25 Ağustos 2014 Pazartesi
Osmanlı Türklerinde İlim A.Adnan Adıvar
Adnan Adıvar’ın ikinci bilim tarihi projesi, Osmanlı Türklerinin bilime katkısını değerlendirmeyi amaçlar. 1929 yılında Paris’e yerleştikten sonra, başladığını tahmin ettiğimiz araştırmaları sonucunda biri Paris’te diğeri İstanbul’da, iki kitap yayımlamıştır: La Science chez les Turcs Ottomans (1939) [9] ve onun genişletilmiş baskısı olan Osmanlı Türklerinde İlim (1943) [13]. Adıvar’ın değerlendirmeleri tartışmalar yaratmış olsa da, bu eser, konusunda ilk başvuru eser olma özelliğini hâlâ sürdürmektedir.
21 Ağustos 2014 Perşembe
İbn Haldun’un Siyaset Teorisi
Ali
ÇİFTÇİ
Nihat YILMAZ
İbn Haldun’un Siyaset Teorisi
Yönetim şekilleri ile ilgili
bilimsel çalışmaların geçmişi oldukça eskidir. Siyasal sistemleri
karşılaştırmalı şekilde inceleyerek en iyisini bulma çabası sadece geçmişle
sınırlı kalmamış günümüze kadar da devam edegelmiştir. En iyi yönetimin nasıl
olması gerektiği üzerine Antik Yunan döneminden itibaren Batı’da yapılan birçok
çalışmaların yanı sıra İslam Dünyasında da bu alanda değerli çalışmalar
yapılmıştır. İslam Dünyasında siyaset teorisi ve siyasal sistem
sınıflandırmaları üzerine çalışma yapan önemli düşünürlerden biri de İbn
Haldun’dur. Kendisi siyasal hayatın içinde yer almış birisi olarak deneyim ve
gözlemlerinin ışığında dönemi için ileri sayılabilecek siyasal sistem
incelemelerinde bulunmuştur. Batı’nın Ortaçağında dini düşüncenin ön plana
çıkması ile siyasal sistem sınıflandırmaları en aza inerken İslam Dünyasında
salt dini düşünceye bağlı kalmadan İbn Haldun tarafından olanı inceleyerek
yapılan siyasal sistemlerin araştırılması makaleyi önemli kılmaktadır. Bu
bağlamda makalede öncelikle İbn Haldun’un sosyal bilimler içerisindeki yeri ele
alınmaktadır. Daha sonra onun siyaset teorisi için vazgeçilmez olan devlet,
asabiyet ve riyaset-mülk gibi temel kavramlar üzerinde durulmaktadır. Son
olarak da makalenin temel konusu olan İbn Haldun’un siyasal sistem
sınıflandırması ana hatları ile irdelenmektedir. İbn Haldun siyasal sistemleri
sınıflandırırken bunları öncelikle mülke dayalı ve dine dayalı siyaset olarak
ikiye ayırmaktadır. Mülke dayalı siyaseti de kendi içinde tabii mülk ve siyasi
mülk şeklinde iki başlık altında incelemektedir. İbn Haldun’un dine dayalı
siyaset olarak adlandırdığı ve idealize ettiği yönetim şekli ise hilafet ya da
imamettir.
1.
Giriş
Siyasal toplumun oluşumundan bu yana insanların en çok
uğraştığı konulardan biri toplumun nasıl yönetileceği konusudur.
Yöneten-yönetilen ayrımının başlangıcına dayandırılabilecek olan siyasal
toplumun oluşumundan itibaren yönetim yetkisinin kime ait olduğu sorunu
(toplumun tümüne, belli kesime ya da tek bir kişiye) sürekli tartışma konusu
ola gelmiştir. Siyaset biliminin başlangıcı da esasında siyasal düzenleri ve
yönetim biçimlerini sınıflandırmakla olmuştur. Siyasal düzenlerin ya da
sistemlerin toplumlar açısından önemi, egemenliğin kime ait olduğundan ve
bununla ilişkili olarak toplumdaki kaynakların dağılımında önemli kararların
kimler tarafından verildiğinden kaynaklanmaktadır.
Siyasal iktidarın yapısı ve kullanılış biçimiyle ilgili bir
kavram olan siyasal sistem, otorite ya da iktidar içeren yerleşik ve belli
insan ilişkileri kalıbıdır. Burada kurumsallaşmış insan ilişkileri biçimi söz
konusudur (Şaylan, 1981: 5). Siyasal sistemlerle ilgili ilk sınıflandırma
çabaları bundan 2500 yıl önce Antik Yunanlı tarihçi Herodotos ile başlamış,
Aristo ile devam etmiştir. Aristo, yönetenlerin sayısal durumuna göre tek kişi
yönetimi(monarşi), azınlık yönetimi (aristokrasi) ve tüm halkın yönetimi
(cumhuriyet-politeia) şeklindeki ünlü sınıflandırmasını siyaset bilimine
armağan etmiştir. Aristo, saydığı bu yönetim biçimlerinin bozularak iktidar
sahiplerinin çıkarlarına hizmet eder duruma gelmesiyle sırasıyla tiranlık,
oligarşi ve demokrasi adlarını alacağını belirtmiştir (Eroğul, 1981: 83). Antik
Yunan döneminde yapılan bu siyasal sistem sınıflandırmalarının İslam dünyasında
ne ölçüde incelendiğinin araştırılması makalenin temel amacını oluşturmaktadır.
İslam toplumunda, siyaset düşünürleri arasında siyasal sistem
tartışmalarının başlaması, uygulamayı bir hayli geriden izlemiştir. Siyaset
biliminin ilgi alanına girecek şekilde siyasal sistemlerle ilgili ilk
sınıflandırma çalışmaları Farabi, Maverdi, İbn Teymiyye, İbn Haldun gibi
düşünürler tarafından yapılmıştır. Şüphesiz bu çalışmalar İslam toplumundaki
siyasal gelişmelerden kopuk değildir. İslam düşünürleri arasında konu hilâfet
(imamet), saltanat, seçim, veraset, şura, adalet, istişare, biat, istibdat,
zulüm ve benzeri kavramlar etrafında gelişmiştir (Islamic Philosophy Online,
1998).
İslam dünyasının siyaset düşünürleri arasında önemli bir yere
sahip olan İbn Haldun’un siyaset teorisi ve siyasal sistem sınıflandırması
makalenin incelediği temel konudur. Bu bağlamda makalenin ilk bölümünde İbn
Haldun’un sosyal bilimlere sağladığı katkılar ele alınmaktadır. Daha sonra onun
siyaset teorisinde kullandığı üç temel kavram (Devlet, Asabiyet, Riyaset-Mülk)
üzerinde durulmaktadır. Son bölümde ise makalenin temel araştırma konularından
biri olan İbn Haldun’un siyasal sistem sınıflandırmalarına ilişkin bilgilere
yer verilmektedir.
2.
İbn Haldun ve Sosyal Bilimler
Sosyoloji
ilminin temellerinin atılmasındaki katkısı yadsınamaz olan 14. yüzyıl düşünürü
İbn Haldun’un ümran ilminin kurucusu ve geliştiricisi olduğu yaygın olarak
kabul edilmektedir (Bayrakdar, 2012: 103; Korkut, 2008: 548). Kendisi de
‘‘Mukaddime’’ adlı eserinde, önceki düşünürlerle karşılaştırmalar yaparak bu
ilmin kurucusu olduğunu ifade etmektedir. Ümran, tam olarak medeniyet ya da
kültür kavramları ile karşılanamayan bir anlama sahiptir. İbn Haldun’a göre
(2009: 204-209) “ümran”, ‘‘toplumla kaynaşmak ve ihtiyaçları gidermek
maksadıyla şehire veya bir konaklama yerine inmek ve orada birlikte ikamet
etmek olarak tanımladıktan sonra birlikte yaşamanın sebebi olarak da maişet
temininde yardımlaşmayı’’ göstermektedir. Cemil Meriç’e (1998: 86) göre ise en
geniş anlamda “içtimaî hayat” olarak anlaşılabilecek olan ümran, ‘‘bir kavmin
yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, adetler ve
inançlar’’dır. İbn Haldun’un düşünce sisteminde kültür ve medeniyet kavramlarının her ikisini de
kapsayan geniş bir anlamda kullanılan ‘‘ümran’’ hem bedeviliği, hem hadariliği
kapsamaktadır. Bunun yanında ümran ilmi, insanlığın gelişimini konu edinerek bu
süreçteki gelişmeleri, organizasyonları, örgütlenme biçimlerini, iktidar
şekillerini de incelemektedir (Dursun, 2012: 61). Bu bağlamda ümran ilmi
(İlmu’l Ümran) insanlığın askerî, siyasi, idarî, ekonomik alanlarda yaptığı
gelişme, ilerleme ve değişmelerin nedensellik ilişkisi içinde incelenmesi
olarak anlaşılabilir (Hassan, 1982: 300). Kısacası İbn Haldun ümran ilmi ile o
dönemin coğrafyasındaki farklı alanlar (sosyal, siyasal, ekonomik) ile ilgili
bilgileri bir bilim adı altında veriyor olması onu özgünleştiren önemli
sebeplerden biridir.
