3 Mart 2016 Perşembe
İBN HALDUN’UN EĞİTİM FELSEFESİ - İKİNCİ BÖLÜM
İBN HALDÛN’A GÖRE AKIL ve BİLGİNİN OLUŞUMU
İbn Haldûn’un eğitimle ilgili görüşlerinin daha doğru değerlendirilmesi açısından onun önce bilgi edinme ve öğrenme sürecindeki görüş ve düşüncelerini incelemek yerinde olacaktır. Hemen belirtelim ki İbn Haldûn, Meşşaî gelenek içinde yerleşip geliştirilen bir öğrenme şeması kullanmıştır.
Eğitim sürecinin temelinde bilgi, bilgilenme ve öğrenme süreci vardır. Eğitim, temel besinini bilgiden alır. Ancak daha sonra onu aşan yapılandırıcı, biçimlendirici ve davranış değiştirici bir etkinlik gücüne ulaşır. Bilginin kaynağı, bilginin değeri, bilgi edinme sürecinde özne ve nesne arasındaki bağ ile ilgili temellendirmeler, eğitimin bir bilgi olarak çeşitli biçimlerde temelleştirilişine de yansımakta ve giderek eğitim sistemlerine program ve yöntem anlayışlarına etki etmektedir.
1. Fiille İlgili Olaylar Âleminin Ancak Düşünce İle Tamamlanması
Varlıklar âleminin iki varlık türünden oluştuğunu belirten İbn Haldûn’a göre bu varlıklardan birincisi unsurlar, eserleri ve bunlardan oluşan üç sınıf varlık maden, bitki, hayvan gibi saf zatlar, diğeri de bu zatların meydana getirdiği fiillerdir. Bu fiiller, Tanrı’nın o canlılara vermiş olduğu güçle oluşur. Bu fiillerden bazıları, insanın yaptığı fiiller gibi düzenli, bazıları da hayvanların fiilleri gibi düzensizdir. Hayvanların algılaması ve kavrayışı yalnızca duyularla olduğu için onların fiillerinde düzen yoktur. İnsan ise aklı sayesinde olaylardaki sebepler zincirini düzenli bir şekilde kavrayabilir. Bu da insanın fiillerinin düzenli olmasını sağlar.İnsanda akıl, ilk önce olaylar arasındaki düzeni kavrar, daha sonra bir şey gerçekleştirmek istediğinde önce onun sebebini düşünür. Çünkü sebep (illet) önce, eser (malul) sonra gelir. Bazen sebep ya da o şeyin gerçekleşmesi için gereken şart, birden fazla olabilir bu sefer akıl bu sebepleri teker teker kavrayarak en üst sebebe ulaşır. Olayı meydana getirmeye ise ulaştığı en son sebepten başlar. Örneğin; insan bir bina yapmak istese, düşüncesi ilk önce duvarlara, sonra çatıya en son temele yönelir. Daha sonra insan binayı yapmaya giriştiğinde işe en son düşündüğü şey olan temelden başlar.Bu yüzden “son düşünülen şey ilk yapılan iş, son yapılan iş ilk düşünülen şeydir” denilmektedir. İbn Haldûn burada, eylem ile düşünce arasındaki güçlü bir ilişkiden bahsetmektedir.
İbn Haldûn’a göre Tanrı, aklının düzenli işleyişi sayesinde düzenli fiiller meydana getiren insanı, âlemdeki diğer varlıklardan üstün kılmıştır. Kabiliyetlerini içinde yaşadığı toplumsal şartlar çerçevesinde kazanan insan, melekler ve hayvanlar âleminin ortasında bir yerdedir ve onlarla ortak bazı özelliklere sahiptir. İnsanı bu iki âlemden ayıran en önemli özellik onda irade, kasıt ve fikir gücünün olmasıdır. Hayvanlar âleminden fikir gücüyle, melekler âleminden de irade ve kasıt kuvvetiyle ayrılan insanda bu kuvvetler, ona hislerin oluşturduğu geçici izlenimlerin sınırları ötesine geçerek kalıcı olanı tesbit etme imkânı sağlar.Fikir gücüyle üstün fakat fizikî güç bakımından zayıf olan insanın, diğer canlılarda mevcut olmayan başka bir özelliği ise eldir. Düşünce kabiliyeti ile birleşen el sayesinde insan, kendini en güçlü vahşi hayvanlardan dahi koruyabilir ve diğer canlılara üstün gelebilir. İbn Haldûn’a göre insanın düşünme kabiliyeti ve elinin olması aynı zamanda ilimlerin ve sanatların ortaya çıkmasını sağlamıştır.
