5 Ağustos 2014 Salı

Dağların Şovalyeleri



Vubıh ülkesi (Abazaca Tuakhı), Dağlılar’ın anlattıklarına göre her zaman kutsal bir toprak sayılmıştır ve Batı Kafkasya’nın tamamında Vubıhlar, Çarlık rejiminin işgalci politikalrına karşı örgütlü direnişin öncüleri ve esin vericileri olarak tanınmışlardır. Ne yazık ki ülkemizin geniş okur kitlesi Vubıhlar hakkındaki bilgilerden yoksundur ve Vubıhlar Kafkasya savaşına katkıları , feci sürgünleri ve gurbet yaşamları üzerine bildikleri çok sınırlıdır. Vubıh’ların dili ve tarihine dikkat çekmek ve ilgi uyandırmak için önemli çalışmalar yapmış olan yabancı araştırmacılar bu halkın kaderine daha çok ilgi göstermişlerdir. A. Dirr, H. Vogt ve G. Dumezil ve başka araştırmacıların adları, sadece çok sınırlı sayıda uzmanlarca bilinmektedir. Vubıhlar hakkında bilgi ve kaynaklar zaten kısıtlıdır ve adı geçen bilim adamlarının yazdıklarını toplama ve tercüme ederek yayımlamak bizim için kutsal bir görevdir. Rus Çarlık ordusu subaylarından V. Skaryatin tarfından 1862’ de “Oteçesvennıyezapiski” dergisinde yayınlanmış olan ve Vubıhlarla diğer Batı Kafkasya Dağlıları hakkında az bilinen bilgiler içeren bir yazıya yer veriyoruz. Dağlılara karşı savaşsa da V. Skaryatin onlarınfazilet, mertlik ve alicenaplıklarını görmezden gelmemiş Vubıhların yüce ahlakına dikkat çekmiştir. Yaklaşık 130 yıl önceye ait olan bu yazının okurlarımız için ilginç olacağını umuyoruz.( Ruslan Gojba; Aydglara (Yedinenıye), No 5(15), Sohum 1991. Çeviren: O. Uravelli)


Bizler Kafkasya halklarını, ya hiç kimseye acımayan,insani duygulardan yoksun ve kendi çocuklarını pazarlayan vahşi yamyamlar olarak,ya da antik eski Isparta ve Roman’ nın parlak dönemlerindeki efsanevi kahramanlar olarak düşünüyoruz. Oysa daima canlı ve kuvvetli bu savaşçı boy kısa süre için bile olsa tanıyınca, ana sütüyle birlikte kanlarına işleyen mertlik ,hüner ve tehlikelere hiç aldırmayan cesaretleriyle, onların ulaşılmaz ve büyülü doğa ve dağlarıyla karşılaşınca ,orada doğanın her adımda, her yamaçta,her derede ve kanyonda adeta birere kale oluşturduğunu görünce, böylesine küçük bir nüfusla bu boyların nasıl olup da kuzeydeki korkunç,üstelik çağdaş bilim ve uygarlığın tüm olanaklarına sahip olan dev kuvvete karşı altmış yıldır direnebildiklerini anlamaya başlıyorsunuz. Rusya’nın o tam donanımlı dev Kafkasya ordusundaki subaylar ve askerlerin cesurluğu ,enerjisi ve deneyimi ise , genellikle profesyonel bir ordunun özelliklerinden başka bir şey değildir.



Kısacası bu Dağlı halkların nasıl olup da iki buçuk yüzyıl boyunca biri güneybatıdan ve ötekisi de güneydoğudan bastıran iki dev İslam devletine karşı direnebildiğini ,insan yalnız bu dediklerimi gördükten sonra anlamaya başlıyor. (V. Skaryatin. Kafkasya Notları, Oteçestvennıya zapiski dergisi, c.142, 1862, Sayı 4, s.514)