İbn Haldun, daha önce Antik Yunanlı ve Müslüman bilim
adamlarının yapmadığı şeyi ümran ilmi adı altında yapmış ve tarih felsefesi,
sosyoloji ve ekonomi gibi insana ilişkin alanları ilmî olarak ele alma başarısı
göstermiştir (Hassan, 1982: 300). Sosyal bilimlere sağladığı en önemli katkı
ise şüphesiz tarih felsefesi alanında olmuştur. Öyle ki kendisi tarihin felsefesini
yapan kişi olarak tanımlanmıştır (Göze, 2009: 106). Tarihin de tabiat bilimleri
gibi ilkeleri ve yöntemleri olan bir ilim olduğunu çok erken bir tarihte ortaya
koyması, fizik ve metafizikte olduğu gibi tarihte de nedensellik ilkesi
bulunduğunu belirtmesi, her tarihî ve sosyal olayın tek başına bir varlığı ve
anlamı bulunsa da aynı zamanda nedenleri ve sonuçlarıyla önceki ve sonraki
olaylarla ilişkili olduğunu vurgulamaktadır (Bayrakdar, 2012: 104). Bu bağlamda
İbn Haldun temel yaklaşımını tarihten alan ancak o dönemin mevcut tarih
anlayışına ciddi eleştiriler getiren bir filozoftur. Sultanların tahta
çıkışları, savaşları ve ölümleri ile sınırlı tarih anlayışının ötesinde dönemin
sosyal, siyasal ve ekonomik şartları hakkında bilgilerin de verildiği bir tarih
anlayışını gerekli görmüştür. Dolayısıyla bu anlayışla İbn Haldun tarih ilminin
konusunu genişleterek yeni bir ilim meydana getirmiş ve buna da Ümran ilmi
adını vermiştir (Bilgin, 2010: 36). Ümran ilmi içerisinde İbn Haldun’un siyaset
teorisi incelenirken devlet, asabiyet ve mülk kavramları ön plana çıkan başlıca
kavramlardır.
3.
Temel Kavramlar: Devlet, Asabiyet, Riyaset-Mülk
İbn Haldun insan türü için toplumsal hayatı zorunluluk olarak
görürken (2009: 213) aynı zamanda beşeri ümranın tanziminde de siyaseti mecburi
bir kurum olarak görmektedir (İbn Haldun, 2009: 571). Ancak İbn Haldun’un
siyasi olguyu incelemesi, sosyal olguyu incelemesinin tabiî bir sonucu olarak
ortaya çıkmıştır. Yani sosyal olguyla ilgilenmek suretiyle siyasi düşünceye
katkıda bulunmuştur (Mücahid, 1995: 192-219). Ona göre şer’î hükümlere tâbi
olan ilk Müslümanlarda metanet bozulmamıştır. Bu şer’i hükümlere gönülden itaat
vardır. Oysa dinî duyguların zayıflamasıyla toplumsal düzeni sağlamak için
başvurulan kanunî müeyyidelerde böyle bir durum söz konusu değildir. Hadari
(şehirleşmiş, kentli) toplumlarda insanlara uygulanan kanunî hükümler
insanların metanetini bozar. Çünkü bunlar, dinî kural ve kabullerden farklı
olarak dışsal bir kaynaktan gelmektedir ve insan tabiatına yabancıdır (İbn
Haldun, 2009: 332). Bu nedenle insan tabiatı tarafında dışsal olarak algılanan
kanuni hükümlerde şer’i hükümlerde var olan gönülden itaat durumu söz konusu
değildir. Dolayısıyla İbn Haldun başarılı bir devletin şer’i hükümlere dayalı
bir devlet olması gerektiğini vurgulamaktadır.
İbn Haldun, siyaset biliminin temel inceleme konularından
olan “devlet”i canlı bir varlık gibi kabul etmektedir. Ona göre devlet de insan
gibi doğar, büyür, gelişir ve gerekli önlemler alınmazsa yıkılır ve yerine yeni
bir devlet kurulur. Devletlerin geçirdiği beş aşama bulunmakta ve bunlar
sırasıyla zafer, istibdat, ferağ, müsalemet ve israf olarak adlandırılmaktadır.
Devletlerin geçirdiği bu beş aşama batının doğrusal tarih anlayışının aksine
döngüsel olarak devam etmektedir. Yani ‘‘tarih tekerrürden ibarettir’’ anlayışı
İbn Haldun’un devletlerin evrimini incelerken temel aldığı önemli bir söylevdir
(Şekil 1) (Bilgin, 2010: 38; Hassan, 1982: 279).
‘‘Zafer’’ aşaması, rakiplerin yenilerek hâkimiyetin ele
geçirildiği fakat devlet teşkilatlanmasının henüz tamamlanmadığı devredir.
‘‘İstibdat’’ dönemi, hükümdarın yönetimde dizginleri tamamen kendi eline
aldığı, iktidarı kimseyle paylaşmadığı dönemdir. Burada artık kurum ve
kurallarıyla bir devlet vardır. İktidarın iyice pekişmiş olduğu ve ‘‘ferağ’’
adı verilen üçüncü devrede ise artık iktidarın nimetlerinden yararlanılmaya
başlanılmaktadır. Bu dönem, rahatlık ve sükunet çağıdır. Bir yandan da
gösterişin, şatafatın arttığı, ilimlerin, sanatların geliştiği dönemdir.
Kısacası bu dönem dinlenme ve rahatlık dönemidir. Dördüncü dönem ‘‘müsalemet’’
(huzur, barış) devresidir. Bu dönemde kanaat ve barış hâkim olup önceki
hükümdarların örnek alınmasıyla iktidarın sürdürülmesi ve devletin yaşatılmaya
çalışılmasının güvenli bir yol olduğuna inanılır. Öncekilerin kurduğu düzene de
kanaat edilir. Beşinci dönem ise ‘‘israf’’ çağıdır. Devlet yavaş ya da birden
gelen bir sona doğru ilerlemeye başlar. Hükümdar ve çevresi, öncekilerin
biriktirdiği serveti telef ederler. Görevler, ehil olmayanlara dağıtılır. Ordu
bozulur. Şecaat ve atılganlık kaybolur. Zevk düşkünlüğü arttığı için gelirler
giderleri karşılayamaz. Düşman devletler cesaretlenmeye başlar (İbn Haldun,
2009: 399-401). Zevk düşkünlüğünün arttığı israf dönemi sonrası bedevi toplumun
hadari toplumu savaşla mağlup ederek onun yerini alması söz konusudur. Bu durum
döngüsel olarak sürekli bu şekilde devam etmektedir.
İbn Haldun’un siyaset felsefesinde devlet kavramından sonra
önemli ikinci kavram yine devletle ilgili açıklamalarında kullandığı ‘‘asabiyet’’
kavramıdır. O, asabiyeti devlet ve kuruluş teorisini açıklamada yeni bir teori
olarak ortaya atmıştır (Mücahid, 1995: 199). Fakat onun temel eseri olan
Mukaddime ile asabiyet kavramı arasındaki yüksek örtüşmeden (Öztürk, 2008: 187)
dolayı eseri anlamaya çalışırken başta asabiyet kavramını doğru anlamak
gerekmektedir. Cahiliye dönemi Arap toplumunda, aralarında baba tarafından kan
bağı bulunan akrabaların oluşturduğu topluluğa asabe; bu topluluğun bütün
fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir tehlikeye karşı savunma
refleksini harekete geçiren birlik ve dayanışma ruhuna da “asabiyet”
denilmekteydi (Çağrıcı, 1991: 453). Türkçedeki tutkunluk ya da dayanışma
kavramına çok yakın bir anlama sahiptir.
İbn Haldun, “asabiyet”e açıklama getirirken onu, akrabalık
ilişkileri ve soy bağı ile ele almakta, insanların kendi nesebinden olanların
imdadına koşmaya, onlara karşı doğal olarak beslediği şefkatten dolayı daha çok
önem verdiğini, bu duygunun yardımlaşmaya ve dayanışmaya vesile olduğunu,
düşmanlarına korku salanın da bu olduğunu ifade etmektedir (İbn Haldun, 2009:
334-335). Ancak İbn Haldun’da asabiyet kavramının kandaş topluluklardaki birlik
duygusundan daha geniş bir anlama sahip olduğunu bilmek gerekir. Asabiyet,
birlik duygusunun yanı sıra aynı zamanda ortaklaşa yaşayış ve örgütlenmenin
doğurduğu bir davranış biçimidir. İbn Haldun’un düşünce sistemine göre
asabiyette duygu birliğinden başka bu duyguyu harekete geçiren kollektif bir
eylemliliği de ifade etmektedir. Asabiyetle amaçlanan, o topluluğun biraraya
gelerek kendini koruması, düşmana karşı koyması, ülkesini genişletme arzusu
duyması, düşmanı kuvvet ve şiddetle yenme isteğidir. Dolayısıyla asabiyete
kollektif bir aksiyon anlamı da yüklenebilir (Hassan, 1982: 197). Ümit
Hassan’ın (1982: 210) yorumuyla, esasında sosyal olaylar zincirini oluşturmada
yardımcı olan bu kolektif aksiyon ile iktidar arasında yakın bir ilişki vardır.
İster küçük bir toplulukta isterse toplumun bütününde olsun siyasal iktidarı
ele geçirmek ve sürdürebilmek için asabiyete ihtiyaç vardır. Bir toplum
üzerinde üstünlük ve egemenlik kurabilmek Haldun’a göre sonuçta bir güce
dayanmaktadır ve asabiyetin varlığı ve kuvvetinin oranı bu gücü belirleyen
temel etkenlerdendir. Bu nedenle İbn Haldûn, asabiyeti, “devlet”in kurulmasında
birincil ehemmiyeti hâiz bir faktör olarak gördüğü söylenebilir (Hocaoğlu,
2007: 44-48). Bunun yanında Kışlalı’ya göre (1987: 41), İbn Haldun’un
asabiyeti, göçebe toplumlarda (bedeviler) daha güçlüydü ve bu toplumları
yerleşik toplumlara (hadari) göre üstün kılan temel nedenlerden biri de buydu.
