Eğer doğduğum yeri seçmem gerekmiş olsaydı, sınırları insan yetilerinin genişliği tarafından, başka bir deyişle iyi yönetilme olanağı tarafından çizilen bir toplumu seçerdim; orada herkes mesleğinde yeterli olduğu için hiç kimse ona teslim edilen işlevleri başkasına teslim etmek zorunda kalmazdı; ve öyle bir Devleti seçerdim ki, orada tüm bireyler birbirleri ile tanışık oldukları için, ne erdemsizliğin karanlık manevraları ne de erdemin alçakgönüllülüğü kamunun dikkat ve yargısından kaçabilirdi, ve orada bu birbirini görme ve tanıma biçimindeki o tatlı alışkanlık ülke sevgisini onun toprağı için olmaktan çok yurttaşları için duyulan bir sevgiye çevirirdi.
J.J.Rousseau
29 Aralık 2014 Pazartesi
19 Aralık 2014 Cuma
Efsane '' İskender Pala
İskender Pala'nın okuduğum ikinci kitabı olmasına rağmen bu kitapta gerçekten bir olmamış diyesim geldi...
Okuduğum ilk kitabı Bir Yunus Romanı O.D isimli kitabı daha iyi olmakla beraber.İskender Pala'nın kalemini en iyi şekilde akıcı bir biçimde kullandığı kitabı galiba.
Okuduğum ilk kitabı Bir Yunus Romanı O.D isimli kitabı daha iyi olmakla beraber.İskender Pala'nın kalemini en iyi şekilde akıcı bir biçimde kullandığı kitabı galiba.
Ancak aynı şekilde '' Efsane '' kitabı akıcı ve tutarlı bir biçimde olmaması.Bir İskender Pala okuyucusu olarak kitabı sıkıcı bulamama yol açtı.Kitap yarısına kadar din farklılıklarına rağmen insanların birbirine ne kadar bağlı olduğunu ve bir aşkı anlatmakta.Tabi ki bu yoruma kitabın 176.sayfasına kadar okuduğumuz da varabiliyoruz.Diğer yandan kitabın ilerleyen zamanlarda ne tür bir hal alacağını ise elbette okumadan bilemeyiz.Ancak bu sayfaya kadar bile olmamış dedirten bir anlatım kullanılmış.
...
30 Kasım 2014 Pazar
Otomobil sembollerinin derin anlamı...
Ancak bu kadar biz buradayız diyebilirlerdi.Alfa Romeo otomobilinin simgesinin derin anlamı.
Haç hiristiyanlığın Ejderha haçlı askerlerini , yuttuğu insan figürü ise Türkleri ya da Müslümanları , ejderhanın başındaki taç da zaferleri temsil etmektedir.
Sadece ama sadece Alfa Romeo üzerinden bu konuya değinmek de çok yanlıştır.Diğer yandan bazı araba markalarında bile bu detaylar hala göze çarpmaktadır.Renkleri logo tasarımları dikkat çekmektedir.Bunların anlamı ise hala bir savaşın içinde olduğumuzun göstergesidir.
Konu ile ilgili diğer yazı Cengiz Özakıncı'nın kitabında yazdığı ve benim de blog alanımda paylaştığım yazısıdır.
http:// salihyucelgur.blogspot.com. tr/2014/08/ fasizmin-babas-hitler-degil -amerikal.html
Bu yazıdan yola çıkarak araba üreticilerinin savaş nasıl bir destek verdiklerini ve bu savaştan ne kadar para kazandıklarını anlayabiliriz.Yani ekonomide arz ve talep dediğimiz olayı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Alfa Romeo tarihçesi
Alfa Romeo, 1910 yılında İtalya'nın Milano şehrinde, Milano'lu aristokrat bir aile tarafından kurulmuş olan bir otomobil üreticisidir. Özellikle 1960'lı yıllarda Avrupa'da popüler bir marka haline gelen Alfa Romeo, 1986 yılında Fiat'a katılmıştır. Yönetimi Fiat'ın elindedir. Ürettiği spor model otomobillerle dikkat çeken Alfa Romeo, ilk zamanlar kamyon, minibüs ve troleybüs gibi çeşitli vasıtaları da üretsede daha sonra sadece binek otomobil üretmeye karar vermiştir.
Fiat'ın tarihçesi
Fiat S.p.A. (Fiat Grubu olarak da bilinir) otomobil üreticisi, finansal ve endüstriyel grup. 1899 yılında Giovanni Agnelli Tarafından Torino`da kurulmuştur. İsmini Fabbrica Italiana Automobili Torino" kelimelerinin baş harflerinden almıştır. Bünyesinde Lancia, Alfa Romeo, Maserati, Ferrari, Chrysler, Dodge, Yamaha Motor Company, Iveco gibi markaları barındırmaktadır. Yani bu markaların bir anlamda sahibidir. Dünyanın en büyük otomobil ve endüstriyel grupları arasında yer alır.
Fiat'ın sahibi Gianni Agnelli kimdir ?
Giovanni Agnelli (d. 12 Mart 1921, Torino, İtalya - 24 Ocak 2003, Torino), İtalyan girişimci ve sanayici, 30 yıl (1966-1996) sürdürdüğü başkanlığı sırasında Fiat'ı küresel bir sanayi devi haline getirmiştir.
Fiat'ın kurucusu Giovanni Agnelli'nin torunu olan Agnelli refah içinde büyüdü ve dedesi tarafından aile şirketini yönetmek üzere özel olarak yetiştirildi. On dört yaşındayken babası ölünce, dedesinden sonra Fiat'ın yönetimini devralacak en büyük erkek varis durumuna geldi.
Agnelli, II. Dünya Savaşı sırasında tehlikeden uzakta Fiat'ta çalışmak yerine, dedesinin ısrarlarına karşın savaşa katılmayı yeğledi. İtalyan ordusuna yazılarak önce Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı, ardından da Almanlarla çarpıştı. Savaştan sonra, dedesinin, işin başına geçmeden önce yaşamın iyice tadını çıkarması yolundaki öğütlerine kulak verdi, uzun yıllar dünyanın başta gelen çapkınlarından biri oldu. 1952'de geçirdiği ciddi bir araba kazası, onun otomobil yarışlarıyla geçen günlerine son verdi.
Haç hiristiyanlığın Ejderha haçlı askerlerini , yuttuğu insan figürü ise Türkleri ya da Müslümanları , ejderhanın başındaki taç da zaferleri temsil etmektedir.
Sadece ama sadece Alfa Romeo üzerinden bu konuya değinmek de çok yanlıştır.Diğer yandan bazı araba markalarında bile bu detaylar hala göze çarpmaktadır.Renkleri logo tasarımları dikkat çekmektedir.Bunların anlamı ise hala bir savaşın içinde olduğumuzun göstergesidir.
Konu ile ilgili diğer yazı Cengiz Özakıncı'nın kitabında yazdığı ve benim de blog alanımda paylaştığım yazısıdır.
http://
Bu yazıdan yola çıkarak araba üreticilerinin savaş nasıl bir destek verdiklerini ve bu savaştan ne kadar para kazandıklarını anlayabiliriz.Yani ekonomide arz ve talep dediğimiz olayı oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Alfa Romeo tarihçesi
Alfa Romeo, 1910 yılında İtalya'nın Milano şehrinde, Milano'lu aristokrat bir aile tarafından kurulmuş olan bir otomobil üreticisidir. Özellikle 1960'lı yıllarda Avrupa'da popüler bir marka haline gelen Alfa Romeo, 1986 yılında Fiat'a katılmıştır. Yönetimi Fiat'ın elindedir. Ürettiği spor model otomobillerle dikkat çeken Alfa Romeo, ilk zamanlar kamyon, minibüs ve troleybüs gibi çeşitli vasıtaları da üretsede daha sonra sadece binek otomobil üretmeye karar vermiştir.
Fiat'ın tarihçesi
Fiat S.p.A. (Fiat Grubu olarak da bilinir) otomobil üreticisi, finansal ve endüstriyel grup. 1899 yılında Giovanni Agnelli Tarafından Torino`da kurulmuştur. İsmini Fabbrica Italiana Automobili Torino" kelimelerinin baş harflerinden almıştır. Bünyesinde Lancia, Alfa Romeo, Maserati, Ferrari, Chrysler, Dodge, Yamaha Motor Company, Iveco gibi markaları barındırmaktadır. Yani bu markaların bir anlamda sahibidir. Dünyanın en büyük otomobil ve endüstriyel grupları arasında yer alır.