Müslüman dünyasındaki ilk devleşme ve yükselişten sonraki dönemlde, Avrupalılara karşı koyabilen tek bir Doğu ordusu vardır ve o da Kafkasyalılardan devşirmedir. Yoksa Asya orduları,sadece açık sayı üstünlüğü sayesinde Avrupalılara direnebilmiştir. Fransızların belagat ve abartmalarla korkunç bir düşman imajı kazandırdıkları Cezayirli Araplar ve Kabilleri Kafkasyalı Dağlılar’la kıyaslamak gülünçtür. Sayıları ne kadar çok olursa olsun, 25 askerin savunduğu müstahkem bir siperi Cezayirliler ele geçiremezler. Adıgeler ve Lezgiler is, Kafkasya ordusuna ait taburların koruduğu kaleleri silahsız olarak düşürüyorlardı. Onlar sonj kişiye kadar ölümü göze alıp, şarapnel ateşine ve düzenli ordunun süngülerine aldırmadan ielerliyorlar, barut depolarını havaya uçuruyorlar ve kaleyi savunanlarla beraber yaşamlarını yitiriyorlardı. Sonuçta kale düşüyordu. (V. Skaryatin. Kafkasya Notları, Oteçestvennıya zapiski dergisi, c.142,1862, Sayı 5, s.302)



Evet onların girişimleri zafer getirmedi, aralıksız saldırı ve akınları sonunda bitti, bölgedeki kilit noktalar ve mevzilerde tehlike kalmadı, fakat bu zafer kimseyi aldatmasın. Çünküaskeri sonuçlar, Kafkasya ordularına altmış yıldır cehennemi yaşatan bu cesur ve mert insanların eşsiz hüneri ve tükenmeyen enerjisi hakkında doğru fikir vermiyor. Hiçbir topçu ateşiyle desteklenmeyen ve delik ve gedik açmak için teknik olanakları bulunmayan bu insanlar, sadece kamalar ve kılıçlarla müstahkem mevzilerin siper korkuluklarına atlıyorlar, baltaları bile yokken şarapnele, kurşun yağmuruna ve süngülere bakmaksızın kale kapılarını zorluyorlar.



Bunlar, genelde bizim Dağlılar hakkında düşündüğümüzün aksine ağaçların arkasında kalleşçe ateş eden ve sonra ilk ateş sesinde ve ilk hücumda tüyen eşkıyalar değildirler. Bilindiği gibi 1840’lı yıllarda Dağlılar bizim birkaç kalemizi ele geçirmeyi başarmışlardı. Oysa bu kaleler inanılmaz savunma olanaklarına sahiptiler ve donatımları oldukça kuvvetliydi, askerlerin direniş ve moral gücü yüksekti ve öle siye savaşıyorlardı. Buna rağmen Dağlılar başarılı olmuşlardı. Örneğin, Mihaylovkoye kalesindeki garnizon,bütün gücüyle savunma yapmış,askerlerimiz akıl almaz direnç ortaya koymuşlardı ama sonunda Dağlılar kalabalık halinde kaleye girmişlerdi ve kaybedeceklerini anlayan askerlerimiz düşmanla birlikte ölmeyi tercih etmiş ve kaleyi havaya uçurmuşlardı.



Yukarıda belirttiğim gibi 1853-1860(Kırım) Doğu Savaşına kadar biz Karadeniz’in doğusunda dar bir kıyı şeridini kontrol edebiliyorduk ve bunun için sahile birbirine yakın aralıklarla kalelerden Karadeniz Müstahkem Hattı kurulmuştu. Fakat ülkenin iç kısmına giremiyorduk. Zaten söz konusu olan dar kıyı şeridinde bile, karadan yapılan her operasyon pahalıya mal oluyordu. Çünkü Vubıhlar ve Şapsığlar çok inatçı ve cesur şekilde savunma yapıyorlard, topraklarının her karışı için ölümüne savaşıyorlardı.



1840’lı yıllarda komutanlık, Vubıhlar’ın oturduğu Soçi bölgesindeki köylere karşı ceza seferleri düzenlenmesini emretti. Adler burnunda yaklaşık on bin kişiden oluşan bir güç toplandı ve plan yapıldı. Karadeniz filosu da topçu eteşiyle birliklerimize yoğun destek sağlıyordu.



Vubıhlar’ın reislerinde biri olan halk önderi Hacı Berzeg görüşmekler yapmak ve barış sağlamak için ordumuzun komutanlarıyla bir araya geldi. Onun amacı Generali seferden caydırmaktı. General’in onun delil ve gerekçeleriyle ikna olmadığını gören Hacı Berzeg, kanlarının son damlasına kadar savaşmaya yemin etmiş olan Dağlılar’ın teslim olmayacağını bildirmişti. Hacı Berzeg yerden bir avuç toprak alarak ağzına götürmüş ve kılıcını öperek halkının teslim olmayacağını tekrarlamıştı. Bizim General, buna rağmen kararından dönmemişti. Hacı Berzeg geri dönünce halkını toplamış ve şöyle demişti:’Bir adım bile geri çekilmem! Ruslara köle olacaklarına çocuklarımı ve eşimi bile öldürürüm! Bu topraklara düşüp ölürüm ama asla teslim olmam!’