Kısacası, devleti güçlü kılan, maddi olanaklar zemininde asabiyeci dayanışma
olduğuna göre devletin çöküşü de ancak asabiyenin çözülmesi ya da daha güçlü
bir asabiyenin ortaya çıkışı ile mümkün olabilir (Öztürk, 2008: 189-190).
Öyleyse devletlerin asabiyeleri ne kadar güçlü ise uzun ömürlü olma ihtimalleri
de o derece fazladır.
İbn Haldun’un siyaset teorisinin anlaşılmasında önemli üçüncü
kavram onun siyasal örgütlenmeyi açıklamada kullandığı ‘‘riyaset’’ (başkanlık) ve
‘‘mülk’’ (hükümdarlık) kavram çiftidir. Riyaset-Mülk kavramlaştırmasının özünü,
yönetme tarzı oluşturmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, İbn Haldun,
bedevi-barbar toplumlardaki yönetimin demokratik, eşitlikçi, adaletçi oluşu ile
hadari toplumlarda kurulan hükümdarlığın baskıcı ve müstebit oluşunu anlatmak
için bu kavramlaştırmaya başvurmuştur. Hayatlarını sürdürmek için gerekli olan
temel ihtiyaçları karşılamayı esas alan bir üretim tarzına ve sosyal yapıya
sahip olan bedevi-barbar toplumları, aynı şekilde buna paralel olarak kendine
uygun basit bir siyasal örgütlenme içinde olacaktır. Bu örgütlenme kısaca
riyaset (başkanlık) şeklindedir. Riyaset, geniş bir siyasi ve bürokratik yapıya
sahip olmayan, daha açıkçası devlet teşkilatı bulunmayan bir yönetimdir. Riyaset,
kuvvetli bir asabiyete sahip olan bir sülaleden olur ki ancak diğerlerine üstün
ve galip gelip onları yönetebilsin. Zayıf asabiyetli sülalelere geçen başkanlık
arızîdir, geçicidir. Başkan olan otorite sahibidir, onun emir ve yasaklarına
gönüllü itaat asıldır. Baba gibi görülen Başkan şeref ve asalet sahibi olup
iktidarını bu soy asaletinin getirdiği görev ve yükümlülük olarak sürdürür.
Reisin siyasal ve hukuksal kurumları ve gücü olmadığından, reis kararları
toplumun ikna ve istişaresi ile alır. Başkan, eşitler arasında birinci
konumdadır. Haldun’da başkanlık yatay otoriteyi; hükümdarlık (mülk) şeklindeki
devlet yönetimleri ise dikey otoriteyi temsil etmektedir (Kozak, 2012: 167).
Yatay otoritenin hüküm sürdüğü ve yapısı ve şartları
itibariyle demokratik olan toplumlar bedevi-barbar toplumlardır. Fakat bu
toplumlar demokratik olmalarına rağmen yine de düzenleyici, yasaklayıcı bir
otoriteye ihtiyaç duyarlar. Çünkü insanların birbirlerine yönelttikleri
tecavüzleri engelleyen bir hâkim(hükümdar) olmadan kargaşa içinde bekaları ve
yaşamaları imkânsızdır. Bundan dolayı insanlar için bir müeyyide gereklidir ve
bu da başlarındaki hükümdar ile sağlanabilir. İbn Haldun’un paternalist devlet
(ya da paternalist liderlik) anlayışını yansıtan başkanlık modelinde lider,
asabiyeti güçlü birisidir ve bu kişi öne çıkarak topluma rehberlik etmektedir.
Böyle toplumlarda zulüm yoktur ve gelenek-görenekler eşitsizliği giderici yönde
olup adalet esastır. Bu toplumun insanları yiğit, cesur, dürüst, dayanışmacı ve
eşitlikçidir. Topluluk içindeki çekişme ve uyuşmazlıklar büyüklerin
müdahalesiyle giderilir. Toplumda dayanışma, yardımlaşma, birbirini görüp
gözetme vardır (İbn Haldun, 2009: 417). İbn Haldun’un siyasal sistem
sınıflandırmasında daha detaylı olarak değinilecek olan hilâfet, Hassan’ın
(1982: 269) da ifadesiyle başkanlığı andıran bir siyaset tarzıdır.
Ekonomik alanda üretim tarzının değişerek ticaretin
yerleştiği, üretimin sanayiye yöneldiği, israfın baş gösterdiği hadarî-uygar
toplumlarda ise bedevi-barbar toplumun siyasal özellikleri ortadan kalkmış ve
mülk-devlet düzeninin kurulmasıyla iktidar aracı olarak zor kullanma ve baskı
gündeme gelmiştir (Hassan, 1982: 215). Burada artık hükümdarlık, mülk-devlet ve
dikey otorite gibi kavramlar ön plana çıkmaktadır. Yönetimin bir devleti, bir
teşkilatı vardır. Haldun, mülk kavramını Mukaddime’de hükümdarlık, devlet,
egemen siyasal örgütlenme anlamlarında kullanmaktadır (İbn Haldun, 2009:
373;417). Mülk-devlet örgütlenmesine dayalı hadarî-uygar toplumlarda bolluk ve
rahatlık arttıkça asabiyet zayıflar, toplumun menfaatlerinin yerini zümre
menfaatleri alır. Yönetim tekelci bir sürece girer, devletin baskıcı
niteliğinin gelişmesi de otokratik bir yapının doğmasına yol açar.
3.
Siyasal Sistem Sınıflandırması
Siyasal
sistemler sınıflandırması yaparken İbn Haldun’un, toplum için önemli kararları
alanların sayısal durumuna göre yapılan (tek kişi yönetimi, azınlık bir grubun
yönetimi ve tüm halkın yönetimi gibi klasikleşmiş) Aristo’nun ayrımını
kullanmadığı görülmektedir. İbn Haldun, yönetimleri sınıflandırırken şu
ölçütleri kullanmıştır (İbn Haldun, 2009):
1.Yönetim dinî-şer’i
kurallara mı pratik gereklere mi (akla) dayanmaktadır?
2.Yönetim halkın
uhrevî menfaatlerini mi, dünyevî menfaatlerini mi esas almaktadır?
3.Yönetim halkın maslahatlarını
mı sultanın maslahatlarını mı gözetmektedir?
4.Yönetim
adalete-eşitliğe-kurallara dayalı bir yönetim midir yoksa keyfîliğe-istibdata
dayalı bir yönetim midir?
İbn
Haldun’un, Mukaddime’de sözü edilen bu ölçütleri kullanarak iki ayrı yerde yaptığı
ve biraz karmaşık gibi görünen siyasal sistem sınıflandırması
sadeleştirildiğinde siyasal sistemleri iki gruba ayırmak mümkündür:
3.1. Mülke Dayalı
Siyasetler (Aklî Siyasetler):
Siyasetin
mülke dayalı oluşu onun hilâfet dışı ve güce dayalı oluşunu; aklî oluşu da
dinî-şer’î kaynaklı olmayıp pragmatik oluşunu ifade etmektedir. Mülke dayanan
bütün siyasetler
aslında halka karşı baskı, kahr ve zorbalık içerir. Bu nedenle İbn Haldun’a
göre bunlar temelde dinî siyasetten ayrılmalıdırlar. Mülk olarak nitelendirilen
bu siyaset ya da siyasal sistem sonradan kabul edilen siyasal kurallar uyarınca
oluşur ve yönetilir (Hassan, 1982: 267). Bazı yorumcular bu nedenle
dinden-şeriatten kaynaklanmayan aklî siyasetin laik niteliğe sahip olduğu ve
dolayısıyla İbn Haldun’un laik bir siyaset ve devlet teorisi öngördüğü yorumunu
yapmışlardır (Göze, 2009: 106). Ancak günümüze ait bir kavram olan laikliği,
İbn Haldun’u incelerken ihtiyatla kullanmak gerekir. Çünkü İbn Haldun, her ne
kadar hilafet yönetimini ve laik bir siyaset olarak “mülk”ü kendi siyasal
boyutları içerisinde ayrı ayrı incelemiş olsa da mülke dayalı aklî siyasetle
yöneten hükümdarlardan Müslüman olanların yine de yönetimini güçleri yettiği
nisbette İslam şeriatının icaplarına göre tatbik etmekte olduklarını ifade
etmektedir (Hassan, 1982: 272-273; İbn Haldun, 2009: 572). Bazı yorumcular
tarafından İbn Haldun’un ortodoks İslam siyasi felsefe akımına bağlı kaldığı
kabul edilir (Stowasser, 1984: 181). İbn Haldun’un “güç devleti teorisi”(mülk)
ortaya attığını ifade eden Dursun’a (2012: 62) göre ise o, şeriata dayanan
hilafetin güce dayanan (mülk) devlete olan üstünlüğünü savunmuştur.