Fiat'ın sahibi Gianni Agnelli kimdir ?
Giovanni Agnelli (d. 12 Mart 1921, Torino, İtalya - 24 Ocak 2003, Torino), İtalyan girişimci ve sanayici, 30 yıl (1966-1996) sürdürdüğü başkanlığı sırasında Fiat'ı küresel bir sanayi devi haline getirmiştir.
Fiat'ın kurucusu Giovanni Agnelli'nin torunu olan Agnelli refah içinde büyüdü ve dedesi tarafından aile şirketini yönetmek üzere özel olarak yetiştirildi. On dört yaşındayken babası ölünce, dedesinden sonra Fiat'ın yönetimini devralacak en büyük erkek varis durumuna geldi.
Agnelli, II. Dünya Savaşı sırasında tehlikeden uzakta Fiat'ta çalışmak yerine, dedesinin ısrarlarına karşın savaşa katılmayı yeğledi. İtalyan ordusuna yazılarak önce Doğu Cephesi'nde Ruslara karşı, ardından da Almanlarla çarpıştı. Savaştan sonra, dedesinin, işin başına geçmeden önce yaşamın iyice tadını çıkarması yolundaki öğütlerine kulak verdi, uzun yıllar dünyanın başta gelen çapkınlarından biri oldu. 1952'de geçirdiği ciddi bir araba kazası, onun otomobil yarışlarıyla geçen günlerine son verdi.
24 Kasım 2014 Pazartesi
Kanun-i Esasi ( 1876 Yılı Osmanlı Anayasası )
Fransızca Loi constitutionelle çevirisi olarak kullanılan Osmanlıca terkiptir. "Temel Kanun" ya da Anayasa anlamındadır. Osmanlı Devleti'nin ilk ve son anayasasıdır.
Gizli Bir Cemiyetten İktidara: Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 Seçimleri Siyasi Programı
* Satılmış GÖKBAYIR
Birinci Jön Türk (Fransızca Jeune Turc) olarak adlandırılan bu hareketin fiili olarak en büyük başarısı Kanun-ı Esasi’nin kabul ve Meşrutiyet’in ilan ettirilmesi olmuştur. İdeolojik başarısı ise “hürriyet, parlamento, meşrutiyet, halka karşı sorumlu yönetim” gibi kavramların Türk siyasal literatürüne kazandırılmasıdır.
Oldukça kısa süren I. Meşrutiyet denemesinden sonra II. Abdülhamid tarafından baskıcı bir yönetimin kurulması, birçok değerli Osmanlı aydın ve fikir insanının faaliyetlerini yurt dışında devam ettirmelerine neden olmuştur. Fakat bu insanlar, görüş ve düşünceleri ile özellikle batılı tarzda eğitim veren Tıbbiye, Harbiye ve Mülkiye öğrencilerini etkilemişlerdir. İlk olarak bu okulların öğrencilerinin etkilenmesinin sebebi ise bu okullarda yabancı dil (özellikle Fransızca) eğitimi verilmesidir ki aldıkları dil eğitimi sayesinde yurtdışında faaliyet gösteren aydınların yazılarını ve posta yolu ile elde ettikleri gazeteleri okuyabiliyor olmalarıdır. İşte bu etkilenmenin bir neticesi olarak Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin3 (Askeri Tıp Okulu) öğrencileri tarafından “İttihad-i Osmani” adında ileride İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (bundan sonra İT) dönüşecek olan gizli bir örgüt İstanbul Demirkapı’da kurulmuştur. Kurucuları İbrahim Temo, Abdullah Cevdet,İshak Sükûti ve Çerkez Mehmet Reşit’tir.
17 Kasım 2014 Pazartesi
İskender Pala Efsane
Kalemini yine konuşturmuş İskender Pala '' Bir Yunus Romanı O.D '' isimli kitabından sonra ikinci kitap olarak '' Bir Barbaros Romanı EFSANE '' yi okumaya başlıyoruz.
30 Ekim 2014 Perşembe
Orhan Veli
ANLATAMIYORUM
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
Orhan VELİ
Özdemir Asaf okumaya başlamak...
Aşka gönül ile düşersen yanarsın.
Zeka ile düşersen kavrulursun.
Akıl ile düşersen çıldırırsın.
Duygu ile düşersen gülünç olursun.
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.
Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç.
Özdemir ASAF
Zeka ile düşersen kavrulursun.
Akıl ile düşersen çıldırırsın.
Duygu ile düşersen gülünç olursun.
Aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin.
Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç.
Özdemir ASAF
13 Ekim 2014 Pazartesi
14 Eylül 2014 Pazar
Süleyman Tapınağı
M.Ö.
10. yüzyıl ortalarına doğru, Kudüs'te Hz. Süleyman tarafından yaptırılmış olan,
bu nedenle onun adıyla anılan bu ünlü mabet, tüm dinlerde saygıyla ve övgüyle
anılır Bunun nedeni, bu mabetin "Tek ve Ulu Tanrı" adına yaptırılmış
ilk mabet oluşu, ayrıca tüm dinlerin inançlılarına açık olmasıdır. Bu mabedin
nasıl yapıldığı, Tevrat başta olmak üzere birçok dinsel kaynakta uzun
uzun anlatılır. Yapımından sonra 370 yıl kadar ayakta kalmış olan bu mabet,
M.Ö. 586 yılında Kudüs’ü ele geçirerek yağma ettirip yaktıran Babil Kralı
Nebukadnezar tarafından yıktırılmıştır. Bu mabetten günümüze sadece birkaç
temel taşı kalmıştır.
Hz. Süleyman, hükümdarlığının dördüncü yılında tapınağın
yapımını başlattı. Bu yıllar, Sur Kralı Hiram’ın hükümdarlığının 11. senesine
rastlıyordu. Sur kalesinin inşasının üzerindense 240 sene geçmişti. Kral
Süleyman, tapınağın temelini çok sağlam bir şekilde oluşturmayı planlamıştı.
Bu temelin zeminle bütünleşmesi ve üzerine inşa edilecek olan görkemli yapıyı
taşıyabilmesi gerekiyordu. İnşa edilen ilk bölüm tamamen beyaz taşlardan
oluşmuştu. Bu bölümün üzerinde inşa edilen ikinci kat aynı ebatlardaydı. Binanın
cephesi doğu istikametine bakıyordu. Yapının içerisinde otuz oda ve odalar
arasında bağlantı sağlayan geçitler vardı. Binanın damı sedir ağacından
yapılmıştı. İnşaat tamamlandığında ortaya çıkan eserin görkemi görenleri çok
etkilemişti. Çünkü taşların göz alıcı parlaklığı ve düzenine karşın yapıda ne
bir çekiç, ne de herhangi başka bir mimari alet darbesi veya bu çeşit bir
aletin kullanıldığına dair bir iz yoktu.
Kral Süleyman'ın, üst kat odasına
gizlice çıkabilmek üzere bir planı vardı. Bu plana göre mabedin duvar
kalınlığında merdivenler örülecek ve bu merdivenler sedir ağaçları
kütükleriyle beraber sanki bir destek sağlıyormuş gibi görünecekti. Hz.
Süleyman mabedini iki bölüme ayırdı ve iç bölümü en kutsal olarak niteledi. Bu
en kutsal bölümün dışındaysa bir dua alanı yaptırdı. Dua etmek için yapılan bu
yer ite gizli kutsal bölüm arasında kimsenin bilmediği bir geçit vardı? Bu
gizli bölüm "Kutsalların Kutsalı" olarak biliniyordu ve içinde
"Ahit Sandığı" saklıydı. Tapınağın içinde veya dışında altınla
kaplanmamış hiçbir bölüm yoktu.
Hz. Süleyman, Sur kentinin
dışında yaşayan ve altın, gümüş ve pirinç işleme sanatları üzerinde usta olan
Hiram'ı çağırttı. Hiram aynı zamanda tüm tapınağın inşasını yöneten ve tapnağın
girişine, birini sağ ve diğerini sol köşeye olmak üzere iki sütunu koyan
kişiydi. Bu sütunlardan soldakine B, sağdakine J adını veren yine Hiram’dı.