Birliklerimiz harekete geçti ve yaklaşık 15 km. lik bir yol boyunca her adımda çatışma ve muharebe yaşandı. Filo gemileri, kollarımızı topçu ateşiyle destekliyor ve taburlarımızın önünü açmak için kıyı boyunca uzanan yolların tamamını bordalardaki toplardan korkunç salvolarla dövüyorlardı. Ne var ki Dağlılar mevzilerinde sakince oturup kollarımızın yaklaşmasını bekliyorlardı.



Deniz topçusunun korkunç ateşiyle yerlebir edilen mevzilerden Vubıhlar kılıçlarını çekerek bizim süngülerle savunma yapan kalabalık birliklerimize saldırıyorlardı. Gülleler , bombalar ve el bombaları toprağın altını üstüne getiriyor, kıyıyı kaplayan ormanı kesip doğruyordu, dört bir tarafta ölüm kol geziyordu. Ama Dağlıları püskürtmek olanaksızdı. Çapı büyük olan topların gülleleri koskoca ağaç gövdelerini sazlar gibi yere yatırıyordu, fakat ormanda mevzilenmiş olan Vubıhlar, geriye bir adım bile atmıyorlardı. Bu cesur insanlar kaçmayı ve kurtulmayı hiç düşünmeden taburlarımızın yaklaşmasını bekliyorlardı ve onların amacı, kendi yaşamlarının bedelini askerlerimize pahalıya ödetmekti.



Bu kanlı savaş hakkında ban çok ibretli iki olay anlatmışlardı. Siperde sağ kolundan kurşunla yaralanmış bir Vubıh, kamasını sağ eline alarak orya yaklaşan askerlerimizin üzerine atlamıştı. Derken bir kurşunda bacağına isabet etmiş ve Vubıh yere düşmüştü. Ama o, bu durumda bile sürünerek elindeki kamayı askerlere fırlatmıştı.



Öteki olay ise daha ilginçtir. Bizim askerler tarafından çevrilen ve artık kurtuluş yolu kalmadığını gören iki Vubıh, çareyi denize atlamakta bulmuşlar. Onlar  filo gemilerinden kimsenin kendilerini görmeyeceğini düşünüyorlarmış. Ama onları fark etmişler ve yakalamak için filika göndermişler. Filikadaki subayın yemin ederek anlattığına göre, filikayı görünce iki Vubıh esir düşmemek için sulara gark olmuşlar.



Bu gerçekleri öğrendikten sonra Sayın Fadeyev’in aşağıdaki sözlerine hak vermeye başlıyoruz:”Fethedilen Kafkasya’nın Rusya’ya kazandırdığı üçüncü en büyük güç, Dağlı süvari askerlerdir. Şimdiki düzen sürdürülürse onların sayısı epeyce arttırılabilir, kaliteyse kuşkusuz en iyisidir. Dağıstanlı süvari birliği veya Anapalı süvari birliğinden daha iyi bir askeri güç düşünülemez… Sadece onların savaşçılığını doğru şekilde değerlendirmek gereklidir. Kafkasya’nın Ruslara kucağından askeri birlikler vermesi için bu gücün ortaya çıkmasına olanak sağlamak gerekir. O zaman Rus bayrakları altında bu güç, dünyayı belki de hayret düşürecektir.”



Karadeniz kıyısında oturan Vubıhlar, Şapsığlar ve Natuhaylar, belagat, söz sanatı, espri ve hazırcevaplılıkla da dikkat çeken topluluklardır(…)Burada Dağlıların ne kadar esprili ve hazırcevap olduklarını ortaya koyan birkaçörnek vermek istiyorum.

Bütün Çerkesleri genelde düzenbazlar olarak gören ve onlara çok sert davranan bizim yöneticilerden biri, yıllar önce Çerkes reisler ile bir buluşma sırasında yine aşırı sert davranmış, sinirli halde ve kaba tavırlarla bağırarak konuşmuş. Çerkesler onu dinlemişler. Sonunda ak saçlı, yaşlı bir Çerkes, gayet efendice ve kibar bir tarzda şöyle demiş:”Duyduğumuza göre sizin uygar Avrupa’nızda iki halk arasında kavga çıkarsa, diğerlerionları barıştırmak ve uzlaşma sağlamak için çalışırlar ve kavgalıları bir araya getirince, düşmanlar birbiriyle efendice ve saygılı şekilde konuşurlarmış. İyi ama biz de bir halkız!”