1-) Tabiî Mülk: Yöneticinin
tüm halkı garaz ve şehvetin (yani belli bir maksadın ve arzunun) icabına göre
sevk ve idare etmesidir. Burada kullanılan “tabiî” ifadesi ilkel, doğal, vahşi,
hayvanî olanı ifade etmektedir. İşte tabiî mülkün var olduğu durum bu yönüyle
vahşî, hayvanî, ilkel bir duruma benzetilmektedir. Bu, iktidarın tekelleştiği,
otokrat bir hükümdarın işbaşında olduğu bir örgütlenmedir. Kuvvete dayanan
hükümdar, yönetimi altındaki halktan yüz çevirmekte ve onu mahvetmektedir.
Buradan kargaşa, fitne, öldürüşme ve çekişme ortaya çıkmaktadır. Çünkü ortada
bir hukuk ve kanun egemenliği yok, tersine keyfilik vardır. Hükümdarın kişisel
ya da ailevî çıkarları her şeyin üstünde tutulduğu için herkes için geçerli
kurallar söz konusu değildir. Kahrın, tagallübün, kendi merasında başıboş
bırakılan asabiyet kuvvetinin icabı olan mülk türünü haksızlık ve düşmanlık
olarak niteleyen İbn Haldun bunun Şâri nazarında da kötü bir şey olduğunu ifade
etmektedir (İbn Haldun, 2009: 421). Bu tarz yönetim aslında kısa zamanda kendi
sonunu da hazırlamaktadır. İbn Tevmiye (1989: 135) İslam siyasi düşüncesinde
yer alan bu durumu şu sözle özetlemektedir: ‘‘Allah, kâfir de olsa adil devleti
yaşatır, ama Müslüman da olsa zalim devleti yaşatmaz’’.
Ziyauddin Rayyıs
(1995: 118-119), ‘‘doğal krallık yönetimi’’ diye nitelediği tabiî mülkte insan
doğasında mevcut olan üstünlük kurma, egemen olma, bencillik gibi tutumların
etkisiyle halkın yönetilmesinin söz konusu olduğunu ve İbn Haldun’un bu tür bir
yönetimi tamamen kötü olarak gördüğünü ifade etmektedir. Rayyıs, buradaki yönetimin
günümüzdeki adlandırılışıyla anayasal olmayan otokratik yönetime
benzetilebileceğini ifade etmektedir.
Hükümdarın
yönetimde gözettiği maslahatlar açısından konuya bakılacak olursa tabiî mülkte
sultanın mülkünün sağlamlığını temin etme açısından onun maslahat ve menfaati
önde tutulur ve umumun menfaati buna tâbi kılınır. İbn Haldun bu noktada, sık sık
yaptığı gibi bir gözlemde bulunmakta ve hem Müslüman hem de kâfir bütün
hükümdarların cemiyet fertlerini sevk ve idarede esas aldıkları siyaset tarzının
bu (tabiî mülk) olduğunu, ancak Müslüman hükümdarların güçleri yettiğince bu
siyaseti İslam şeriatının gereklerine göre tatbik ettiklerini kaydetmektedir (İbn
Haldun, 2009: 571-572).
1. Siyasî
Mülk: İbn Haldun’un siyasal sistemler şematiğinde aşama olarak tabiî
mülkten sonra geçilen aşama siyasi mülk aşamasıdır. Siyasî mülk, dünyevi
maslahatların celbi ve zararların defi hususunda aklî düşüncenin gereğine göre
tüm halkı sevk ve idare etmektir. Burada hâkim (hükümdar) yönettikleri ile ilgili
olarak onların maslahatına olan şeyleri bildiği kanaatindedir. Bu tip siyasetin
faydası sadece dünyada hasıl olur. Bu aşamaya nasıl gelinmiştir? Yaşanan bazı
tecrübe ve gereklilikler akli siyasetin uygulandığı bu aşamayı gündeme
getirmiştir. Tabiî mülkte hükümdarın hayvaniyet, gazap, kahr, zorbalık içinde
yürüttüğü yönetime tepkiler oluşur. Çünkü o, yönetme tarzıyla haktan ayrılmış,
yönettiği halkı kendi kişisel maksat ve arzuları istikametinde ve güçleri
yetmeyecek yükümlülükler altına sokarak onlara zulmetmiştir. Bunun sonucunda
hükümdara itaatin güçleştiği, kargaşa ve idamlarla yaşanan bir itaatsizlik
durumunun oluştuğu görülür (İbn Haldun, 2009: 571). Sonuç olarak artık herkes
için geçerli ve herkesin kabul ettiği, uyulması gereken kurallara başvurmak
zorunlu olarak gündeme gelmiştir. Siyasî mülk denen bu aşamada artık uyulması
zorunlu kanunlar vardır (Mücahid, 1995: 207). Siyasî mülkte, kanunlar akıllı
kişiler, devlet büyükleri ve devlet işlerinde basiret sahibi kişiler tarafından
düzenlenerek tebaaya uygulanır. Tabii mülkteki keyfilik ve zorbalığın yerini
aklî siyasete göre yapılan kanun ve kurallar almaktadır. Bundan dolayı Rayyıs,
yerinde bir benzetme yaparak ‘‘siyasal krallık yönetimi’’ diye adlandırdığı İbn
Haldun’un siyasî mülkünün günümüzdeki anayasal yapıya sahip toplumların özdeşi
olduğunu, buralarda belli bir adalet ve eşitliği sağlamaya çalışan yönetimlerin
bulunduğunu kaydetmektedir (Rayyıs, 1995: 119). Bunda da tabiî mülkte olduğu
gibi hükümdarın menfaatleri etrafında devlet örgütlenmesi söz konusudur ama
hükümdar hem kendi hükümranlığının sürmesi hem de devletin ayakta kalması için
belli bir düzeyde adaletin ve hukukun gereklerini yerine getirmeye
çalışmaktadır. Ama yine de İbn Haldun (2009: 421), siyasi mülkü de ideal
yönetim olarak görmez, kötü olarak niteler ve eleştirir. Eleştirisinin sebebi,
bu yönetimde Allah’ın nurundan başka olan bir şeyle idare işine bakılmış
olmasıdır.
İbn Haldun’un aklî siyaseti incelerken tabii mülk ve
siyasi mülk ayrımında kullandığı umumun maslahatları ile sultanın hususi
maslahatları kriterleri biraz daha detaylandırıldığında siyasî mülkte umumun
(yani halkın ve cemiyetin) maslahatları öncelikle gözetilirken bunun yanında hükümdarın
saltanatının sağlam ve istikamet üzere olması için de onun hususi maslahatlarına
önem verilir. İbn Haldun, bu çeşit siyasetin (İslam öncesi) İran’da takip
edilmiş olduğunu, İslam’da ve halifeler döneminde Müslümanların bu tarz
siyasetten müstağni (uzak) tutulduğunu ifade etmektedir (İbn Haldun, 2009:
571). Mukaddime’nin genel yaklaşımına bakıldığında burada İslam derken İslam
dininin ana kaynakları; halifeler derken de Muaviye öncesi Raşit Halifeler dönemi
kastedilmiş olabilir.
Sultanın ve toplumun maslahatlarının aklî ve felsefî şekilde
dikkate alınarak bir dengenin kurulmasından neden müstağni kalındığını açıklarken
de İbn Haldun, şer’î hükümlerin buna ihtiyaç bırakmadığını belirtmektedir. Ona
göre şer’î hükümler, hem umumî hem de hususî maslahatları içermekte olup mülk
(devlet) ile ilgili hükümler de şer’î hükümlere dercolunmuştur (İbn Haldun,
2009: 571).
3.2. Dine Dayalı
Siyaset (Hilafet):
Dinî siyaset, uhrevî (ahirete ilişkin) maslahatlar ile bunlara
bağlı olan dünyevî maslahatlar hususunda, nazar-ı şer’înin (şer’î ilkelerin)
gereğine göre tüm insanları sevk ve idare etmektir. Her ne kadar siyasî mülkte
bir hukuktan, belli bir düzenden söz edilebilse de bu yönetim anlayışı yalnızca
dünya işlerinde düzelmeyi amaçladığı için dinî davranışlardan ve yararlardan
uzak olan bir siyasal sistemdir. Böyle bir siyasal sistemdeki yönetim
anlayışında yönetilenlerin ahiret işleri düşünülmez. Bu noktada İbn Haldun
yönetilenlerin her iki dünyadaki iyilikleri için başka bir yönetim biçiminin
gerekli olduğu sonucuna ulaşmaktadır ki bu da ‘‘şer’î yönetim’’i uygulayan
‘‘hilafet’’ ya da ‘‘imamet’’tir. Hilafet, halkın ahiret işlerinde ve ahirete
uzantılı dünyaya ilişkin çıkarlarında doğrudan şeriata göre yönetilmesidir. İbn
Haldun’un ifadesiyle hilafet, dinin korunması ve dünyanın dinî siyasetle idare
edilmesi için şeriat sahibine (Hz. Muhammed) niyabet ve vekâlettir. Halifeye
halife denilmesi, ümmeti içinde Hz. Peygamber’in (s.a.v) halefi olduğu içindir.
Halifeye imam denilmesi de, kendisine uyulması bakımından halifenin namaz
kıldıran imama benzetilmesindendir ki bunun için hilafete ‘‘İmamet-i Kübra’’
denilmiştir. Yine İbn Haldun’a göre imam (halife) seçme işini ‘‘ehl-i akd ve
hall’’ yapar. Seçim ehli olan bu kişiler ileri gelen muteber ve elit
kişilerdir. Onlar için imam seçmek farz-ı ayn iken halka düşen görev seçilen
imama itaat etmektir (İbn Haldun, 2009: 421-426).