Hz. Süleyman bu muhteşem tapınağı hiçbir masraftan
kaçınmadan, en pahalı ve en değerli mücevherleri kullanarak tamamladı. Tek
amacı Tanrı adına görkemli bir yapıt inşa etmekti.
Tapınağın kimi bölümlerine yalnızca din adamlarının
girmesine izin verilmişti. Tapınağın girişinde halka açık ayrı bir ibadet yeri
inşa ettirildi, buraya Tanrı'ya inanan herkes serbestçe girebilirdi.
Günümüzde "Ağlama Duvarı” olarak bilinen yer, bu
tapınağın geriye kalan tek duvarıdır. Yahudiler bu tapınağa "Bet(h)a
Mikdaş” derler. Tapmağın yöneticileri Kohenler (Ko- anim) ve Levilerdi. Pergel,
gönye gibi temel Mason simgeleri, duvarcı malzemeleri olarak, Hiram’ın
kullandığı malzemelerden kaynaklanmaktadır.
GÖRÜNÜRDE VE GÖRÜNMEZDE OLAN TEŞKİLÂT-I MAHSUSA:
Böylecesine
ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan, Mebusan
ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine
alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle
yürüyebilmesi için «iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: İrade-i seniyye
ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u
getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami, plânın iki ana kolu üzerinde
çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum, Selim Sami Beş Türkler'in
başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme» işini de, Ordu
olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü
Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer Tayyar
Eğilmez), mülkî âmir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihad ve Terakki
Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl
Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için
Harbiye Nezaretinin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket
edeceklerdi.
Teşkilâtı
Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı,
vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen
idaresine almış olan İngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve
yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun başına ismini daima şükranla andığım
Abdülâziz Çâviş gibi, bütün İslâm âleminin hürmet ettiği bir şahsiyeti
getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra İngilizlere
karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset
sahnesine çıkan millî hareketin temeli oldu.
Hindistandaki
gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı olmaksızın,
Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına
toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana
Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair İkbal, Nehru gibi
mücahitler toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, İngilizlerin o kadar sıkı
takiplerine rağmen Selim Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir
yaylasından Türkeline, ancak bu teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle
de kendisini gösterdi.
Trablus-Garb'de,
zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski arkadaşlarımızın
himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan İtalyan idaresine karşı
ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: Trablus-
Garb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen
Sultan Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad
Efendinin hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi
olmuştu. Mustafa Kemal Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî
mücadelemizin başlarında, bir gün Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve
bunun pekâlâ mümkün olduğunu, Vahidüddin'in İngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad
Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki mahallî müstakil hükümeti», bugünkü
Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin hitamında revaçta olan Vilson
Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de tamamen aynı
fikirdeyim.
Cezair, Fas,
Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine rağmen umduğumuzdan kısa zaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati bilmesini isterim:
Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin olalım
ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye
etmiştir: Biz, zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak
benimsemiş olan ruhlara hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin
yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların nasıl yapılacağını, sabotajları,
obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini gösterdik. Bu
ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha kazandığı
zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ
bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç
devletlerin kalbinde, Türkiye’nin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle
olması lâzımdır.'
İslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri götürdüler. Sudan'da İngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine İngiliz İntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün İslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik - Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde İngilterenin o günkü kin ve kuşku siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme haline gelmiyecekti.»
13 Eylül 2014 Cumartesi
Osmanlı İngilizler ile alay ediyor...
Ankara'nın Taşına Bak...
Osmanlı'yı kısa sürede aşiretten devlete ve
İmparatorluğa yükselten büyük ekonomik gücün gizemi, Ankara tiftik keçisinin
öyküsünde gizliydi. Osmanlı'da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol
Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şahı ve halkını Türkmen
topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı 70 yıl sonra
Osmanlı Devleti'ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu'ya getiren
Süleyman Şah'ın torunuydu. Süleyman Şah 1229'da ölünce oğulları Kayseri'den
Ankara'ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleştiler ve
bu bölgeyi yurt edindiler. O günden başlayarak Ankara ve çevresinde halk
tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü
Ankara'dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi dünyada Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya
başlandı. "Öteden beri Ortadoğu'da
olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve
halıları, (Selçuklu döneminde) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de)
koruyorlardı. Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da soflarla bogasi
denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler bunlar arasında yer alıyordu.
15. yüzyılda 'yeniçeri çuhası' diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde
rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık
İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi, "420 diyor Şerafettin Turan.
Tıpkı ipek
kumaşı gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım
ürünüydü tiftik kumaşı. 1354'te bir çift Ankara keçisi bir "hanedan hediyesi" olarak Kutsal Roma imparatorluğuna gönderilmişti. Başta İngiltere Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa'da öyle büyük bir talep vardı
ki gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini
karşılayamaz hale geldi. Avrupa, "bize kumaşı satmak
yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara
Keçileri satın," diyor Osmanlı'nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini
kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar işlenmemiş ham tiftik
dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa'ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri,
tiftik ipliği ve tiftik kumaşı satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı. Kalitesiyle rekabet edemediği
Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa'lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş,
Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara keçisi kaçırma girişimlerine
başlamışlardı.Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; "burası tiftik kumaşı (sof) yeri, dir... Bu kumaş da Ankara'ya
özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik dokumaktır.Fransızlar
bu Ankara keçilerinden Fransa'ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı
dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara'dan
eğrilmiş ipliği alıp, Fransa'ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat
yine olmadı." der. O tarihlerde başta
Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her
yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Toumfort.Avrupa
dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama
dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp
kullanılmasını yasaklatıyorlardı.Osmanlı'da ise böyle
dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri
görülmüyordu. 1711'de güneybatı Almanya'da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi
çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız
olurken, 1740'ta Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi önlenmiş ve
1778'de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde yine iklim uyumsuzluğu
nedeniyle düş kırıklığına
uğramışlardı.
Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, ham madde ve damızlık keçi
satmamakta diretiyordu. İngilizler Osmanlı tiftik
tekelini kırmak
için gizlice kaçırmayı planladıkları
damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum
sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara'dan başka Güney Afrika'da
yaşayabileceklerini
saptamışlardı 1830’larda, içinde
12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç
(dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya,
Afrika'ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12
lekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış
olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.
10 Eylül 2014 Çarşamba
YEDİNCİ BÖLÜM HANGİ OSMANLI ?
Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletler şöyle bir bildiri yayımlamışlardı:
BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE.
23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"
"(...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...)"
İmzalar:
[İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan]
Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.
Atatürk'ün Yanıtı:
"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''
Atatürk'ün Türkiye İktisat Kongresindeki Konuşmasında Osmanlı Tarihi
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletlerin '' Osmanlı'da yalnızca savaşma yeteneği bulunduğu, uygar yeteneklerin bulunmadığı'' savını 1919'da verdiği bu yanıtla çürütmekle yetinmemiş, düşman ülke orduları topraklarımızdan kovulduktan hemen sonra 1923'te İzmir'de topladığı Türkiye İktisat Kongresinde ilk Osmanlı Tarihi Dersi'ni verirken şöyle demiştir:
Efendiler!. Uzun gafletlerle ve derin umursamazlıkla yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları iyileştirmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu bolluk ve mutluluğa ulaştıracak yolları bulmak için yapacağınız çalışmaların başarıyla sonuçlanmasını dilerim . Tarih, ulusumuzun yükseliş ve çöküş nedenlerini ararken bir çok siyasi,askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır Kuşku yok ki bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidir. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir... Gerçekte Türk tarihi araştırılacak olunursa yükselme, çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anında anlaşılır.... Tarihimizi dolduran başarıların ya da çöküşlerin tümü ekonomik durumumuzla ilgilidir.. Efendiler! Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok güçlenir ve her gün daha çok güce sahip olur. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı.