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan ve bazı insanları sebepler zincirini düşünmede üst basamaklara kadar çıkarabilen akıl, İbn Haldûn’a göre bu sayede insanı, insanlığın daha üst seviyesine ulaştıran bir yetenektir. Ancak İbn Haldun, insanı diğer varlıklar arasında ayrıcalıklı kılan aklın sınırları olduğunu belirtmek amacıyla aklı bir teraziye benzetir. Ona göre akıl, altın tartmak amacıyla yapılan fakat bazen suistimâl edilerek dağları tartmada kullanılan teraziye benzemektedir. Aslında akıl doğru bir terazidir hükümleri de yakînîdir ve asla hatalı değildir. Ancak bu terazi Tanrı’nın birliği, ahiret, nübüvvet gerçeği, ilahî sıfatların mahiyetleri gibi kendi seviyesinin üstünde kalan problemleri tartmada kullanılmamalıdır. Çünkü bu, muhal olanı istemek demektir. 32 Ayrıca İbn Haldun, aklın kullanımı konusunda insanlar arasında da fark olduğunu belirtir. Tıpkı satranç oyununda bazılarının iki üç hamleyi önceden düşünüp daha iyi olabilmeleri gibi bazı insanlar da düşüncelerinin daha düzenli işlemesi sayesinde insanlığın daha üst seviyesine çıkabilirler.
2. İnsan Düşüncesi
Bilgi ve düşünme, eğitimin özünü oluşturan iki kavramdır. Eğitimde, insan davranışlarının değiştirilmesinde bilgi çok önemli bir rol oynar. Düşünme ise dil aracılığı ile ortaya çıkan, geniş anlamda psikolojik bir süreç ya da etkinliktir. İbn Haldûn da, bir an bile olsa insanın düşünmeden duramayacağını belirterek düşünme yeteneğini ilim ve sanatların kaynağı olarak görmüştür.
İbn Haldûn’a göre Tanrı, insanı biri cismanî diğeri ise ruhanî olan iki ayrı varlık türünden yaratmıştır. İnsanın ruhanî parçası nefs adıyla anılır. Nefs aynı anda idrakin, fikrin ve fiilin kaynağıdır. İnsan, birtakım idrak vasıtalarıyla eşyayı tanır. İdrak, kişinin kendi dışındaki şeylere karşı zihninde oluşan şuurdur. Bu özellik, hayvanlar ve insanlarda bulunabilen bir özelliktir. Hayvanlar ve insanlar işitme, görme, koklama ve tatma gibi duyularla eşyayı tanırlar. Bu dış idraktir. Fakat insanda bunun yanında beş duyu ile tanıyamadığı şeyleri, akıl (fikir, düşünce) ile tanıma gücü vardır ki, bu da iç idraktir. İç idrakin müşterek his, muhayyile, vahime, hafıza ve mütefekkire gibi kuvvetleri vardır. Müşterek his, dış duyuları içerir ve algılanan şeyleri olduğu gibi idrak eder. Muhayyile, duyulur bir nesneyi dış maddesinden soyutlayarak olduğu gibi algılayan bir kuvvettir. Vahime, soyutlara ilişkin anlamları algılayan bir kuvvettir. Hafıza, tüm idrakleri kendisinde saklayan bir kuvvettir. Mütefekkire (fikir ve düşünebilme kabiliyeti) sayesinde ise insan, eşyanın sûretleri üzerinde analiz ve sentez yoluyla birtakım işlemlerde bulunur. Malûm idraklerden örnekler çıkarır.34 Dolayısıyla İbn Haldûn, hayvanların yalnızca duyular ve içgüdüyle hareket ettiğini, insanlarda ise buna ek olarak fikir ve irade gücünün olduğunu düşünmektedir.
İbn Haldûn’a göre, insan düşüncesinin çeşitli dereceleri vardır ki bunların her biri aklın özel bir türüne işaret eder. İlk derecesi temyizi akıl’dır ki bu akıl doğal olarak düzenlenen durumları kavrar. İnsan bu akıl sayesinde geçimini sağlayabilir, zararlı olan şeylerden sakınıp faydalı şeyleri bulabilir. İkinci derecesi de tecrübî akıldır. Bu da insanın toplum içinde diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmasını sağlayan, toplumsal kuralları düzenleyen akıldır. Üçüncü derece nazari akıl olup, insanın belli bir konu hakkında bilgi ve düşüncelerini oluşturmasını sağlayan akıldır. Bu aklın ulaşmak istediği son amaç, sebepleri ve tüm özellikleriyle varlığı olduğu gibi kavramaktır. Bu şekilde akıl kendi gerçeği konusunda olgunlaşır.
