Böylecesine
ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan, Mebusan
ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine
alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle
yürüyebilmesi için «iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: İrade-i seniyye
ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u
getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami, plânın iki ana kolu üzerinde
çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum, Selim Sami Beş Türkler'in
başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme» işini de, Ordu
olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü
Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer Tayyar
Eğilmez), mülkî âmir olarak İzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), İttihad ve Terakki
Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl
Bayar) ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için
Harbiye Nezaretinin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket
edeceklerdi.
Teşkilâtı
Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı,
vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen
idaresine almış olan İngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve
yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun başına ismini daima şükranla andığım
Abdülâziz Çâviş gibi, bütün İslâm âleminin hürmet ettiği bir şahsiyeti
getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra İngilizlere
karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset
sahnesine çıkan millî hareketin temeli oldu.
Hindistandaki
gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı olmaksızın,
Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına
toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana
Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair İkbal, Nehru gibi
mücahitler toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, İngilizlerin o kadar sıkı
takiplerine rağmen Selim Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir
yaylasından Türkeline, ancak bu teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle
de kendisini gösterdi.
Trablus-Garb'de,
zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski arkadaşlarımızın
himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan İtalyan idaresine karşı
ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: Trablus-
Garb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen
Sultan Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad
Efendinin hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi
olmuştu. Mustafa Kemal Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî
mücadelemizin başlarında, bir gün Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve
bunun pekâlâ mümkün olduğunu, Vahidüddin'in İngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad
Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki mahallî müstakil hükümeti», bugünkü
Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin hitamında revaçta olan Vilson
Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de tamamen aynı
fikirdeyim.
Cezair, Fas,
Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine rağmen umduğumuzdan kısa zaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati bilmesini isterim:
Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin olalım
ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye
etmiştir: Biz, zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak
benimsemiş olan ruhlara hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin
yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların nasıl yapılacağını, sabotajları,
obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini gösterdik. Bu
ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha kazandığı
zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ
bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç
devletlerin kalbinde, Türkiye’nin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle
olması lâzımdır.'
İslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri götürdüler. Sudan'da İngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine İngiliz İntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün İslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik - Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde İngilterenin o günkü kin ve kuşku siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme haline gelmiyecekti.»