Atatürk'ün Yazdırdığı Osmanlı Tarihi
Mustafa Kemal, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyetince yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı'nın Batıya askeri olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış; çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konularak, özetle şunlar öğretilmiştir:
(1299'da kuruluşundan 16 ve 17. yüzyıllara dek Osmanlı da)
" Halkın, hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19. yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin dışsatımı (ihracatı), dışalımından (ithalatından) çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır'' (...) "Devletin gerileme devrine kadar halkı iyi idare etmiş oldukları görülüyor." (...) "Türkler arazi işinde halkı koruyan bir usul takip ediyor. Balkanlardaki Hıristiyan köylüler, Türk idaresi altında, vasileus ve krallar zamanından çok daha mutlu ve müreffeh bir hayata kavuştular. Asla bağnaz olmayan ve çok iyi idare etmeyi bilen Türkler, köylülerin arazisine dokunmadılar." (...) "İstanbul'un fethi üzerine, Türklerin ünü Avrupa'nın her tarafına yayıldı. Türklerin ellerine geçirdikleri memleketleri çok adalet ve merhametle idare ettikleri, fukarayı zenginlerin zulüm ve baskısından kurtardıktan yayılmıştı; Türk tebaası olan kavimlerin rahat ve mutluluğa erdikleri söyleniyordu. Bazı Almanlar, Türklerin Almanya 'ya gelip memleketlerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacakları ümidine bile düşmüşlerdi Nürenbergli Hans Rosenblut adlı bir yazar, "Türkler Hakkında başlığıyla yazdığı bir tiyatro kitabında Türklerin adaletini, aristokratların cezalandırarak halka refah verdiklerini gösteriyordu Hatta Fatih'in hemen çağdaşı olan meşhur siyaset kuramcısı Makyavelli bile, Türk idaresinin o dönemde varolan idarelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu. (...) “Sultan Süleyman zamanında Osmanlı devleti servet ve refahça da yüksek bir seviyeye gelmişti. İmparatorluğun tebaası. o dönemin her tür sanayisine vakıftı. İhtiyaçlar (yabancı ülkelerden alınmaz) memleket içinden yerli üretimle sağlanırdı.. 16. yüzyılda Doğu'nun sanayi ve ziraati Batı'dan üstündü. İhracat ithalattan fazlaydı. Süleyman'ın son günlerine kadar genel olarak bütçe açığı yoktu. Süleyman'dan sonra genel olarak mali durumun bozulduğu anlaşılıyor." (...) "Süleyman döneminde Alman rahibi Luther bile “Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kurmazlar mı?" ümidini besliyordu. O zamanların Almanları, İstanbul'un fethi arifesindeki Rumlar gibi, Alman imparatorunun ve Alman feodal beylerinin zalimce idareleri altında bulunmaktansa, Türklerin yönetimi altına geçmek daha iyidir, diye düşünüyorlardı." (...) "Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren bozulma başlamıştı" (...) "I683'ten sonra gerileme devri başlar." (...) "Osmanlı toplumunun iktisadi alanda ilerleyememiş olduğu, 16. ve 17. yüzyıl başlarında görülen sanayi alanındaki gelişme derecesinin yükselmeyip aksine düşmesiyle anlaşılabilir." (...) "Son devirlerde genel olarak memleket idaresindeki olumsuzlukların Osmanlılarca bilim, sanayi ve iktisat alanlarında keşif ve yaratı gücü gösterilmeyerek, OsmanlIların Avrupa kavimlerinden her açıdan geri kalmış olmalarının, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin zayıflamasına büyük etkisi olduğu belirtilmiştir.Uygarlıkça 16. yüzyılda Batı'ya üstün olduklarından, 17. yüzyıldan itibaren uygarlıkta üstünlüğün Batı'ya geçtiğini kabul ve itiraf etmiyorlardı'' ( ...) "Bunun içindir ki III. Selim tahta çıkınca, tebaasından devletin iyileştirilmesi hakkında fikir ve görüş sordu. Din adamlarından, devlet adamlarından ve kumandanlarından bazıları birer layiha sundular. .. O dönemin bilginlerinin ticaret dengesine, dışarıya satılandan daha çoğunu yurt dışından satın almanın, ithalatın ihracattan çok olmasının zararlı olduğuna, ülkedeki madenlerin işletilmesine, lüks tüketim maddelerinin yurt dışından getirtilmesinin yasaklanmasına ilişkin görüşleri dikkate değerdir.Bir memlekette ticaret dengesinin memleket zararına bozulması durumunda, mâliyenin düzeltilmesinin imkansız olduğunu ve maliye düzelmedikçe de ordu ve idarenin düzenlenmesinin mümkün olamayacağını layiha sahiplerinin çoğu tamamıyla kavramış görünüyorlar. Bu layihaların iktisadi ve mali meseleler hakkındaki görüşlerinden hiç birisi hayata geçmemiş olsa gerekir." (...) "Buhar gücünün sanayiye uygulanması, buharla işleyen makinelerin çoğalması, az sürede çok mal üreten fabrikaların kurulması, fabrikalar eski el tezgahlarına benzemiyordu,.. 1848'den önce küçük sanayi daha çok olmakla birlikte, yavaş yavaş yerini büyük sanayiye bırakıyordu..." (...) "Sanayileşen Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, buhardan yararlanmayı bilmeyen ve sanayice geri kalan geniş Osmanlı İmparatorluğu'nun kendilerine işlenmemiş ham madde sağlayan ve kendilerinden işlenmiş ürün satın alan bir ticaret alanı, bir sömürü bölgesi halinde yaşamasını çıkarlarına uygun buluyorlardı." (...) "Buharın Doğu'da değil Batı'da icad edilip üretim ve ulaşıma uygulanması, Doğu'nun el sanayisiyle yelkenli ulaşım araçlarına tehlikeli bir darbe oldu. Çabuk, kolay ve ucuz üretilen buharlı fabrikaların ürünleri, Osmanlı memleketinin insan eliyle ağır ağır, az miktarda ve daha güç ve pahalıya çıkan ürünleri karşısında başarıyla rekabet ederek, Osmanlı çarşı ve pazarında yerli eşyanın yerini almaya başladı. Osmanlı devletinin gümrükleri istediği gibi düzenleyerek yerli sanayiyi korumasına kapitülasyonlar engel oluyordu... Kısacası, Avrupa zanaat ve sermayesi, yerli zanaat ve sermayeyi yutmaya başladı...19. yüzyılın ortalarından sonra ticaret dengesinde gittikçe büyüyen açık, halkı ve devleti günden güne fakirleştirdi'' (...) "1854'te ilk kez dışarıdan borç alındı.. Bu borçlanmaların Osmanlı İmparatorluğu'nun başına ne büyük bir bela olduğu ileride görülecektir." 409
Mustafa Kemal döneminde, 1930'larda çocuklara okullarda verilen bu Osmanlı tarihi bilgisi, onların beyinlerine: "eğer bilim, sanayi ve teknoloji alanında üstünlük kuramazsak, askeri üstünlük de kuramayız" yargısını kazımaktaydı.
Mustafa Kemal'in Tarih Kurumu'nun okullarda ders olarak okuttuğu bu Osmanlı Tarihi, bilimseldi. Öyle ki, günümüz araştırmacıları, bu saptamaların tümünü doğrulamaktadır. Sennur Sezer'in 28-29 Haziran 2003'de sunduğu "Kadınımızın Emek Tarihine Kısa Bir Bakış" başlıklı bildiride bu gerçekler şöyle dile getirilmiştir:
Osmanlı İmparatorluğu 14. yüzyıl’da maden çıkarmada, madeni eşya ve deri endüstrisinde ileri, dokuma endüstrisinde de hızla gelişen bir ülkeydi. 15. yüzyılda Ege ve Marmara Denizi'nin kıyıları, dokumacılığın geliştiği merkezlerin yoğunlaştığı yerlerdi. Denizli, Bergama, Akhisar ve Tarhala yöreleri pamuklu bez, Gelibolu'da yelkenbezi, Biga Kızılcatuzla'da yeniçeri üniforma astarı olan nimte bezi dokunurdu.Selanik'te ve kuzeyinde çuha, aba, kebe, kilim gibi yün dokumacılğı yaygındı. Bursa, İstanbul, Amasya, Tokat ve Sakız adası ipek dokumanın uzmanlaşıldığı ünlü merkezlerdi: kemha, kadife tafta, vala dokunuyordu. Bu kumaşlar için gereken ipeğin büyük bölümü, özellikle Bursa'ya İran ve Uzak Doğudan getiriliyordu. (...) Dışarıdan hammadde alan Osmanlı endüstrisi dışarıya işlenmiş mal satıyordu. Lonca örgütlerinin denetiminde olan bu gelişkin endüstriler Batı'daki benzerlerince makineşelemediğinden, endüstriye para yatırmayı düşünecek toprak sahibi de olmadığından bir süre sonra duralayacaktır. Batı daki kapitalist gelişim sonucu 17. Yüzyıl ortalarından başlayarak daha ucuz malların iç ve dış piyasayı kaplaması ile gerileyecek, daha önce işlediği hammaddeleri, örneğin Ankara keçisi yününü ihraç etmeyen ülke yavaş yavaş bir hammadde ülkesi kimliği kazanacaktır. (...) 19. Yüzyıl dan başlayarak Osmanlı İmparatorluğunun dış satımında ön sırada olan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin yerini dokuma hammaddesi alır. Bunun karşılığında dışardan alınan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin miktarı artar. Bu durum ülkedeki dokumacılığı sarsacaktır. Rumeli'de 1812'de İşkodra'daki 600 tezgah 1821'de 40'a, Tırnova'dakı 2000 tezgah 1830'da 200'e inecektir. Anadolu'daki merkezlerde de durum farklı değildir. 411
Osmanlı 1700'lere dek Batı'dan Üstündü
Mustafa Kemal'in 1919'da Osmanlı'yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk'ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; savaş başarısı Osmanlı-Türk'ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır, biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyeti kuranların Osmanlı'nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı'yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.