İbn Haldûn’un insanda bilginin meydana gelişi ve akıllar konusundaki bu düşünceleri, büyük Türk filozofu Farabî (ö.950) nin düşünceleriyle tıpatıp örtüşmektedir. Çünkü İbn Haldûn, buraya kadar anlattığımız görüşlerinde Aristoteles (ö. M.Ö.384-322)’in nefs hakkındaki düşüncelerinin bir uzantısı olan ve İslâm filozoflarının da benimsediği düşüncelerini devam ettirmiştir. Bu konuda Farabî’den örnek verecek olursak ona göre de doğuştan boş, fakat bilgi kaydetmeye uygun nitelikte olan akıl, duyular sayesinde ilk yazılımları ve bilgi kayıtlarını kaydeder. Farabî, dış duyuların yaptığı bu işleme duyusal algı demiştir.Dış duyular, nesnenin sûretini maddî bağlantıları içerisinde algılarlar ve o şeyin yok olmasından sonra onu tanımlayamazlar. İşte bu noktada iç duyular devreye girer. Bilgi edinme sürecinde gelen verilerin muhafaza edilip değerlendirilmesi bakımından, iç duyuların önemli bir yeri vardır. İşlevlerine göre dört bölüme ayrılan iç duyulardan ilki, ortak duyu’dur. Bilgini oluşum sürecinde, dış duyular ile iç duyular arasında bir nevi çift yönlü köprü görevini üstlenen ortak duyu, bir yönüyle de duyulardan gelen ham bilgi verilerini algılanır hâle getirirken, diğer yönüyle dış duyulara duyulmama gücünü aktarır.Diğer bir güç ise fizikî hiçbir uyaranın yardımı olmadan bilgiyi zihinde yeniden canlandırmayı sağlayan mütehayyile gücüdür. Mütehayyilenin en önemli icraatı da Faal akılla iletişim kurabilmektir. Bir tür anlama ve bilme gücü olan vehim ise Farabî’nin daha çok hayvanlarda aktif ve fonksiyonel olarak kabul ettiği güçtür.Vehim gücü, mütehayyiledeki algıları çerçevesinde iyiyi ve kötüyü yararlı ve zararlıyı bilebilir. Hafıza gücünü “vehmin idrak ettiği şeylerin toplandığı yer” olarak tanımlayan Farabî’ye göre bu güç, bir nevi bilgilerin saklandığı bir depodur. Hafıza gücünün bir görevi de sakladığı bu bilgileri düşünme gücü olan akıl istediğinde ona sunmasıdır. Bilgi edinme sürecinde duyulardan sonra devreye akıllar girer. Akıl, duyulardan elde edilen bilgi verilerini işleme tâbi tutan en yetkin güçtür.
İbn Haldûn’dan önceki birçok filozof aklı farklı tanımlamış ve yine akıl konusunda birbirinden farklı ayırımlar yapmıştır. Örneğin, ilkçağ filozoflarından Aristoteles, aklı etkin akıl ve edilgin akıl şeklinde iki ana gruba ayırmıştır. İlk İslâm filozofu el Kindî (ö.873?), aklı, Faal akıl, bilkuvve akıl, bilfiil akıl, müstefad (kazanılmış) akıl ve beyanî (veya zahir) akıl şeklinde dört kısımda değerlendirmiştir.37 Farabî, aklı, amelî ve nazarî olmak üzere ikiye ayırmıştır. İbn Sina (ö.1037) ise ilk İslâm filozofu Kindî’ye benzer bir ayrım yaparak aklı, bilkuvve, bilfiil, müstefad ve Faal akıl şeklinde ayırmıştır. 38 İbn Rüşd (ö.1198), Farabî’ye benzer şekilde aklı, amelî ve nazarî akıl olmak üzere iki mertebede değerlendirmiştir.
İbn Haldûn, bu konuda kendisinden önceki Aristoteles yorumcularından etkilenmişse de bilgi üretme sürecinde aklı, belli bir sıra düzeni içerisinde temyizi akıl, tecrübi ve nazari akıl şeklinde isimlendirerek oldukça özgün bir yaklaşım sergilemiştir.
