker aslında.Yine dönüp dolaşıp sana geldik paşam.


Salih Yücel GÜR


Goethe Doğu - Batı Divanı



Ich habe keinen Namen
Dafür! Gefühl ist alles;
Name ist Schall und Rauch,
Umnebelnd Himmelsglut.
Benim için isim yok!
Duygu her şeyin başı;
İsim kuru bir akis,
Güneşi kaplayan sis.
J.W.V.G

5 Ağustos 2016 Cuma

Jön Türkler ve Komplo Teorileri '' Haluk HEPKON

90'lı yıllarla birlikte komplo teorilerinin ülkemizdeki ağırlığı giderek arttı. Herkes komplo teorilerinden bahsetmeye başladı. Kimi şikâyet etti; kimiyse dünyayı açıklamak için onlara başvurdu. Hakkında bu kadar konuşulan kavramın kendisiyse çok az tartışıldı. Komplo teorilerinin neden ve nasıl ortaya çıktığı, hangi yollarla yayıldığı soruları ortada kaldı.
Jön Türkler ve Komplo Teorileri işte bu sorulara yanıtlar arıyor. Ama bu arama işini alışılmadık bir yöntemle yapıyor. Söz konusu iddiaları tarihsel bir çerçevede ele alırken, bunların Avrupa'da ve Ortadoğu'da ortaya çıkış ve yayılma süreçlerini karşılaştırmalı bir biçimde inceliyor. Farklılıklarını ve benzerliklerini değerlendiriyor. İkinci Meşrutiyet sonrasında ortaya atılan Sabetayizm ve mason komplosu iddialarının günümüz siyaset hayatını nasıl etkilediğini anlamamızı sağlıyor.
Komplo teorilerinin ülkemizde ortaya çıkışında ve yayılışında İngiltere'nin rolü nedir?
Jön Türk Devrimi bir "Yahudi-mason komplosu" muydu?
Türk milliyetçiliğinin "Yahudi icadı" olduğu iddiası nasıl ve ne zaman ortaya atıldı?
31 Mart Ayaklanması'nı Sabetayistler mi bastırdı?
Jön Türklerin ve Troçki'nin ortak düşmanı kimdi?
"Ermeni Soykırımı'nı Yahudiler yaptı" iddiaları nereden çıktı?
Komplo teorilerinin İsrail'in kuruluşundaki rolü nedir?

Bazı önemli kısımlardan fotoğraflar

 






Diğer bir önemli not 

İngilizlerin komutasındaki Arap basını Arapları Türklere karşı kışkırtırken hem dinsel hem de ulusal motifleri kullanıyordu.Örneğin Kıble'ye göre Medine Savaşı esnasında ölen bir subayın '' üzerinde bulunan '' bir belgede Jön Türklerin asıl amacının Turancılık ve bütün Araplara hükmetmek olduğu ve bunun için de İslam'a karşı çıktıkları yazılıydı1.Burada akla doğal olarak Türklerin neden İslam'dan uzaklaşıp Turancılık ve Türk milliyetçiliği gibi fikirlerin peşinden koştukları sorusu geliyordu.Fitzmaurice'in '' mason - Yahudi komplosu '' tezleri, bu türden sorulara tam da İngiltere'nin istediği türden cevaplar vermek için son derece uygundu.Bu zemin üzerine inşa edilen iddialarla Türk milliyetçiliğinin '' Yahudi işi '' olduğu tezi oluşturuluyordu.Nitekim The Near East dergisinin 25 Ağustos 1916 tarihli nüshasında yayımlanan '' Yeni Turan '' isimli ve '' İslam'a İhanet '' altbaşlıklı makalede Türkçülüğü İTC'ye Siyonistlerin benimsettiği ve İTC'nin önde gelenlerinin Yahudi ya da Dönme oldukları iddia ediliyordu.2 


_______________________________

Dipnot: Kıble Şerif Hüseyin tarafından çıkartılan bir dergidir.

Kaynakça

1-) Bu iddianın İngiliz istihbaratıyla ilişkisini daha iyi anlamak için bkz.Öke,s.252. İngiliz Dışişleri'nin yazışmalarında da yer alan ve doğruluğu tartışma götürür bu '' iddia '' Arap tarihçiliği açısından bile bir referans haline gelmiştir.Bkz.Zeine N.Zeine , Türk Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu,Gelenek Yayıncılık,çev.Emrah Akbaş , Haziran 2003,s.84.Zeine'in milliyetçi bakış açısının eleştirisi için bkz.Yavuz Selim Karakışla , '' Arap Milliyetçiliği ve Zeine.N.Zeine '' , Tarih ve Toplum ,Kasım 1997 ,Cilt .28, sayı 167,s 316-320

2-) Öke,s.248-249. Öke, propaganda amaçlı yazılmış bu yazının Arnold Janus Toynbee tarafından kaleme alınmış olabileceğini ifade etmektedir.