Diğer öykü ise daha ilginçtir. Bize düşman olan ve kalelerimize yakın olan arazide oturan boylardan birinin reisleri, kale komutanını evinde ziyaret etmişler. Orada divan ve kanepelerde rahatça yerlerini almışlar. Nerdeyse yarım saat geçmiş, komutan onların geliş nedenini öğrenmek için konuşmalarını bekliyormuş. Ama gelenler sessizce oturuyorlar, konuşmuyorlarmış. Bu suskunluktan dolayı sinirlenen ve sabrı tükenen komutan bağırmaya başlamış:”Neden konuşmuyorsunuz? Niye susuyorsunuz? Niçin geldiğinizi anlatsanıza yahu!”



Reislerden biri, komutana şu cevabı vermiş:”Bizim geleneklerimize göre, bir konuk birini evinde ziyaret ederse, niye geldiğini o ev sahibine anlatmak zorundadır. Tanrı bu ülkeyi bize verdiğinden beri bizler burada ev sahibiyiz, sizlerse buraya yeni gelmiş konuklarsınız. Demek ki önce siz konuşmalısınız bize dinlemek düşer.”



General Rayevski, Karadeniz kıyısındaki kalelerimizden birine yakın yerde oturan düşman boylarından birinin reislerinden birini görüşmeler için davet etmiş ve barış içinde yaşamak için gerekli saydığı koşulları onlara açıklamış. Ardından sözlerini daha açık şekilde ifade etmek için, masaya iki tabak konulmasını emretmiş. Tabakların birinde dostluk ve barışı simgeleyen ekmek ve tuz, ötekisinde savaşı simgeleyen kurşunlar ve şarapnel mermisi bulunuyormuş. Rayevski ekmek ve tuz olan tabağı göstererek Dağlılar’a şöyle demiş:”Barış ve asayiş içinde yaşarsanız ve eşkıyalık yapmazsanız size daima ekmek ve tuz ile geleceğiz.” Sonra kurşun ve şarapneli işaret ederek eklemiş:”Ama eğer haramilik, soygunculuk, haydutluk ve hırsızlık yaparsanız, size bunları göndereceğiz. Bundan böyle savaş ve barış size bağlıdır. Kendini seçin!”. Çerkes reisleri Rayevski’ye şu yanıtı vermişler:”Tanrıya çok şükür, yeterince ekmeğimiz var, tuzu ise bize gerektiği kadar Türk tüccarları getiriyorlar. Şu şarapnel ve kurşunlara gelince, evet bunlardan yana çok eksiğimiz var. Siz daha fazla gönderin bizde bunları toplarız.”



1840’lı yılların başında Dağlılar, kıyı hattımıza karşı başarılı akınlar düzenliyorlardı. Hatta bazı kalelerimize saldırmaya cesaret etmişler ve kimisini ele geçirmişlerdi. Bu, morallerini öylesine yükseltmiş, onlara öylesine özgüven sağlamıştı ki, bizi Doğu Karadeniz kıyılarında temelli ve toptan silip atmaya kalkıştılar ve zafere ulaşacaklarında emindiler. Bir defasında Vubıhlar kalabalık bir güç toplayarak kalelerimizden birini kuşatmışlardı. Söylenenlere göre, yaklaşık 15 bin kişiymişler. Bu sefer hatta toplarsı bile varmış. Ama önce görüşmeler yapmak için kaleye delegeler göndermişler. Garnizon komutanı G.C. kaleyi kuşatanların reisleriyle görüşmeyi kabul etmemiş. Dağlılar ona sormuşlar:”Buraya neden geldiniz? Yani şu anda elinizde bulunan bu bir avuç toprağa muhtaç mısınız? Sizi bilmeyiz ama biz bu toprağa muhtacız. Bizim ticaretimizi engelliyorsunuz. Sizin silahlarınızın ateş sesleri yüzünden kundaktaki bebeklerimiz uyuyamıyorlar. Hiç zorlanmadan kalenizi ele geçirebiliriz ama size anlamsız şekilde zarar vermek ve kötülük yapmak istemiyoruz. Bizi silaha sarılmaya ve zor kullanmaya mecbur etmeyin, çünkü bu durumda kimseye acımayız. Sağ kalanlarınızı ise köle gibi esir pazarında satarız. Eğer bizimle baş edebileceğinizi düşünüyorsanız, çok büyük bir hata yapıyorsunuz. Toplarımız var, en cesur adamlarımızdan oluşan yaklaşık 20 bin kişilik bir güç topladık. İnanmıyorsanız adamlarınızı gönderin ve kendileri yerinde gözleri ile görsünler. Kılıçlarımız üzerine yemin ederiz ki, size dokunmayız. Ancak topraklarımızı terk edin. İsterseniz deniz yoluyla gidin, buna engel olmayız. İsterseniz kara yoluyla topraklarımızdan geçerek çekip gidin. Bütün mal varlığınız ve malzemelerinizle gidebilirsiniz. Yolda sizin güvenliğinizi sağlar ve size eşlik ederiz. Misafirlerimiz gibi yolculuk edersiniz ve kimse size dokunmaya cesaret edemez. Size eşlik edecek 100 cesur yiğitten çekiniyorsanız, onlarını el kolunu bağlayarak size teslim ederiz. Böylece güvenceniz olurlar. Çekin gidin! Yoksa sizi dehşet bekliyor ve pişman olacaksınız”.