Luther ve Osmanlı
Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalan mıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı, ne yanlış. Osmanlı Türk'ü, Osmanlı'nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı'dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı'ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı'ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:
"Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığmıyor ve onlara katılıyor." (...) "Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli."412
Luther'in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı'lıların öbek öbek Osmanlı'ya katıldığını özgün oynaklardan aktarırken şöyle diyor;
"Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa'daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa'daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau, sf. 399) Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu., vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. (Bkz. Pfeffermann 46:12) Bir Paşa şöyle anlatsa: "Babam (Avrupa'da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir işçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı'da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi." Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarım terkedip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı'ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu... Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini -getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu."412
İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu ji gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı'ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.
...
Cengiz Özakıncı
Türkiye'nin Siyasi İntiharı
BAŞLICA MÜTTEFİK DEVLETLER KONSEYİNCE.
23 HAZİRAN 1919'DA UYGUN BULUNAN METİN"
"(...) Tarih boyunca hangi ülke Türklerin eline geçtiyse o ülke maddi ve kültürel geriliğe gömülmüş, hangi ülke Türklerin elinden kurtulduysa maddi ve kültürel bakımdan yükselmiştir. Tarih boyunca Türkler ellerine geçirdikleri ülkeleri geliştirmemiş, yıkmıştır; çünkü Türklerde geliştirme yetisi yoktur, yalnızca yıkmayı savaşmayı bilirler. (Bu nedenle ülkelerini parçalayacak ve Türkleri biz yöneteceğiz) (...)"
İmzalar:
[İngiltere, Fransa, İtalya, Amerika, Yunanistan, Japonya, Sırbistan]
Bu bildirinin altında diğer devletlerin yanıra Amerika'nın da imzası bulunmaktaydı. Müslüman Türklerde yalnızca yakıp yıkarak savaşma yeteneği bulunduğu, bunun bilim, düşünce, ekonomi, mimarlık, üretimbilimi ve sanat gibi uygarlık alanlarında hiçbir yeteneği bulunmadığı savına Mustafa Kemal'in 28 Aralık 1919'da verdiği yanıt şu olmuştur.
Atatürk'ün Yanıtı:
"Sözde ulusumuz, yetenekten yoksun bulunduğu için bayındır bulunan yerlere girmiş ve oralarını yıkıntıya çevirmiş ! Bu savlar kesinlikle gerçek değildir. Karaçalmadır.Düşününüz efendiler! Ulusumuz küçük bir aşiretten, anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka, Batı dünyasına, düşman içine girdi ve orada büyük çabalarla bir İmparatorluk kurdu. Ve bunu, bu İmparatorluğu, 600 yıl büyük bir yetkinlikle sürdürdü. Bunu başaran bir ulus, yüksek bir yöneticilik yeteneğine ve yönetim örgütlenmesine sahiptir. Böyle bir durum yalnızca kılıç gücüyle gerçekleştirilemez. Tüm dünya bilir ki Osmanlı Devleti, ordusunu çok geniş olan topraklarının bir ucundan diğer ucuna olağanüstü bir hızla, tepeden tırnağa donatılmış olarak ulaştırır ve bu orduyu aylarca belki de yıllarca besler, yedirir, içirir, giydirir ve yönetirdi. Böylesi bir etkinlik, yalnızca ordu örgütünün değil, (cephe gerisinde) yönetim birimlerinin de olağanüstü kusursuz ve yetenekli olduğuna kanıttır ''
Atatürk'ün Türkiye İktisat Kongresindeki Konuşmasında Osmanlı Tarihi
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı'yı yenen devletlerin '' Osmanlı'da yalnızca savaşma yeteneği bulunduğu, uygar yeteneklerin bulunmadığı'' savını 1919'da verdiği bu yanıtla çürütmekle yetinmemiş, düşman ülke orduları topraklarımızdan kovulduktan hemen sonra 1923'te İzmir'de topladığı Türkiye İktisat Kongresinde ilk Osmanlı Tarihi Dersi'ni verirken şöyle demiştir:
Efendiler!. Uzun gafletlerle ve derin umursamazlıkla yüzyılların ekonomik yapımızda açtığı yaraları iyileştirmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayındırlaştırmak, ulusu bolluk ve mutluluğa ulaştıracak yolları bulmak için yapacağınız çalışmaların başarıyla sonuçlanmasını dilerim . Tarih, ulusumuzun yükseliş ve çöküş nedenlerini ararken bir çok siyasi,askeri, toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadır Kuşku yok ki bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidir. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamıyla ilgili olan, o ulusun ekonomisidir... Gerçekte Türk tarihi araştırılacak olunursa yükselme, çöküş nedenlerinin ekonomik sorunlardan başka bir şey olmadığı anında anlaşılır.... Tarihimizi dolduran başarıların ya da çöküşlerin tümü ekonomik durumumuzla ilgilidir.. Efendiler! Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok güçlenir ve her gün daha çok güce sahip olur. Eğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zindandan farkı olamazdı.