3. Tecrübî Akıl ve Bu Aklın Meydana Gelişi
İbn Haldûn, insanı, bireysel bir varlık olmasının yanında aynı zamanda toplumsal yönü de olan bir varlık olarak görür. Ona göre toplum içinde yaşama ihtiyacı, insanın doğuştan gelen fıtrî bir özelliğidir. İnsan için “O medenî bir varlıktır.” denmektedir. Burada medenî kelimesinden kastedilen şey, insanın şehirli oluşu değil, onun toplum içinde yaşayan bir varlık olmasıdır. İbn Haldûn, insan için toplum hayatının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Ona göre gerçekten de insan, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için toplum içinde yaşamaya ve diğer canlılarla yardımlaşmaya ihtiyaç duyar. Ancak insan, diğer insanlarla ilişkilerini sürdürürken arada bir bazı hususlarda anlaşmazlıklar çıkabilir ve bu durum kavgalara ve düşmanlıklara sebep olabilir. İnsan, kendisine aklının kazandırdığı düzenli fiiller sayesinde bu anlaşmazlıkları hayvanlardan farklı olarak çeşitli kurallarla çözme yoluna gidebilir.O, yaşamında edindiği tecrübelerle tekrar yanlışa düşmekten sakınır ve hayatını öğrendiği doğrulara göre yönlendirir. İşte insan, bu tür özellikleriyle hayvanlardan farklı bir hâle gelir. Her insan kapasitesi kadar insanlar arası ilişkilerinde elde ettiği tecrübelerle hayata dair bir şeyler öğrenir, iyi ve kötü hakkında bilgi edinir ve bu durum onda bir meleke (alışkanlık) hâline gelir. Ancak Tanrı, bazı insanlara bu bilgiyi daha kısa sürede öğrenmesini sağlayacak şekilde kolaylık sağlar.İnsan, eğer büyüklerinin sözlerini dinler ve onların tecrübelerinden faydalanırsa bilgiyi daha çabuk elde eder, bilgiyi elde etme konusunda çok uzun zaman harcamak ve birçok sıkıntıya katlanmak zorunda kalmaz, kolayca öğrenir. Bu konuda şöyle söylenir: “Babasının terbiye edemediği kimseyi zaman terbiye eder.” Bu sözle insanın büyüklerinin söz ve tavsiyelerine uymadığı zaman hayata dair her şeyi kendi tecrübeleriyle uzun bir sürede ve yaşayacağı birçok zahmetten sonra öğrenebileceği anlatılmaktadır. İnsanın, düzenli fiillerinin ortaya çıkmasını sağlayan temyizi akıl’dan sonra gelen ve tecrübelerle kazanılan tecrübî akıl budur. En son da nazarî akıl gelir.
İbn Haldûn’a göre ilimler sosyal şartlarda gelişen tecrübî aklın mahsulleridir. Tabiatında bilgisiz olan insan, kazanma suretiyle bilgilidir. Dolayısıyla İbn Haldûn’a göre bilgi a posterioridir, sonradan elde edilir. Bu konuda İbn Haldûn’un, realizme ve ona dayanan eğitim felsefelerine daha yakın olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü realizme göre insan zihni boş bir levha gibidir, doğuştan hiçbir bilgisi yoktur. İdealizmde ise, idealar âleminden gelen ruh orada gördüklerini hatırlamaktadır.Dolayısıyla İbn Haldûn, idealizmdeki gibi insanın doğuştan birtakım bilgiler getirdiğini düşünmez. Ona göre, doğuştan getirilen ideler yoktur. İbn Haldûn, insanın doğuştan bilgi getirmediğini söylemekle de, Farabî ve İbn Sina gibi İslâm filozoflarına ve Kur’ân- ı Kerim’deki bazı ayetlere uygun düşen bir görüş ortaya koymaktadır.