Ülkenin siyaseti, kanunları Allah(c.c.) tarafından
tanzim edilmiş olup Şâri (Hz. Peygamber) vasıtasıyla da uygulanmışsa bu, dünya
ve ahiret hayatındaki faydayı gözeten dinî bir siyaset olur. Ziyauddin Rayyıs’ın
“hilafet ve imamet” adını verdiği (Rayyıs, 1995: 119) bu yönetim şeklinde halk şeriat
doğrultusunda yönetilir. Haldun’a (2009: 420) göre dinî siyaset halkın sadece dünyevi
hayatını gözetmez, ahiretteki çıkarlarını da gözetir. Çünkü sonu ölüm ve yok
oluş olan bu dünya hayatı ona göre abes ve batıldır. Şâri nelerin maslahat olduğunu
bilmekte ve kulların ahiretteki kurtuluşlarını gözetmektedir.
Allah’ın (c.c.) insanlardan maksat ve matlup ettiği şey
(uymalarını talep ettiği şey) onları ahirette saadete ulaştıran dinleridir. İbn
Haldun’un burada, insanlar için yalnızca dünya hayatının varlığını kabul ederek
onu merkeze koyan yalnızca ve ona ilişkin düzenlemeler, kurallar ve esaslar
getiren siyaseti eleştirdiği anlaşılmaktadır. Bu da onun laik bir devlet ve
siyaset teorisi geliştirdiği görüşünü zayıflatmaktadır. Yine İbn Haldun’a göre
ibadet ve muamele türünden bütün halleri itibariyle insanları ahiret saadetine
sevketmek için şer’î hükümler gelmiştir. Bu yüzden mülk de (devlet, siyaset,
iktidar) dinî usullerle icra ve idare edilmiştir. İslam toplumlarında başlangıçta
halifelik ve dini siyaset vardı, zamanla halifelik mülk örgütlenmesine dönüşmeye
başladı. Gitgide halifelik hükümdarlığa dönüştü ve ikisi birbirinden ayırt
edilmez oldu. İslam toplumlarında “sultan” kavramının ortaya çıkışını da bu bağlamda
açıklayan İbn Haldun, hilafetin ortadan kalkması, ihtilafların ortaya çıkması
ve hilafet iddiasıyla bu makamı işgal edenlerin çoğalmasıyla alimlerin halifeye
sultan adını verdiklerini kaydetmektedir (İbn Haldun, 2009: 420-423).
3.3. Siyaset-i
Medeniyye (Politik Ütopyacılık):
Haldun siyaset analizlerini yaparken bu noktada kendi anlattığı
siyaset tarzları ile ütopya tarzı siyasal düşünceler arasında bir ayrıma gitme
gereği duyar ve ‘‘siyaset-i medeniyye’’ diye adlandırdığı bu ütopya tarzı
siyaset anlayışının filozoflarca farazî olarak üretilen ve olması gerekene
ilişkin bir siyaset olduğunu belirtir. Bu nedenle siyasal sistemler arasında
siyaset-i medeniyyeye yer vermez. İbn Haldun, filozoflarca farazî olarak
geliştirilen ve gerçekleştiği topluma medine-i fazıla, oradaki kanunlara da
siyaset-i medeniye adını verdiklerini belirttiği bu tür siyaset düşüncesinin
nadir görülen ve gerçekleşmesi uzak ihtimal olan hususlardan bulunduğunun
altını çizer (İbn Haldun, 2009: 571). İbn Haldun, kendisinin gerçekçi gözleme
ve ilmî esaslara dayalı incelemeleri ile Platon, Farabi, İbn Bacce gibi
filozofların ‘‘politik ütopyacı’’ yaklaşımlarını birbirinden dikkatlice ayırmakta
ve onların düşünce ürünlerini felsefenin alanında bırakmaktadır. Platon’un
ideal devlet arayışı, Farabi’nin faziletli şehir kurgusu, ümran ilmine göre
hareket eden İbn Haldun tarafından böylece siyaset felsefesi alanına uygun görülmektedir.
Sonuç
14. yüzyıl İslam
düşünürlerinden İbn Haldun, sosyal bilimlerin sadece bir dalıyla ilgilenmemiş
ve zamanının geleneğine uygun olarak farklı disiplinlerde söz söylemiş, düşünce
ortaya koymuştur. Başta tarih olmak üzere sosyoloji, iktisat, din ve siyaset
alanlarında yazmıştır. İbn Haldun’un yöntemi büyük ölçüde gözleme ve
gerçekçiliğe dayanmaktadır. Yaşadığı ve gezdiği ülkelerin sosyal, ekonomik,
siyasal, dinî ve kültürel yapı ve ilişkilerini gözlemlemiş, bunlardan sonuçlar
çıkarmış ve aynı zamanda genellemeler yapmıştır. İbn Haldun siyaset ve siyasal
sistemlerle ilgili analizlerini Mukaddime’nin değişik yerlerinde dağınık olarak
yapmıştır. İbn Haldun’un siyasal sistem analizlerinde ilk dikkati çeken husus,
Aristo’dan itibaren Batılı siyaset bilimcilerin yaptığı gibi yönetim
biçimlerini yönetenlerin sayısına göre sınıflandırmamış olmasıdır. O, siyasal
yapıları, eşitlikçilik-baskıcılık, dine dayalılık-aklî gereklere dayalılık,
hukuka bağlılık-keyfîlik, uhrevîlik-dünyevîlik, halkın maslahatını
gözetme-hükümdarın maslahatını gözetme gibi ölçütlere göre sınıflandırmıştır.
Yönetme tarzına göre yaptığı riyaset-hükümdarlık ayrımında riyaset devlet
teşkilatının ve bürokrasinin gelişmediği, reisin toplumun gönüllü itaatine
bağlı olarak onlara eşitler arasında birinci sıfatıyla sadece rehberlik
yaptığı, bedevi-barbar topluma özgü geleneksel bir siyasal örgütlenmedir.
Başkan, aslında paternalist bir liderdir. İşleri istişare ve ikna ile
yapmaktadır. Toplumda zaten eşitlikçilik ve dayanışma ruhu hakimdir. Mülk
(hükümdarlık) ise geleneksel toplum yapısının değişmesi ve kentliliği temsil
eden hadari toplumdaki siyasal örgütlenme olup burada gelişmiş bir devlet
teşkilatı vardır. Ticaret ve sanayinin geliştiği hadari toplumda hükümdar itaat
ettirme ve iktidarını sürdürme amacıyla baskı ve zora başvurmaktadır. Hadari
toplumda otokratik bir yönetim ortaya çıkar.
İbn Haldun, zorbalık, baskı ve kaba kuvvetin
yersiz olarak kullanıldığı yönetim olan tabiî mülkü zulüm ve haksızlık olarak
görür. Siyasal hikmetin gereği olan siyasi mülk yönetimi de şeriatı dikkate
almadığı için ve sadece dünyevi çıkarlar düşünüldüğü için kötüdür. Çünkü, bunda
idare işine Allah’ın hükümleri açısından bakılmamaktadır. Haldun’un doğal
olarak ulaştığı sonuç şudur ki, iyi yönetim ancak ve ancak yönetilenlerin hem
dünya hem de ahiretlerini düşünerek uygulanan yönetimdir. Bu da ancak İslâmî
yönetim olabilir. Çünkü Allah kullarının hem dünya hem ahiret çıkarlarını en
iyi bilen ve buna uygun yasalar koyandır.
20 Ağustos 2014 Çarşamba
Hitlerin İmamları
Hitler’in ordusunda örgütlenen Müslüman askerlerin üniforma ve fes başlığında Nazi kartalı, gamalı haç ve kurukafa vardı.
Kudüs Müftüsü olarak anılan Muhammed Emin el Hüseyni (1895 -1974) Kahire’de El-Ezher üniversitesinde bir yıl kadar İslam Hukuku okumuş; 1913’te 18 yaşlarında Mekke’ye gidip hacı olmuş, İstanbul’da öğrenimini sürdürürken I. Dünya Savaşı patlak verince topçu subayı olarak İzmir’de görev yapmıştı.
Hacı Emin El-Hüseyni, 1. Dünya Savaşı başında Osmanlı subayı üniformasıyla
Kasım 1916’da, savaş sürerken “hastalık” bahanesiyle Osmanlı ordusundaki görevini bırakıp Kudüs’e yerleşen Hüseyni, birden bire “iyileşerek”, İngiliz uydusu Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya karşı ilan ettiği Cihad’a katılarak İngiliz ordusuna hizmet etmeye başlamış, İngiliz işbirlikçisi Emir Faysal’ın ordusuna asker toplamış ve İngilizlerin safında Osmanlı’ya karşı savaşmıştı.1917’de Filistin’i ellerine geçirip orada bir Manda yönetimi kuran İngilizler, Hacı Emin El-Hüseyni’yi İngiliz işgal ordusunda görevlendirmişlerdi.
1921’de Kudüs’te İngiliz yönetimi altında yapılan müftülük seçimlerine aday olarak katılan Hüseyni en az oyu almasına karşın, İngiliz yönetimi bu seçimi geçersiz sayıp kendi adamları olan Hüseyni’yi Kudüs Müftüsü olarak atamışlardı. 1931’de Kudüs’te İngilizlerin güdümünde bir “İslam Kongresi” toplayan Hüseyni, yazışmalarda “Yüksek İslam Konseyi Başkanı” ve İngiliz yönetimin kendisine verdiği “Kutsal Toprakların Müftüsü” ünvanlarını kullanıyordu. Hüseyni 1931’de topladığı İngiliz güdümlü İslam Kongresi’ne o sırada Fransa’da sürgünde yaşayan son Halife Abdülmecid Efendi’yi de çağırmış, Atatürk Türkiyesi buna şiddetle karşı çıkarak Hüseyni’nin Hilafeti diriltmesine izin verilmeyeceğini açıklamıştı.