Atatürk'ün Yazdırdığı Osmanlı Tarihi
Mustafa Kemal, Cumhuriyet döneminde kendi kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyetince yazılan ve 1931-1941 arası okullarda okutulan tarih kitabında, Osmanlı'nın Batıya askeri olarak üstün olduğu yüzyıllar boyunca, aynı zamanda ekonomik ve bilimsel olarak da üstün olduğu gerçeğini özellikle vurgulamış; çöküşün askeri alandan önce ekonomik, bilimsel ve teknolojik alanlarda başladığı açık ve kesin biçimde ortaya konularak, özetle şunlar öğretilmiştir:
(1299'da kuruluşundan 16 ve 17. yüzyıllara dek Osmanlı da)
" Halkın, hükümetin ve ordunun gereksindiği her şey ülke içinde hazırlanmakta ve üretilmekteydi. Bu yüzden dış ticaret dengesinde açık yoktu. Dahası, 19. yüzyılın ortalarına dek Osmanlı ülkesinin dışsatımı (ihracatı), dışalımından (ithalatından) çoktu. Dış ticaret dengesindeki açık, bu tarihten sonradır'' (...) "Devletin gerileme devrine kadar halkı iyi idare etmiş oldukları görülüyor." (...) "Türkler arazi işinde halkı koruyan bir usul takip ediyor. Balkanlardaki Hıristiyan köylüler, Türk idaresi altında, vasileus ve krallar zamanından çok daha mutlu ve müreffeh bir hayata kavuştular. Asla bağnaz olmayan ve çok iyi idare etmeyi bilen Türkler, köylülerin arazisine dokunmadılar." (...) "İstanbul'un fethi üzerine, Türklerin ünü Avrupa'nın her tarafına yayıldı. Türklerin ellerine geçirdikleri memleketleri çok adalet ve merhametle idare ettikleri, fukarayı zenginlerin zulüm ve baskısından kurtardıktan yayılmıştı; Türk tebaası olan kavimlerin rahat ve mutluluğa erdikleri söyleniyordu. Bazı Almanlar, Türklerin Almanya 'ya gelip memleketlerinde süregelen haksızlık ve adaletsizliğe engel olacakları ümidine bile düşmüşlerdi Nürenbergli Hans Rosenblut adlı bir yazar, "Türkler Hakkında başlığıyla yazdığı bir tiyatro kitabında Türklerin adaletini, aristokratların cezalandırarak halka refah verdiklerini gösteriyordu Hatta Fatih'in hemen çağdaşı olan meşhur siyaset kuramcısı Makyavelli bile, Türk idaresinin o dönemde varolan idarelerin hepsinden daha iyi olduğunu yazıyordu. (...) “Sultan Süleyman zamanında Osmanlı devleti servet ve refahça da yüksek bir seviyeye gelmişti. İmparatorluğun tebaası. o dönemin her tür sanayisine vakıftı. İhtiyaçlar (yabancı ülkelerden alınmaz) memleket içinden yerli üretimle sağlanırdı.. 16. yüzyılda Doğu'nun sanayi ve ziraati Batı'dan üstündü. İhracat ithalattan fazlaydı. Süleyman'ın son günlerine kadar genel olarak bütçe açığı yoktu. Süleyman'dan sonra genel olarak mali durumun bozulduğu anlaşılıyor." (...) "Süleyman döneminde Alman rahibi Luther bile “Türkler gelip de Almanya’da adilane idarelerini acaba kurmazlar mı?" ümidini besliyordu. O zamanların Almanları, İstanbul'un fethi arifesindeki Rumlar gibi, Alman imparatorunun ve Alman feodal beylerinin zalimce idareleri altında bulunmaktansa, Türklerin yönetimi altına geçmek daha iyidir, diye düşünüyorlardı." (...) "Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren bozulma başlamıştı" (...) "I683'ten sonra gerileme devri başlar." (...) "Osmanlı toplumunun iktisadi alanda ilerleyememiş olduğu, 16. ve 17. yüzyıl başlarında görülen sanayi alanındaki gelişme derecesinin yükselmeyip aksine düşmesiyle anlaşılabilir." (...) "Son devirlerde genel olarak memleket idaresindeki olumsuzlukların Osmanlılarca bilim, sanayi ve iktisat alanlarında keşif ve yaratı gücü gösterilmeyerek, OsmanlIların Avrupa kavimlerinden her açıdan geri kalmış olmalarının, Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerinin zayıflamasına büyük etkisi olduğu belirtilmiştir.Uygarlıkça 16. yüzyılda Batı'ya üstün olduklarından, 17. yüzyıldan itibaren uygarlıkta üstünlüğün Batı'ya geçtiğini kabul ve itiraf etmiyorlardı'' ( ...) "Bunun içindir ki III. Selim tahta çıkınca, tebaasından devletin iyileştirilmesi hakkında fikir ve görüş sordu. Din adamlarından, devlet adamlarından ve kumandanlarından bazıları birer layiha sundular. .. O dönemin bilginlerinin ticaret dengesine, dışarıya satılandan daha çoğunu yurt dışından satın almanın, ithalatın ihracattan çok olmasının zararlı olduğuna, ülkedeki madenlerin işletilmesine, lüks tüketim maddelerinin yurt dışından getirtilmesinin yasaklanmasına ilişkin görüşleri dikkate değerdir.Bir memlekette ticaret dengesinin memleket zararına bozulması durumunda, mâliyenin düzeltilmesinin imkansız olduğunu ve maliye düzelmedikçe de ordu ve idarenin düzenlenmesinin mümkün olamayacağını layiha sahiplerinin çoğu tamamıyla kavramış görünüyorlar. Bu layihaların iktisadi ve mali meseleler hakkındaki görüşlerinden hiç birisi hayata geçmemiş olsa gerekir." (...) "Buhar gücünün sanayiye uygulanması, buharla işleyen makinelerin çoğalması, az sürede çok mal üreten fabrikaların kurulması, fabrikalar eski el tezgahlarına benzemiyordu,.. 1848'den önce küçük sanayi daha çok olmakla birlikte, yavaş yavaş yerini büyük sanayiye bırakıyordu..." (...) "Sanayileşen Fransa, İngiltere, Avusturya, Prusya, buhardan yararlanmayı bilmeyen ve sanayice geri kalan geniş Osmanlı İmparatorluğu'nun kendilerine işlenmemiş ham madde sağlayan ve kendilerinden işlenmiş ürün satın alan bir ticaret alanı, bir sömürü bölgesi halinde yaşamasını çıkarlarına uygun buluyorlardı." (...) "Buharın Doğu'da değil Batı'da icad edilip üretim ve ulaşıma uygulanması, Doğu'nun el sanayisiyle yelkenli ulaşım araçlarına tehlikeli bir darbe oldu. Çabuk, kolay ve ucuz üretilen buharlı fabrikaların ürünleri, Osmanlı memleketinin insan eliyle ağır ağır, az miktarda ve daha güç ve pahalıya çıkan ürünleri karşısında başarıyla rekabet ederek, Osmanlı çarşı ve pazarında yerli eşyanın yerini almaya başladı. Osmanlı devletinin gümrükleri istediği gibi düzenleyerek yerli sanayiyi korumasına kapitülasyonlar engel oluyordu... Kısacası, Avrupa zanaat ve sermayesi, yerli zanaat ve sermayeyi yutmaya başladı...19. yüzyılın ortalarından sonra ticaret dengesinde gittikçe büyüyen açık, halkı ve devleti günden güne fakirleştirdi'' (...) "1854'te ilk kez dışarıdan borç alındı.. Bu borçlanmaların Osmanlı İmparatorluğu'nun başına ne büyük bir bela olduğu ileride görülecektir." 409
Mustafa Kemal döneminde, 1930'larda çocuklara okullarda verilen bu Osmanlı tarihi bilgisi, onların beyinlerine: "eğer bilim, sanayi ve teknoloji alanında üstünlük kuramazsak, askeri üstünlük de kuramayız" yargısını kazımaktaydı.
Mustafa Kemal'in Tarih Kurumu'nun okullarda ders olarak okuttuğu bu Osmanlı Tarihi, bilimseldi. Öyle ki, günümüz araştırmacıları, bu saptamaların tümünü doğrulamaktadır. Sennur Sezer'in 28-29 Haziran 2003'de sunduğu "Kadınımızın Emek Tarihine Kısa Bir Bakış" başlıklı bildiride bu gerçekler şöyle dile getirilmiştir:
Osmanlı İmparatorluğu 14. yüzyıl’da maden çıkarmada, madeni eşya ve deri endüstrisinde ileri, dokuma endüstrisinde de hızla gelişen bir ülkeydi. 15. yüzyılda Ege ve Marmara Denizi'nin kıyıları, dokumacılığın geliştiği merkezlerin yoğunlaştığı yerlerdi. Denizli, Bergama, Akhisar ve Tarhala yöreleri pamuklu bez, Gelibolu'da yelkenbezi, Biga Kızılcatuzla'da yeniçeri üniforma astarı olan nimte bezi dokunurdu.Selanik'te ve kuzeyinde çuha, aba, kebe, kilim gibi yün dokumacılğı yaygındı. Bursa, İstanbul, Amasya, Tokat ve Sakız adası ipek dokumanın uzmanlaşıldığı ünlü merkezlerdi: kemha, kadife tafta, vala dokunuyordu. Bu kumaşlar için gereken ipeğin büyük bölümü, özellikle Bursa'ya İran ve Uzak Doğudan getiriliyordu. (...) Dışarıdan hammadde alan Osmanlı endüstrisi dışarıya işlenmiş mal satıyordu. Lonca örgütlerinin denetiminde olan bu gelişkin endüstriler Batı'daki benzerlerince makineşelemediğinden, endüstriye para yatırmayı düşünecek toprak sahibi de olmadığından bir süre sonra duralayacaktır. Batı daki kapitalist gelişim sonucu 17. Yüzyıl ortalarından başlayarak daha ucuz malların iç ve dış piyasayı kaplaması ile gerileyecek, daha önce işlediği hammaddeleri, örneğin Ankara keçisi yününü ihraç etmeyen ülke yavaş yavaş bir hammadde ülkesi kimliği kazanacaktır. (...) 19. Yüzyıl dan başlayarak Osmanlı İmparatorluğunun dış satımında ön sırada olan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin yerini dokuma hammaddesi alır. Bunun karşılığında dışardan alınan (işlenmiş) dokuma ürünlerinin miktarı artar. Bu durum ülkedeki dokumacılığı sarsacaktır. Rumeli'de 1812'de İşkodra'daki 600 tezgah 1821'de 40'a, Tırnova'dakı 2000 tezgah 1830'da 200'e inecektir. Anadolu'daki merkezlerde de durum farklı değildir. 411
Osmanlı 1700'lere dek Batı'dan Üstündü
Mustafa Kemal'in 1919'da Osmanlı'yı yalnızca savaşçı yıkıcı güç, Türk'ü savaşmaktan başka bir yeteneği bulunmayan ırk olarak suçlayan emperyalist devletlere; savaş başarısı Osmanlı-Türk'ün Batı karşısında toplumsal ekonomik bilimsel siyasi üstünlüğünden kaynaklanmıştır, biçimindeki yanıtı, usa ve gerçeğe uygun olarak, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nce yazılan ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi kitaplarında yer almıştı ve bu, Cumhuriyeti kuranların Osmanlı'nın yükseliş dönemindeki gücünün ve gerileme dönemindeki güç yitiminin nereden kaynaklandığını çok doğru çözümlemiş; böylelikle Osmanlı'yı yıkıma sürükleyen yanlışları yinelemekten kaçınacak bilimsel öngörü ve tarih bilinciyle donanmış olduklarını gösteriyordu.