Komutanımız, düşman kuvvetlerini ve toplarını saymaya gerek olmadığını bildirmiş, Vubıh kampına dam göndermemiş.



Böylece görüşmeler sonuç vermemiş ve Vubıhlar çevredeki tepelere toplarını yerleştirerek kaleye ateş etmeye başlamışlar. Neyse ki onlar nişan almayı ve topu hedefe yöneltmeyi yeterince bilmedikleri için kısa sürede mermileri bitmiş ve çok fazla zarar vermemişler. Derken bizim Karadeniz filosunu gemileri de yetişmişler ve Vubıhlar, kuşatmayı kaldırıp geriye çekilmek zorunda kalmışlar.



Kafkasya’daki ordumuzda Vubıhlar, Dağlıların en cesur boyu olarak bilinirler, cesaretleri ve sarsılmaz mertliklerinden dolayı onları çok takdir ederler. Zaten bizim Kafkasya’daki askerlerimiz bu konularda hiç yanılamayan hakemlerdir.



Vubıhlar’a karşı hazırlıksız ve maceracı seferler düzenlemek, intihar etmekle aynıdır. Kafkasya’da uzun yıllar askerlik yapmış yaşlı bir subay bunu özellikle vurguladı ve “Vubıhlar savaşta birere aslandırlar, onlarla şaka olmaz!” derdi. Genelde Kafkasya’da Vubıhlar’a “Dağlıların şövalyeleri” dediklerini birçok kez duydum.



Doğu Karadeniz kıyısında Natuhay, Vubıh ve Şapsığlar ‘la komşu arazide 10 yıldan çok askerlik yapmış kıdemli ve öğrenmeye meraklı subaylardan biri, Vubıhlar’ın askeri gelenekleri hakkında bana bazı bilgiler vermişti. Bunları okurlarımla paylaşmak istiyorum.



Vubıhlar’da bize karşı veya herhangi bir Dağlı boya karşı savaşmak, özgür olan herkesin doğal hakkı sayılır. Herhangi bir kişini tek başına veya topladığı yandaşlarıyla birlikte savaşa gitmesini kimse yasaklayamaz. Hatta bu kişinin savaşacağı halk, Vubıhlar’ın düşmanı değilse bile, bu kişinin veya belirli grubun o halka karşı savaşma hakkı engellenemez.



Bize karşı savunma durumları ve Vubıhlar’a düşman olan komşu Dağlı boylara karşı savaşları hariç, bütün savaşların amacı genelde yağmalama ve ganimet ele geçirmektir. Bu şöyle oluyor: Ya yerinde oturamayan, enerjisini harcamak için yol bulamayan ve beş parasız kalan bir delibaş serdengeçti, kendi kafasına göre birkaç kişi bulur ve akına çıkar. Ya da daha önce başarılı seferler yaparak nam salmış bir elebaşı, yeni bir sefer düzenlemek için, bu işe hevesli olanları kendi başına toplar ve komşuları üzerine akın yapar. Yani bu ikinci yolun, aslında birinciden farkı sadece çapı ve elebaşının ünlü olmasıdır.