II. Dünya Savaşı patladığında Hüseyni, Yahudi karşıtı bir çizgi izleyen Almanya’yla bağlantı kurmuştu. Mayıs 1941’de Müslüman Arapları eski efendileri İngiltere’ye karşı Almanya’nın safında savaşa çağırarak Cihad ilan eden Hüseyni, dört gün sonra İngiliz ordusu Irak’ı işgal edince, önce İran ve Türkiye üzerinden İtalya’ya gidecek, Hitler’in faşist yoldaşı Mussolini ile görüşmeler yapacak ve oradan Almanya’ya geçecekti.
1921’de Kudüs’te İngiliz yönetimi altında yapılan müftülük seçimlerine aday olarak katılan Hüseyni en az oyu almasına karşın, İngiliz yönetimi bu seçimi geçersiz sayıp kendi adamları olan Hüseyni’yi Kudüs Müftüsü olarak atamışlardı. 1931’de Kudüs’te İngilizlerin güdümünde bir “İslam Kongresi” toplayan Hüseyni, yazışmalarda “Yüksek İslam Konseyi Başkanı” ve İngiliz yönetimin kendisine verdiği “Kutsal Toprakların Müftüsü” ünvanlarını kullanıyordu. Hüseyni 1931’de topladığı İngiliz güdümlü İslam Kongresi’ne o sırada Fransa’da sürgünde yaşayan son Halife Abdülmecid Efendi’yi de çağırmış, Atatürk Türkiyesi buna şiddetle karşı çıkarak Hüseyni’nin Hilafeti diriltmesine izin verilmeyeceğini açıklamıştı.
II. Dünya Savaşı patladığında Hüseyni, Yahudi karşıtı bir çizgi izleyen Almanya’yla bağlantı kurmuştu. Mayıs 1941’de Müslüman Arapları eski efendileri İngiltere’ye karşı Almanya’nın safında savaşa çağırarak Cihad ilan eden Hüseyni, dört gün sonra İngiliz ordusu Irak’ı işgal edince, önce İran ve Türkiye üzerinden İtalya’ya gidecek, Hitler’in faşist yoldaşı Mussolini ile görüşmeler yapacak ve oradan Almanya’ya geçecekti.
Müslümanlar arasında Hitler yandaşlığı uyandırmak üzere yayınlara başlayan Hüseyni, her gün Alman radyosunda konuşarak Balkanlarda yaşayan Müslümanları Hitler’in komutası altında İslam Cihadı’na çağırıyordu. Çağırılarını Kudüs Müftüsü olarak yapan Hüseyni’nin yayınları Balkanlardaki Müslümanlar üzerinde oldukça etkili olmuş, genç Müslümanlar silah altına girerek Müslüman Nazi Bölükleri oluşturmuşlardı. Hüseyni, Cihad çağırısına koşan bu Müslüman gençlere ilk iş olarak Alman propaganda bakanlığınca basılan “İslam ve Yahudilik” adlı kitabı okutarak onları Yahudi düşmanlığıyla dolduruyordu.
Nazi ordusuna katılan Müslüman askerler, Almanya’da Hüseyni’nin verdiği “İslam ve
Yahudilik” kitabını okuyor.
Yahudilik” kitabını okuyor.
Hüseyni tarafından Yahudi düşmanlığıyla doldurulan Müslüman gençler, doğrudan Hüseyni’nin denetiminde yürütülen silahlı eğitimlerden geçerek Almanya safında cepheye sürülüyordu. Hitler ordusunda “Hancar” (Hançer) adıyla anılan Bosnalı Müslüman askerlerden oluşan birliklerin Hüseyni tarafından çizilen bir de bayrağı vardı. Bu bayrakta bir Gamalı Haç ve kılıç sallayan bir el yer alıyordu.
Hançerli gamalı haçlı Müslüman Hitlercilerin bayrağı
20 Kasım 1941 günü Nazi partisinden Ribbentrop ile görüşen Hüseyni, 28 Kasım 1941’de Hitler’le de görüşecek ve yalnızca Balkanlardaki Müslümanları Alman askerine dönüştürmekle yetinmeyip, Ortadoğu’daki bütün Arapları da Almanya’nın safında savaşa sokabileceğini söyleyecekti.
Bu görüşmede Hitler,Hüseyni’yi “Araplarla ilgili konularda karar verecek kişi ve Arapların önderi” olarak tanıdığını bildirmiş, gelgelelim Arap devletlerinin bağımsızlığı için kendisine herhangi bir söz vermemiş; “Alman ordusu güney Kafkasya’ya (yani Bakü petrollerine) ulaşana dek, Arapların bağımsızlığı sözünü açıkça söyleyemeyiz” demişti. Bunun anlamı açıktı: Hitler’in Rusya’ya karşı açtığı savaş, kendi topraklarında hiç petrol bulunmayan Almanya’nın Kafkas/Hazar petrollerine ulaşmasını amaçlıyordu.
Hüseyni, Hitlerle başbaşa - 28 Kasım 1941
Hüseyni, Himmer’le çektirdiği bu imzalı fotoğrafları Alman desteğinin
kanıtı olarak Müslüman gençlere gösteriyordu.
“Büyük Müftüye: Büyük Almanya’nın Nazi Hareketi bayrağının üzerinde en başından beri Dünya Yahudiliğine karşı savaşmayı yazmıştır. Özgürlüksever Arapların özellikle Filistin’de Yahudilere karşı mücadelesine özel bir yakınlık duyarız. Büyük Nazi Almanyası ile Özgürlüksever Araplar arasında bu konuda dünya çapında bir doğal uzlaşı vardır. Sizi sonuna dek destekliyoruz. İmza: Reichsfuehrer S.S. Heinrich Himmler.”
Naziler 18 Aralık 1942’de Berlin’de bir “İslami Merkez Enstitüsü” kurmuş,başına Hüseyni’yi getirmişler; enstitünün açılışında Nazi Propaganda Bakanı Goebbels de hazır bulunmuş ve Hüseyni, yaptığı açılış konuşmasında: “Yalnızca Nazi’lerle Araplar ortak düşmana sahip değil, aynı zamanda Nazizm ile İslam da, idealler, disiplin, toplum düzeni, itaat ve yönetim ruhunda ortak zemine sahiptir,” demişti.
Hüseyni Berlin’de İslam Merkez Enstitüsü’nün açılış
konuşmasını yapıyor. 18 Aralık 1942
konuşmasını yapıyor. 18 Aralık 1942
19 Ağustos 2014 Salı
Faşizmin Babası Hitler Değil Amerikalı Hıristiyan Sanayici Henry Ford
Hitler'in 1930'larda bir akım olarak yayacağı Komünizm'e düşman Yahudi karşıtı faşist düşünceler , Hitler'den önce Amerika'lı sanayici Henry Ford tarafından 1920'lerde ortaya konmuş düşüncelerdi.Hitler Nazizm'i kendisi üretmemiş Henry Ford'dan alıp benimsemişti.
Episcopal St.Martha Protestan Kilisesi'ne bağlı bir Hıristiyan olan Henry Ford,1920'lerde Amerika'da Komünizme ve Yahudiliğe karşı öfke tohumları eken dergiler ve kitaplar yayımlatıyordu.
Henry Ford , Komünizm'e ve Yahudiliğe karşı yayınlarını çeşitli dillere çevirterek Avrupa'da da yaygınlaştıracak ve onun Almanya'daki en ateşli izleyicisi Adolf Hitler olacaktı.Öyle ki 20 Aralık 1922 günlü New York Times gazetesi ,Hitler'in Münih'te başlattığı hareketin Henry Ford tarafından para ile beslendiğini haber yapmış; aynı günlerde Almanya'da yayımlanan Berliner Tageblatt gazetesi de Henry Ford'un Almanya'nın içişlerine karıştığını,Hitler'in Amerikalı destekçisinin ona pahalı bürolar tutup karargahını pahalı mobilyalarla donattığını,Hitler'in bürosunun duvarında Henry Ford'un büyük boy bir fotoğrafının asılı olduğunu , ayrıca Hitler'in bürosunda her yerin Henry Ford'un yayımladığı Komünizm ve Yahudi karşıtı kitaplarla dolu olduğunu yazmıştı.Hitler'in 1000'i aşkın militanının üniforma ve silahlarının da Henry Ford'un verdiği paralarla alındığını yazıyordu gazeteler.Henry Ford'un Amerika'da yayımladığı '' Dünyanın Baş Belası Uluslararası Yahudi '' kitabı doğrudan Hitler'in adamlarınca pek çok dile çevirtilerek Avrupa'da yayılıyor ve Hitler ünlü '' Kavgam '' adlı kitabını Henry Ford'un düşüncelerini benimsemiş olarak yazıyordu.