Luther ve Osmanlı
Peki Cumhuriyet döneminin bu ilk Atatürkçü Osmanlı Tarihi yalan mıydı, yanlış mıydı? Hayır. Ne yalandı, ne yanlış. Osmanlı Türk'ü, Osmanlı'nın yükseliş döneminde gerçekten de Batı'dan görece üstün bir bilim ve teknolojiye sahipti. Bugün nasıl insanlar kurtuluşlarını Batı'ya göç etmekte görüyorlarsa, o dönemde de Batılılar kendi kurtuluşlarını Osmanlı'ya göç etmekte buluyor ve Luther bu durumdan şöyle yakınıyordu:
"Bizim halkımız, Almanlar, yabani, vahşi, yarı-şeytan yarı-insan bir halk olduğu için, pek çok kimse Türklere sığmıyor ve onlara katılıyor." (...) "Ayrıca duyduğuma göre Alman ülkelerinden Alman hükümdarı ve Alman prenslerine bağlı olmaktansa, Türklere katılıp onlara sığınmak isteyen çok kişi var. Bu insanlarla Türklere karşı savaş verilmeli."412
Luther'in bu sözlerini aktaran Margred Spohn, o dönemde Batı'lıların öbek öbek Osmanlı'ya katıldığını özgün oynaklardan aktarırken şöyle diyor;
"Osmanlı İmparatorluğu, (Avrupa'daki) çiftçilere, zanaatkarlara ve askerlere çok çekici geliyordu. (Avrupa'daki) çiftçilerin ümitsiz durumları, feodal toplumlarda onlardan acımasızca vergi alınması, 1520 yıllarında, 15. yüzyılda ve 16. yüzyılın başında pek çok çiftçinin Osmanlı ülkesine göç etmesine neden oldu. (Bkz: Delumeau, sf. 399) Orada zorunlu çalışma (angarya) yoktu., vergiler açıkça belirlenmişti, ekinler gelip geçen ordular tarafından harap edilmiyordu ve hepsinden önemlisi sosyal sınıf atlama olanağı vardı. (Bkz. Pfeffermann 46:12) Bir Paşa şöyle anlatsa: "Babam (Avrupa'da) bir domuz çobanı, günlük ücretle çalışan bir işçi, bir sığır çobanıydı. Benim erdemim, cesaretim, dürüstlüğüm, çalışkanlığım, aklım beni (Osmanlı'da) böyle şerefli makamlara (Paşalığa) getirdi." Bu sözler o zamanın bir Alman çiftçisinin kulağına ne kadar hoş gelirdi. 1453 ile 1623 arasında Osmanlı İmparatorluğu'nda esir düşerek veya kendi ordularından kaçarak kendi dini inançlarım terkedip Müslüman olanların sayısı binlerceydi. Sürekli asker kaçağı salgınları (Avrupalı askerlerin kendi birliklerinden kaçıp Osmanlı'ya sığınmaları) subayları endişelendiriyordu... Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal bakımdan çekiciliği yalnızca Avrupa topraklarının alınması tehlikesini -getirmiyor, aynı zamanda sosyal feodal düzeni de tehdit ediyordu."412
İşte Türklerin vahşi, barbar, kan içici, yamyam olduğu ji gibi yalanlar, o dönemde Avrupalı feodal beyler ve din adamlarınca, halkı Türklerden korkutup Osmanlı'ya sığınmaların önüne geçmek amacıyla uydurulmuştu.
...
Cengiz Özakıncı
Türkiye'nin Siyasi İntiharı
9 Eylül 2014 Salı
8 Eylül 2014 Pazartesi
Hayallerin Hududu
Teşkilât-ı Mahsusa, bir taraftan en sert hakikatler için de iken, Öte yandan da, o günlerin edebî cereyanı olan fecr-i âti hayâl âleminin enginliklerini hatırlatacak engin ufuklar içinde yüzüyordu!.
Neler düşünülmemişti:İstidadlı Türk gençleri, Batı Medeniyet merkezlerine gönderilecek, buralarda okuyacaklar, her sahada bilgi sahibi olacaklar ve imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, İslâm dininin ilme ve zamana intibak kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf Nazırı Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış, bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere, ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi.
Seçilen memleketler İngiltere, Fransa, İsviçre, Almanya, İtalya, Belçika idi... Her bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra, onlara haber vermeden ve İsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind İstiklâl Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda masum bir tebessümle okuyabiliriz:
Eşref Bey mektubunda şöyle diyor:
«— Sami Liyej'e geldim. İbrahim, Medih, Neş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum. Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum. Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45 frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde iki yüz frank gönderiniz.»
Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor.. Çocuklar, harbin ilânına kadar rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor. Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır...
Ah idealizm buhranı!.. Ne geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol, ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi...
Teşkilât-ı Mahsusa 'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber edecek kadar Garb 'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler...
Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!..
Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı.
Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..
Neler düşünülmemişti:İstidadlı Türk gençleri, Batı Medeniyet merkezlerine gönderilecek, buralarda okuyacaklar, her sahada bilgi sahibi olacaklar ve imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, İslâm dininin ilme ve zamana intibak kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf Nazırı Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış, bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere, ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi.
Seçilen memleketler İngiltere, Fransa, İsviçre, Almanya, İtalya, Belçika idi... Her bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra, onlara haber vermeden ve İsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind İstiklâl Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda masum bir tebessümle okuyabiliriz:
Eşref Bey mektubunda şöyle diyor:
«— Sami Liyej'e geldim. İbrahim, Medih, Neş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum. Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum. Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45 frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde iki yüz frank gönderiniz.»
Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor.. Çocuklar, harbin ilânına kadar rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor. Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır...
Ah idealizm buhranı!.. Ne geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol, ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi...
Teşkilât-ı Mahsusa 'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber edecek kadar Garb 'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler...
Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!..
Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı.
Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..