Ya da savaş için halk meclisinde karar verilir. Bu durumda, oluşturulacak ve akın yapacak güçlere her aile mutlaka asker vermek zorundadır. Kuvvet teşkil edilince, askerler bir komutan seçerler ve bu komutan, birlikleri teftiş ederek görevine başlar. İki savaşçı yan yana durur ve ikisi de ucundan tuttukları birer sopayı başları üzerine kaldırıp bir tür kapı oluştururlar. Komutan onların yanı başında durur ve bütün savaşçılar birer birer onun önünde ki kapıdan geçerler. Komutan geçenlerin silah, elbise ve donanımını kontrol eder. Komutanın önündeki bu canlı kapıdan geçen her er, komutanın ayakları altına bir taş bırakır. Bu taşların sayısına göre erlerin sayısı belirlenir. Kötü silahlanmış ve hazırlıksız olan er, aşağılanarak birlikten uzaklaştırılır.



Seçilmiş komutanın otoritesi ve saygınlığı öylesine büyüktür ki, onun sopayla vurduğu biri bile bunu hakaret saymaz. Halbuki Vubıhlar’ın geleneklerine göre, normalde bırakın birine sopayla vurmayı, atına bile vursanız bunun cevabı hançerdir, yani ölümdür.



Kimse savaşa hizmetçisiyle birlikte katılamaz. Gençleri yaşlılara hizmet ederler, oysa bu bir yükümlülük değildir. Sadece komutanın, yükünü ve eşyasını erlere taşıtma yetkisi vardır. Savaş birliklerine müstahdemler eşlik ederler ve onların görevi, sefer sırasındaki molalarda kamp ve çadırları kurmak, inşaat işlerini yapmaktır. Çünkü yüksek ve karlı dağ geçitlerini aşarlarken birliklerin mola yerlerinde dinlenmeleri gerekir. İlerleyen birlikler kamplarını olduğu gibi bırakırlar ve geri dönüşlerde de bunlardan yararlanırlar.



Herhangi bir er, savaşta yaşamını yitirdiğinde bu acı haber ailesine ilginç bir şekilde iletilir. Atlı bir Vubıh, şehidin ailesinin oturduğu evin yakınındaki yüksek bir yere yaklaşır ve oradan evdekilere seslenir:”Falan evdemidir?”Evdekiler bunun üzerine durumu anlarlar ve şehidin ardından ağıt yakmaya, ağlamaya ve yas tutmaya başlarlar.



Vubıhlar’da söz konusu yağmacılık ve akıncılık geleneği olsa da, onların çok çalışkan ve üretici bir toplum oldukları söylenir. Vubıh topraklarını bilen ve onlara yakın bölgelerde oturan bir subay da böyle diyordu. Ben bu savaşçı boyun topraklarından(denizden) iki kez geçtim ve onların çok güzel işlenmiş, bakımlı tarlalarını bizzat gördüm. Kıyıdaki dağ yamaçlarında ekime elverişli olup da boş bırakılmış bir karış bile toprak göremezsiniz. Dağlar, ta doruklarına kadar satranç tahtasını hatırlatan kareler şeklinde tarlalarla parsellenmiştir. Burada arpa, mısır, darı ve diğer tahıllar ekilir ve denizden bakınca bu ekinler harika bir manzara oluştururlar. Köyler, yemyeşil meyve bahçeleri ve koruların kucağındadır. Çay ve dere yataklarındaki yemyeşil kadife çimenlerde at yılkıları, sığır ve koyun sürüleri otlamaktadır. Nüfusları ve ekonomik durumlarına bakılırsa, Vubıhlar’ın Türklerle(Osmanlı) ticareti oldukça yoğundur. Türkler hızlı ve hafif kayıklarıyla bizim kruvazörlerin arasından sızarak kıyıya yanaşmayı başarıyorlar. (V. Skaryatin. Kafkasya Notları, İkinci makale, Oteçestvennıye zapiski dergisi, c.142, 1862, Sayı 5, s.306-313)…Batı Kafkasya’nın durumu, bütünüyle farklıdır. Orada belki de her köy, her ev her Dağlıyı dize getirmek için savaşmak gerekecektir. Bilemiyorum, ama deneyimli kişilerin bana anlattıklarına bakılacak olursa, Vubıhlar ulaşılamaz dağlarına ve ormanlarına çekilerek bize karşı sonuna kadar direneceklerdir. (V. Skaryatin. Kafkasya Notları, İkinci makale, Oteçestvennıye zapiski, c.142, 1862, Sayı 5, s.325)

Bu makale Sefer E. BERZEG’in “Kafkasya ve Diaspora Yayın Hayatından” Kitabından aktarılmıştır...