Dahası,I.Dünya Savaşı'nda yanmış,yıkılmış,çökmüş bir Almanya'nın nasıl olup da 15 yıl gibi kısacık bir süre içirisinde dünyayı titretecek dev bir sanayi ve teknolojiye ulaştığı sorusunun yanıtı bile '' Henry Ford - Adolf Hitler '' ilişkisinde saklıydı.Alman sanayi ve teknolojisi doğrudan doğruya Henry Ford'un Almanya'ya akıttığı sermaye ile kurulmuştu.I.Dünya Savaşı sonrası Almanya'da açılan fabrikaların çoğu savaş araç gereçleri üretimine yönelikti ve bunlar da çoğunlukla Henry Ford'un para ve teknoloji aktarımıyla kurulmuştu.Prof.Dr Antony C. Sutton , bütün bu gerçekleri 1976'da belgeleriyle kanıtlarıyla '' Wall Street And The Rıse Of Hıtler '' adlı kitabında açıklamıştı.
Faşizm'in Hitler adlı ve ne idüğü belirsiz bir delinin başının altından çıkmış bir ideoloji olarak görüp gösteren akademisyenler,Sutton'un kitabında yer alan belge ve bilgiler karşısında , Alman Faşizmi'nin Amerikan sanayicileri tarafından yaratıldığı gerçeğini o güne dek görememiş olmaktan utanmışlardı.Oysa Hitler bu gerçeği bir çok kez kendi ağzıyla dile getirmişti.Örneğin Amerika'da bir Detroit gazetesine, daha Başbakan olmadan 2 yıl önce 1931'de verdiği demeçte Hitler: '' I Regard Henry Ford as my inspiration '' yaklaşık çeviriyle '' Düşüncelerimin esin kaynağı olan Henry Ford'a saygı duyuyorum. '' diyordu.Hitler,hem düşüncelerini,hem gereksindiği parasal gücü,Alman malı olarak üretmemiş,tersine Amerika'dan Henry Ford'tan,Amerikan sanayi devleri Ford Motors ve General Motors'tan almıştı.Amerikan sanayi sermayesinin maşası olan Adolf Hitler,1938 yılında kendisini düşünsel olarak biçimlendirip parasal ve teknolojik olanaklarla donatan Henry Ford'u '' Alman Kartalı'nın Büyük Haçı '' madalyasıyla onurlandırmıştı.
Episcopal St.Martha Protestan Kilisesi'ne bağlı bir Hıristiyan olan Henry Ford,1920'lerde Amerika'da Komünizme ve Yahudiliğe karşı öfke tohumları eken dergiler ve kitaplar yayımlatıyordu.
Henry Ford , Komünizm'e ve Yahudiliğe karşı yayınlarını çeşitli dillere çevirterek Avrupa'da da yaygınlaştıracak ve onun Almanya'daki en ateşli izleyicisi Adolf Hitler olacaktı.Öyle ki 20 Aralık 1922 günlü New York Times gazetesi ,Hitler'in Münih'te başlattığı hareketin Henry Ford tarafından para ile beslendiğini haber yapmış; aynı günlerde Almanya'da yayımlanan Berliner Tageblatt gazetesi de Henry Ford'un Almanya'nın içişlerine karıştığını,Hitler'in Amerikalı destekçisinin ona pahalı bürolar tutup karargahını pahalı mobilyalarla donattığını,Hitler'in bürosunun duvarında Henry Ford'un büyük boy bir fotoğrafının asılı olduğunu , ayrıca Hitler'in bürosunda her yerin Henry Ford'un yayımladığı Komünizm ve Yahudi karşıtı kitaplarla dolu olduğunu yazmıştı.Hitler'in 1000'i aşkın militanının üniforma ve silahlarının da Henry Ford'un verdiği paralarla alındığını yazıyordu gazeteler.Henry Ford'un Amerika'da yayımladığı '' Dünyanın Baş Belası Uluslararası Yahudi '' kitabı doğrudan Hitler'in adamlarınca pek çok dile çevirtilerek Avrupa'da yayılıyor ve Hitler ünlü '' Kavgam '' adlı kitabını Henry Ford'un düşüncelerini benimsemiş olarak yazıyordu.
Dahası,I.Dünya Savaşı'nda yanmış,yıkılmış,çökmüş bir Almanya'nın nasıl olup da 15 yıl gibi kısacık bir süre içirisinde dünyayı titretecek dev bir sanayi ve teknolojiye ulaştığı sorusunun yanıtı bile '' Henry Ford - Adolf Hitler '' ilişkisinde saklıydı.Alman sanayi ve teknolojisi doğrudan doğruya Henry Ford'un Almanya'ya akıttığı sermaye ile kurulmuştu.I.Dünya Savaşı sonrası Almanya'da açılan fabrikaların çoğu savaş araç gereçleri üretimine yönelikti ve bunlar da çoğunlukla Henry Ford'un para ve teknoloji aktarımıyla kurulmuştu.Prof.Dr Antony C. Sutton , bütün bu gerçekleri 1976'da belgeleriyle kanıtlarıyla '' Wall Street And The Rıse Of Hıtler '' adlı kitabında açıklamıştı.
Faşizm'in Hitler adlı ve ne idüğü belirsiz bir delinin başının altından çıkmış bir ideoloji olarak görüp gösteren akademisyenler,Sutton'un kitabında yer alan belge ve bilgiler karşısında , Alman Faşizmi'nin Amerikan sanayicileri tarafından yaratıldığı gerçeğini o güne dek görememiş olmaktan utanmışlardı.Oysa Hitler bu gerçeği bir çok kez kendi ağzıyla dile getirmişti.Örneğin Amerika'da bir Detroit gazetesine, daha Başbakan olmadan 2 yıl önce 1931'de verdiği demeçte Hitler: '' I Regard Henry Ford as my inspiration '' yaklaşık çeviriyle '' Düşüncelerimin esin kaynağı olan Henry Ford'a saygı duyuyorum. '' diyordu.Hitler,hem düşüncelerini,hem gereksindiği parasal gücü,Alman malı olarak üretmemiş,tersine Amerika'dan Henry Ford'tan,Amerikan sanayi devleri Ford Motors ve General Motors'tan almıştı.Amerikan sanayi sermayesinin maşası olan Adolf Hitler,1938 yılında kendisini düşünsel olarak biçimlendirip parasal ve teknolojik olanaklarla donatan Henry Ford'u '' Alman Kartalı'nın Büyük Haçı '' madalyasıyla onurlandırmıştı.
Hitlerin gönderdiği Alman diplomatları,Irkçı Faşist Nazizm'in babası olan Amerikalı Sanayici Henry Ford'a Alman Kartalı'nın Büyük Haçı madalyasını takıyor.1938 Temmuz sonu.
Hitler'in,Nazizm'in,Faşizm'in perde gerisindeki gerçek beyni olan Amerikalı sanayici Henry Ford'un Yahudi ve Komünist düşmanlığına iten bir çok nedeni vardı.
1-)Amerikan işçileri arasında hızla örgütlenen Sovyet yanlısı Komünist parti,işçileri grevlere sürükleyerek sanayi üretimini baltalıyordu.
2-)Sovyetler birliği kapılarını Batı ticaretine kapatıyor,Batı sanayi ürünlerinin Rusya'da satılmasını yasaklıyorve böylece Batılı sanayicilerin dünya üzerindeki dış satım alanlarını daraltıyordu.
3-)Tefeci bankerlerin çoğu Yahudi'ydi ve bunlar sanayiciye yüksek faiz uygulayarak üretim maliyetini yükseltiyor ve böylece sanayiciler kazançlarının büyük bölümünü Yahudi tefecilerle paylaşmak zorunda kalıyorlardı.İşte Amerikalı sanayici Henry Ford'u Yahudi tefecilere ve Komünist Rusya'ya düşman eden nedenler özetle bunlardı.
Amerika'da 1864'larda kurulan Ku-Klux-Klan aldı ırkçı örgüt,yalnızca karaderililere saldırmıyor,1900'lerde Yahudi karşıtlığına ve hemen ardından Komünist avcılığına girişiyordu.Bunlar Beyaz Ari Irktan Protestan anlamında kısaca W.A.S.P ( W=White, A=Anglo S=Sakson P=Protestan ) olarak tanımlıyorlardı kendilerini.Tıpkı Nazi'ler gibi onlar da salt bir ırka değil, bir dinsel inanca da bağlıydılar.1920'lerin başlarında Henry Ford,Hitler'i devşirir ve Almanları Yahudi ve Komünist öldürmeye hazırlarken,Kimi Ku-Klux-Klan üyerleri de Hitler'le işbirliğine girmişti,Nazizm,Amerikan sanayi sermayesinin,Sovyetçi Komünizm'e ve Yahudi bankerlere karşı örgütlediği bir savaş makinesinden başka birşey değildi.
Cengiz ÖZAKINCI
18 Ağustos 2014 Pazartesi
1930-1945 İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DİN ÜZERİNDEN EMPERYALİST OYUNLAR
II.Wilhelm'in dünya egemenliği düşünü devralarak dünyayı kana bulayan Alman Adolf Hitler.
