9 Kasım 2015 Pazartesi

Montesquieu - Kanunların Ruhu Üzerine



Kitabın Giriş bölümünden bir kesit

'' Hayat hikâyesini anlatırken Montesquieu’nün vaftiz babasının bir dilenci olduğunu söylemiştik. Bunun da sırf, fakir olsun zengin olsun, halktan olsun soylu sınıftan olsun bütün insanların eşit olduklarını her zaman hatırlasın diye oğluna bir ders vermek için babası tarafından düzenlenmiş bir şey olduğu muhakkak. ''





Kitabın ilk girişinde Voltaire'ın yaptığı eleştiriler

'' Montesquieu tutmuş kadıların bu kararını Sultan’ın istibdat yönetimine bir delil olarak göstermiş. Bana kalırsa, tersine, Sultan’ın kanunlara boyun eğdiğini gösteren bir delildir bu. Sultan kanunların dışına çıkabilmek için bilginlere başvurmak ihtiyacını duyuyor da ondan. Bakın bizler, Türklerin komşusu olduğumuz halde onları gerektiği kadar tanımıyoruz. Uzun zaman aralarında yaşayan Kont de Marsigli, hiçbir yazarın, Osmanlı İmparatorluğu ile kanunları hakkında bize gerçek bir bilgi vermediklerini söylüyor. Hatta dikkatinizi çekerim, Sale’in 1736’da yaptığı bir çevirisinden başka elimizde Kuran’ın şöyle doğru dürüst bir başka çevirisi yok. Türklerin dinleriyle kanunlar üzerine söylenenlerin hemen hepsi yalan yanlış şeyler: Aleyhlerinde çıkardığımız sonuçlar da hiçbir şeye dayanmayan uydurma masallar. İnsan kanunların ruhundan söz ederken yalnız iyice bildiği kanunları ele almalı. '' 


'' Siyasi kanunlarla medeni kanunları da birbirine karıştırıyor. Devleti yönetenler siyasi kanunların koruyucularıdır. Senin hakkınla benim hakkımı belirtecek kanunlarla, suçların cezalarını belirtecek kanunları iyi yapıp iyi basalım yeter. Bunların yerleri de kitaplıklardır. Hâkimler bu kanunlara uymak zorundadırlar. Bu kanunlar kötü olunca, çoğu da zaten öyledir ya neyse, o zaman hâkimlerin bunları değiştirmesi için yasama organını ikaz etmeleri gerekir. ''

'' Bundan sonra Voltaire’in yine B’nin ağzından eser hakkındaki gerçek yargısını buluyoruz:

B - Karışık bir yolda kendime bir kılavuz aradım ama karşıma benden daha bilgili olmayan bir yol arkadaşı çıktı. Kitapta kanunların ruhunu değil yazarın çok geniş olan zekâsını buldum. Doğru dürüst yürüyecek yerde sıçrıyor, aydınlatacak yerde ışıldıyor, yargılayacak yerde bazen yeriyor. İnsan içinden, böyle bir dâhi, insanı hayrette bırakmaya çalışacak yerde aydınlatmaya çalışsaydı daha iyi ederdi diyor.

Bu, her bakımdan eksik kitapta, birçok kişinin iğrenç bir şekilde taklit etmeye yeltendiği çok güzel şeyler var. Dar kafalı kişiler de bilhassa insanlığın işine yarayacak bölümlerinden ötürü kitabı küçümsemekten geri kalmadılar.

Bütün kusurlarına, bütün eksiklerine rağmen bu kitabın insanlar için çok değerli bir kitap olması gerekir. Çünkü büyük Bossuet de dâhil, Fransa’daki yazarların çoğu düşünmedikleri şeyleri yazdıkları halde Montesquieu yalnız düşündüğü şeyleri yazıyor. Bütün insanlara hür olduklarını hatırlatıyor. İnsanlığa, yeryüzünün büyük bir bölümünde yitirdiği niteliklerini gösteriyor. Boş inanlara karşı savaşıyor, ahlak ilkeleri telkin ediyor.

Şunu da söyleyeyim ki, son derece yararlı olabilecek olan böyle bir kitabın hayal gücünün yarattığı bir bölmeye dayanması beni çok üzdü. “Fazilet Cumhuriyetin, onur da saltanat yönetiminin ilkesidir” diyor Montesquieu. Muhakkak ki cumhuriyetler hiçbir zaman fazilet ihtiyacıyla kurulmuş değillerdir. Genel menfaat bir kişinin egemenliğini kabul etmedi; iyelik düşüncesi, insanların kişisel tutkuları, bir kişinin tutkularıyla şunun bunun malını mülkünü yağma etmek isteğini baskı altında bulundurmak istedi. Her vatandaşın kişisel gururu, komşusunun gururunu korudu. Hiç kimse bir başkasının isteklerinin kölesi olmak istemedi. İşte bir cumhuriyetin kurulmasının, devam etmesinin nedeni budur. Bir Grison’da bir İspanyol’dan daha çok fazilet bulunduğunu sanmak gülünç olur.

Onur duygusunun da yalnız krallıklara özel bir ilke olduğunu ileri sürmek ise en az bunun kadar hayal mahsulü bir şeydir. Nitekim yazar hiç farkında olmadan bize hak veriyor. III. kitabın VII. konusunda, “Şerefin temeli, tercih edilmek, sivrilmektir” diyor. Şu halde onur mahiyeti bakımından saltanat yönetiminin içinde bulunur.

Anlıyorsunuz ya, bizzat mahiyeti bakımından Roma cumhuriyetinde hâkimlik, konsüllük, alkış, şan ve onur istenirdi. Bunlar da krallıklarda, sık sık satın alınan, değeri biçilmiş unvanlardan farksız birtakım tercihler ve temayüzlerdi. Kitabın dayandığı başka bir temel daha var ki bana kalırsa o da bu yargılar kadar yanlış: Hükümet şekillerinin, Cumhuriyet, Saltanat ve İstibdat diye üçe ayrılması.

Bilmem neden, Asya ile Afrika’daki hükümdarlara despot (müstebit) demek yazarlarımızın hoşuna gidiyor. Eskiden sultana bağlı olan Avrupalı küçük hükümdarlara bu ad verilirdi. İstenildiği zaman tahtlarından indirirlerdi onları; başka köleleri yöneten taçlı kölelerdi bunlar. Despot kelimesinin asıl manası evin efendisi, ailenin büyüğüdür. Bugün Osmanlı İmparatoruna, Fas Sultanına, Papaya, Çin İmparatoruna hiç çekinmeden despot deyip çıkıyoruz. Montesquieu, II. kitabının I. konusunda istibdat yönetimini şöyle tarif ediyor: Bir tek kişi, hiçbir kanun, hiçbir kural tanımadan, her şeyi kendi istek ve heveslerine göre yönetir.

Şimdi, böyle bir hükümetin varlığını iddia etmek yanlıştır. Hem bana öyle geliyor ki, böyle bir hükümet şeklinin yeryüzünde var olabilmesi de imkânsızdır. Kuran’la, onun bilginler tarafından yapılmış olan yorumları Müslümanlar için kanun demektir. Bu dinden olan hükümdarlar Kuran’a el basıp onun kanunlarına uyacaklarına ant içerler. Eski milis birlikleriyle kanun adamlarının büyük imtiyazları vardı. Bu imtiyazları ortadan kaldırmak isteyen sultanları ya boğazlarlar ya da törenle tahtlarından indirirlerdi. ''