7 Eylül 2014 Pazar
KERKÜK KATLİAMI (14-16 TEMMUZ 1959)
KERKÜK KATLİAMI (14-16 TEMMUZ 1959)
14 Temmuz 1959 günü geldiğinde, şehir yüze yakın zafer takı ile süslenmişti. O gün yapılacak şenlik ve törenler için şehir, adeta büyük bir bayram hazırlığı yaşamıştı. Günlerce süren bu hazırlıklar tamamlanmış, çoluk-çocuk, küçük-büyük, kadın-erkek bütün şehir halkı milli kıyafetler içinde, o gün kutlama töreninin başlamasını bekliyordu. Kavurucu sıcakların biraz azalması üzerine, akşam saat 18.00'den itibaren halk cadde ve sokakları doldurmağa başladı. Giyilen rengarenk milli kıyafetlerle halk, bayram sevinci içerisinde türküler söylüyor, milli oyunlar oynuyorlardı. Saat 19.00'da ise, resmigeçit başladı. Resmigeçidin ön sıralarında yer alan kişiler arasında Belediye Başkanı Maruf Berzenci ve komünist olan resmi yöneticiler ile İleri Gençlik, Barış Severler, Devrimci Öğretmenler ve Halk Mukavemet Teşkilatı gibi komünist kuruluşlar ve yüzlerce militan vardı. Bu arada, belirli bir plana göre hazırlanmış olan militanlar, gericilik, turancılık ve faşistlikle suçladıkları Türkler aleyhine çeşitli sloganlar atıyorlardı. Saat 19. civarında ilk silah sesleri duyuldu ve Türkler yer yer saldırıya uğradı. İlk olarak Türklerin oturduğu 14 Temmuz Kahvesi'nin sahibi Osman Hıdır, atılan kurşunlarla şehit edildi; ayaklarına ipler takılarak, bir motorlu araca bağlandı ve sürüklenmeğe başlandı.
Silahsız ve sadece cumhuriyetin ilanının birinci yıldönümünü kutlamağa çıkmış bulunan Türkler, otomatik silahların taraması ile dağılmaya başladı. Kadınlar, çocuklar panik içinde koşuşmağa ve şaşkınlık içinde sığınacak yer aramağa koyuldu. Böylece 3 gün 3 gece süren ve tarihe Kerkük Katliamı olarak geçen soykırımı başlamış oldu. Halkın panik içinde köşe bucak saklanmağa çalışması üzerine, 2'nci Tümen Komutanlığı'nın emriyle sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Ancak çok geçmeden, bu yasağın sadece Türkler için ilan edilmiş olduğu anlaşıldı. Daha sonra Türk toplumunun ileri gelenleri, 2'nci Tümen Komutanlığı'nca istendikleri gerekçesiyle, evlerinden alınarak,Kerkük kışlasına götürüldü. Burada kurulan sözde halk mahkemelerinde, beş-on dakika içinde yargılanarak, kurşuna dizildiler. Ordu, polis ve sivil teşkilatlar ile komünist partinin üyeleri elele vererek, evlere baskınlar yaptılar ve yüzlerce Türk'ü tutukladılar. Bir kısmını barakalara doldurarak, süngü ve dipçiklerle katlettiler. Evlerinden alınan bazı Türk liderleri, ailelerinin gözleri önünde makinalı tüfeklerle şehit edildiler. Daha sonra ayaklarına ipler takılarak, motorlu araçlarla cesetleri sokak sokak sürüklediler. Irak Türklerinin değerli evlatları olan Ata Hayrullah ve kardeşi Doktor Yarbay İhsan Hayrullah'a bu şekilde kıydılar. Bazı Türk evladı da tutuklandıktan sonra, ayağına ayrı ipler takılarak, ters yönde hareket eden iki ayrı cipe bağlandı ve böylece iki parçaya ayrıldı. Bazılarının cesetleri sokak sokak sürüklendikten sonra, üzerlerinden kamyon ve traktörler geçirildi.
6 Eylül 2014 Cumartesi
Lessing’in kütüphanesi Zimbabve yolcusu
Geçtiğimiz yıl yaşama veda eden Nobelli yazar Doris Lessing’in tüm kitaplarının Zimbabve’nin başkenti Harare’deki şehir kütüphanesine verilmesini vasiyet ettiği ortaya çıktı.
The New Zimbabwe web sitesinde çıkan habere göre, bağışı doğrulayan Doris Lessing’in vasileri, Uluslararası Kitap Yardımı’ndan (BAI) kitapların iletilmesi konusunda yardım istedi. Lessing, hayatı boyunca özellikle Sahraaltı Afrikası ve Ortadoğu’da kütüphanelere kitap yardımında bulunan bir STK olan BAI’nın en önde gelen destekçilerinden biri olmuştu.
Zimbabwe Herald gazetesine konuşan Harare Belediye Başkanı Bernard Manyenyeni, ünlü yazar tarafından yapılan bağışı “muhteşem bir jest” olarak nitelendirdi. Lessing’in kütüphanesinde 3 binin üzerinde kitap bulunduğu belirtiliyor.
25 yıl yaşadı, yasaklı göçmen oldu
Doris Lessing, o zamanlar Güney Rodezya olarak bilinen Zimbabve’de 1924’den 1949’a dek, tam 25 yıl yaşadı. 1956 yılında ülkeye geri dönen Lessing, Rodezya rejimi karşıtı konuşmasının ardından yasaklı göçmen ilan edilmişti.
2013 Kasımı’nda Londra’daki evinde, yaşama gözlerini yummuştu Doris Lessing. 94 yaşındaydı.
(CHA )
The New Zimbabwe web sitesinde çıkan habere göre, bağışı doğrulayan Doris Lessing’in vasileri, Uluslararası Kitap Yardımı’ndan (BAI) kitapların iletilmesi konusunda yardım istedi. Lessing, hayatı boyunca özellikle Sahraaltı Afrikası ve Ortadoğu’da kütüphanelere kitap yardımında bulunan bir STK olan BAI’nın en önde gelen destekçilerinden biri olmuştu.
Zimbabwe Herald gazetesine konuşan Harare Belediye Başkanı Bernard Manyenyeni, ünlü yazar tarafından yapılan bağışı “muhteşem bir jest” olarak nitelendirdi. Lessing’in kütüphanesinde 3 binin üzerinde kitap bulunduğu belirtiliyor.
25 yıl yaşadı, yasaklı göçmen oldu
Doris Lessing, o zamanlar Güney Rodezya olarak bilinen Zimbabve’de 1924’den 1949’a dek, tam 25 yıl yaşadı. 1956 yılında ülkeye geri dönen Lessing, Rodezya rejimi karşıtı konuşmasının ardından yasaklı göçmen ilan edilmişti.
2013 Kasımı’nda Londra’daki evinde, yaşama gözlerini yummuştu Doris Lessing. 94 yaşındaydı.
(CHA )
Bafra’da ağaçta askıda 2 bin 700 kitap sahibini buldu
ABDULLAH ÖZDEMİR | SAMSUN - 23.04.2014 15:16:17
Samsun’un Bafra ilçesinde Kültür Sanat Derneği (KÜSADER) tarafından çocuklara ve büyüklere yönelik anlamlı bir etkinlik düzenlendi. KÜSADER'in organizasyonu ile toplanan 2 bin 700 kitap ağaçlara asılarak 20 dakika kitap okuyanlara hediye edildi.
KÜSADER Başkanı Gülseren Akdaş, 23 Nisan'a yönelik anlamlı bir organizasyon yapmak için yola çıktıklarını belirterek, "Bir kampanya ile ilçeden ve yayınevlerinden toplam 2 bin 700 kitap topladık. Bu kitapları Bafra Cumhuriyet Meydanı'ndaki ağaçlara poşetlerle astık. Buraya gelen çocuklarımız ve vatandaşlarımız ağaçtan aldıkları kitapları, ağaçların altında 20 dakika okuduktan sonra kitabın sahibi oldular. Amacımıza ulaştığımız için mutluyuz.’’ dedi.
Samsun’un Bafra ilçesinde Kültür Sanat Derneği (KÜSADER) tarafından çocuklara ve büyüklere yönelik anlamlı bir etkinlik düzenlendi. KÜSADER'in organizasyonu ile toplanan 2 bin 700 kitap ağaçlara asılarak 20 dakika kitap okuyanlara hediye edildi.
KÜSADER Başkanı Gülseren Akdaş, 23 Nisan'a yönelik anlamlı bir organizasyon yapmak için yola çıktıklarını belirterek, "Bir kampanya ile ilçeden ve yayınevlerinden toplam 2 bin 700 kitap topladık. Bu kitapları Bafra Cumhuriyet Meydanı'ndaki ağaçlara poşetlerle astık. Buraya gelen çocuklarımız ve vatandaşlarımız ağaçtan aldıkları kitapları, ağaçların altında 20 dakika okuduktan sonra kitabın sahibi oldular. Amacımıza ulaştığımız için mutluyuz.’’ dedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)