'' Benim tarihi bir misyonum var.Ben bu misyonu gerçekleştireceğim.Çünkü Tanrı bu misyonu yerine getirme görevini bana verdi.Benimle beraber olmayanlar ezilecektir. ''
Adolf Hitler
12 Şubat 1938
Kurtuluş Savaşı sonunda Osmanlı'nın tarihe karışması,Hilafetin kaldırılması,Cumhuriyet'in kurulması ve laik bir yönetim biçimine geçilmesi,emperyalistlerin Türkiye üzerinde Hıristiyan güdümlü İslam Birliği ve Osmanlıcılık oyunlarına en az yirmi yıllık bir süre için son vermişti.Ancak 1930'ların ortalarında,Almanya'da yükselen NAZİ hareketi,tüm dinlerin bir kez daha uluslararası siyasetin aracı olarak kullanılmasını başlatacaktı.Parababalarının baş düşmanı Rusya ve Komünizm'di.Dindar yığınlara Komünizm'in bir Tanrıtanımazlık olduğunu duyurun NAZİ'ler,kendilerinin dini bütün kimseler olduklarını vurgulamak üzere parti toplantılarını kilise çevrelerinde gerçekleştirip bunu fotoğraflarla yaymaya özel bir önem veriyorlardı.
1928 dolaylarında Hitler Nüremberg'de partisinin kuruluşunu simgelemek üzere kullandığı Kilise önünde düzenlediği NAZİ toplantısıda.
Hitler,Nüremberg'deki bu kiliseyi NAZİ partisiyle ve kendi kişiliğiyle birleştirerek simgeleştirmeye çalışıyor ve Tanrısız Komünizm'e karşı yandaş toplama çalışmalarında o kilisenin önünde NAZİ selamı verirken çektirdiği bu gibi fotoğrafları kullanıyordu.Bu görüntüler aracılığıyla;'' Biz NAZİ'ler dindar Hıristiyanlarız Komünizm'in yaydığı tanrısızlık inancıyla ancak biz başa çıkarız , bizimle olun. '' demek istiyorlardı dindar Hıristiyanlara.
Hitler,komünizme karşı kendisini destekleyen Vatikan görevlisi bir Kardinal'le.
14 Ağustos 2014 Perşembe
Bahçenin birinde güneşe sevdalı bir gündöndü yaşarmış
“Bahçenin birinde güneşe sevdalı bir gündöndü yaşarmış.Onun dibinde de gündöndüye sevdalı bir sarmaşık…Sevdalı sarmaşık gündöndünün gövdesine sımsıkı sarılır,yüzünü ona dönsün,onu sevsin diye her gün umutla beklermiş.Gündöndü ise her sabah güneş doğduğunda yüzünü sevdayla göğe çevirir hayran hayran güneşi seyredermiş.
Sarmaşık çaresiz,daha bir sıkı sarılırmış gündöndüye ama nafile,gündöndünün aklı güneşteymiş.Akşam olup güneş battığında sevdiğini yitiren gündöndü boynunu büker, içine kapanır kalırmış kederinden…Zavallı sarmaşık daha sıkı,daha sıkı yapışırmış o zamanlar..Gelgelelim sabah olduğunda, gündöndünün yüzünü kendisine çevirmeyeceğini güneşle onun arasına giremeyeceğini bir daha anlarmış bu çaresiz sarmaşık.
Ama günlerden bir gün,minik sarmaşık uyanınca bir de ne görsün;ilk defa sevgili gündöndüsünün yüzü güneşe değil,kendisine dönükmüş.Sevinçten az kalsın çığlık atacakmış ki gündöndüsünün güneşe baktığı gibi bakmadığını görmüş ve o an öldügünü anlamış.Çünkü sarmaşık,sevdiğinin yüzünü kendisine çevirmek için onun gövdesine sarıldıkça, yavaş yavaş onu boğduğunu, öldürdüğünü hiç farketmemiş.Gündöndü ölünce sarmaşığın da sarılacağı bir sey de kalmamış,zamanla o da sararıp solmuş. Sonra çiftçinin biri gelmiş,ikisini de koparıp bir kenara fırlatmış.”
Demem o ki,hepimizin sevginin dozunu ayarlayamadığımız dönemler olmuştur bu hayatta.Bir şeyler yaparız,karşımızdakine zarar verebilecek şeyler, ama ‘sevgimden yapıyorum’ deriz.Sanki içimizde beslediğimiz sevgiyle her şeyi yapabilme yetkimiz varmış gibi bunun arkasına sığınırız.Oysa sevmek başlı başına bir lütuftur kalplere verilen,anlamayız.Sonra ummadık bir anda her şeyin sarpasardığını farkederiz ki bu kez de iş işten geçmiş olur.Ne bir seven kalır ne de sevilen…Çünkü sevgisizlik kadar aşırı sevgiler de yorar bazen kalpleri,insanları…
Yormamak-yorulmamak,sevmenin-sevilmenin kıymetini bilip,sarmaşık olmamak dileğiyle…
Sarmaşık çaresiz,daha bir sıkı sarılırmış gündöndüye ama nafile,gündöndünün aklı güneşteymiş.Akşam olup güneş battığında sevdiğini yitiren gündöndü boynunu büker, içine kapanır kalırmış kederinden…Zavallı sarmaşık daha sıkı,daha sıkı yapışırmış o zamanlar..Gelgelelim sabah olduğunda, gündöndünün yüzünü kendisine çevirmeyeceğini güneşle onun arasına giremeyeceğini bir daha anlarmış bu çaresiz sarmaşık.
Ama günlerden bir gün,minik sarmaşık uyanınca bir de ne görsün;ilk defa sevgili gündöndüsünün yüzü güneşe değil,kendisine dönükmüş.Sevinçten az kalsın çığlık atacakmış ki gündöndüsünün güneşe baktığı gibi bakmadığını görmüş ve o an öldügünü anlamış.Çünkü sarmaşık,sevdiğinin yüzünü kendisine çevirmek için onun gövdesine sarıldıkça, yavaş yavaş onu boğduğunu, öldürdüğünü hiç farketmemiş.Gündöndü ölünce sarmaşığın da sarılacağı bir sey de kalmamış,zamanla o da sararıp solmuş. Sonra çiftçinin biri gelmiş,ikisini de koparıp bir kenara fırlatmış.”
Demem o ki,hepimizin sevginin dozunu ayarlayamadığımız dönemler olmuştur bu hayatta.Bir şeyler yaparız,karşımızdakine zarar verebilecek şeyler, ama ‘sevgimden yapıyorum’ deriz.Sanki içimizde beslediğimiz sevgiyle her şeyi yapabilme yetkimiz varmış gibi bunun arkasına sığınırız.Oysa sevmek başlı başına bir lütuftur kalplere verilen,anlamayız.Sonra ummadık bir anda her şeyin sarpasardığını farkederiz ki bu kez de iş işten geçmiş olur.Ne bir seven kalır ne de sevilen…Çünkü sevgisizlik kadar aşırı sevgiler de yorar bazen kalpleri,insanları…
Yormamak-yorulmamak,sevmenin-sevilmenin kıymetini bilip,sarmaşık olmamak dileğiyle…
11 Ağustos 2014 Pazartesi
Yaş otuz beş !
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
8 Ağustos 2014 Cuma
7 Ağustos 2014 Perşembe
Hindenburg Felâketi
Hindenburg felâketi, zeplin tarihinin en büyük faciasıdır.
Hindenburg felaketi, adını felakete sebep olan Zeplinden almıştır.
Bu zeplin felaketi tarihin en büyük faciası diye anılır.Hindenburg olayı 6 Mayıs 1937 yılında, New Jersey’deki Lakehurst askeri hava üssünde meydana gelmiştir.
Gelmiş geçmiş en büyük Zeplin olma özelliğini taşıyan LZ 129 Hindenburg adlı zeplin, hava üssüne iniş yapacağı anda içinde bulunan hidrojen tanklarının da etkisi ile bir anda alev almış ve Zeplin de bulunan yolcuların birçoğunun felaketi olarak 36 kişinin hayatını kaybetmesine sebebiyet vermiştir.
Bir diğer açıklama da Hindenburg adlı Zeplinin bombalandığı veya ateş edilerek düşürüldüğü söylenmektedir. Bu faciadan sonra Zeplinler de hidrojen yerine Helyum gazı kullanılmaya başlamıştır. Bu facia dan sonra ise, modern havacılık tarihi başlamış, eski bir çağın kapanıp havacılıkta modern teknolojiye geçilmiştir.
"Çanakkale 10 Hiroşima eder"
"Çanakkale 10 Hiroşima eder"
Japon eğitim uzmanları eğitim sistemimizi incelemek üzere Türkiye’ye geldiklerinde, Hiroşima felaketi ile ilgili Başbakan Turgut Özal ile Japon diplomatlar arasında ilginç bir diyalog geçti. Birçok bürokratın da hazır bulunduğu bir ortamda raporlar sunuldu ve Japonlar sonucu şöyle açıkladı : “Sizin eğitim sisteminizde milli ruh yok!”
Bunun üzerine Turgut Özal şaşırdı ve “Nasıl yani?” diye sordu. Japonlar ise şöyle devam etti: “Biz Japonya'da okula başlayacak çocuklarımıza milli ruh şoklaması yaparız. Onları önce toplu halde hızlı trenlere bindirir; dev fabrikalarımızı, teknoloji merkezlerimizi gezdirir; ülkemizin gücünü gösteririz. Sonra da bu yavrularımızı alır; Hiroşima ve Nagasaki'ye götürür; orada atom bombası atılan ve yıllardır ot dahi bitmeyen alanları gösterir ve deriz ki: Eğer siz bilinçlenmez ve az önce gördüğünüz teknolojiye sahip olmak için çalışmazsanız sonunuz böyle olur.”
Bu sırada Türk bürokratlardan biri atıldı: “Ama bizim Hiroşima'mız yok ki!”
Japon uzmanın cevabı ise tokat gibiydi: “Sizin Çanakkale'niz on Hiroşima eder!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)