4. İnsanların ve Meleklerin Bilgisi
İbn Haldûn, varlıklar dünyasında üç âlem olduğundan söz etmektedir. Bunların birincisi, duyu organlarıyla idrak ettiğimiz duyular âlemi; ikincisi, düşünce ile idrak ettiğimiz düşünceler âlemi; üçüncüsü de insanı birtakım hareketlere yönlendiren içindeki sesin kaynağı olan melekler ve ruhlar âlemidir. Uyurken gördüğümüz rüyalar ve uyanıkken kalbe ilham gelmesi, bu son âlemin var olduğunun kanıtıdır. Ancak bu âlem, genel özellikleriyle bilinmesine karşın ayrıntıları konusunda kesin bir bilgi yoktur.Dolayısıyla ruhanî varlıklar tecrübe sahamızın dışında olup, onların tabiatları tamamen meçhuldür. Bunlara ulaşılması ve hatta maddesi olmayan şeyler üzerinde aklın delil getirmesi mümkün değildir. İbn Haldûn, bu âlemle ilgili ayrıntılı bilginin ancak dinî kaynaklardan elde edilebileceği görüşündedir. Ona göre, ruhanî varlıklar hakkında hüküm vermek için tek dayanağımız, kendi nefislerimizde özellikle mistik tecrübeyle birleşen batınî keşf şeklinde müşahede ettiğimiz şeye kıyastır. Bu kıyaslamanın ötesinde söz konusu türdeki varlıkları tavsif ve tarif etme gücümüz yoktur. Ancak İbn Haldûn, Farabî ve İbn Sina gibi diğer ilahiyatçı filozofların akıllar olarak isimlendirdiği bu âlemdeki varlıklarla ilgili açıklamalarının tamamen keyfi olduğu ve bu bilgilerin bir kesinliğinin bulunmadığı kanaatindedir. 42 O, Mukaddime’nin altıncı bölümünde “Felsefe ve Filozoflara Reddiye” başlığı altında ruhun idraklerinin sınırlı olduğu görüşünü savunur.
İbn Haldûn’a göre filozoflar, hem duyulur hem de duyular üstü hakikatin bilgisinin nazarî düşünce ve istidlâl vasıtasıyla mümkün olduğunu ve özellikle iman konularının vahyin yardımı olmadan bu vasıtalarla bilinebileceğini iddia ederler. Fakat sırf aklî olduğu ifade edilen insanın bu nihaî mutluluğu vahiyden yardım almaksızın gerçekleşemez ve biz yalnızca akıl sayesinde bu âlemle ilgili bilgi sahibi olamayız. En çok bilgi sahibi olabildiğimiz âlem, beşer âlemidir. Çünkü bu âlem, hem cismanî hem de ruhanî algılarımızla görüp şahit olduğumuz âlemdir. Cismanî ve ruhanî (veya aklî) olmak üzere iki kısımdan meydana gelen insan, idrakin süjesi ruhanî cüz ile bazen cismanî objeleri beyin ve çeşitli duyu organları gibi cismanî organlar vasıtasıyla idrak ederken ruhanî objeleri doğrudan aracısız idrak eder.Bu doğrudan idrak sırasında ruhani nefs en yüksek zevki tadar. İşte tam da bu noktada İbn Haldûn, diğer İslâm filozoflarından ayrıldığı görüşünü ortaya koyar. Ona göre bu zevke akıl yürütme yoluyla değil, duyuların tamamen aşıldığı ve duyu organlarının terk edildiği mistik tecrübe yoluyla ulaşılır.
Beşer âleminde insanların cismanî varlıkları hayvanlarla, ruhanî varlıkları da meleklerle ortaktır, yani aynı cinstendir. Melekler ise, zat olarak saf akıl durumunda olan ruhanî varlıklardır. Onlarda düşünce, düşünen ve düşünülen birdir. Dolayısıyla meleklerin ilmi, hatasız ve eksiksizdir. İnsanların ilmi ise sonradan elde edilen (mükteseb) bir ilimdir. Başlangıçta boş bir cevherden ibaret olan nefs, varlığa ait suretleri yavaş yavaş alarak elbise gibi giyinir. İnsan, sûretleri elde ettikçe, yani bilgi sahibi oldukça kendini geliştirir ki bu durum onun ölümüne kadar devam eder. Dolayısıyla insan, yaratılışı itibariyle cahil, kesb itibariyle de âlimdir. Ancak insan bazen bilgiyi elde ederken bilinen akıl yürütme yollarını kullanmadan bilgi kalbine ilka olur. Ona bilginin perdesi açılır. Bu perdenin açılması ise yalnızca üç şey ile olur. Birincisi namaz kılmak, ikincisi oruç tutmak, üçüncüsü ise ihlas ve samimiyetle Tanrı’ya yönelmekle gerçekleşir.
Tezi indirmek ve okumak için tıklayınız.